"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

20 Şubat 2012 Pazartesi

FRANCIS MACOMBER'IN KISA MUTLU YAŞAMI-ERNEST HEMINGWAY

Öğle yemeğinde herkes yemek çadırında toplanmıştı. Çift katlı yeşil tentenin altında hepsi sanki hiçbir şey olmamış gibi
oturuyordu.
Macomber, "Cin tonik mi istersin, yoksa limonata mı?" diye
sordu.
Robert Wilson, "Cin tonik alırım," dedi.
Macomber'ın karısı, "Sert bir şeye ihtiyacım var, ben de cin
tonik alırım," dedi.
Macomber, "Sanırım en doğrusu da bu," diye onayladıktan
sonra, "Bize üç cin tonik hazırlasınlar," dedi.
Kanter içinde eşyaları taşıyan çocuk bez çantalarda erimeye başlayan buzların arasından içki şişelerini çıkardı. Çadırları gölgeleyen ağaçların dalları rüzgârda hafifçe sallanıyordu.
Macomber, "Ne kadar bahşiş vermem gerek?" diye sordu.
Wilson, "Onları şımartma. Bir papel yeter," dedi. M The Short Happy Life of Francis Macomber, The American Tradition
in Literatüre, ed. Bradley, Beatty, Long, Norton and Company Inc.,
New York, .
"Hamalbaşı parayı aralarında bölüştürür mü?"
"Kesinlikle."
Yarım saat önce Francis Macomber uşakların, aşçının, hayvan derisi yüzenlerin ve hamalların omuzlarında kampın ucundan çadırına zaferle dönmüştü. Silah taşıyanlar bu gösteriye katılmamışlardı. Yerliler çadırının kapısı önünde onu omuzlarından yere indirince, Francis hepsinin ellerini sıkıp tebriklerini kabul etmiş ve çadırına girip yatağının kenarına oturarak karısının gelmesini beklemişti. Karısı çadırdan içeri girince Francis'le konuşmadı. Bunun üzerine Francis hemen çadırdan dışarı çıktı. Portatif lavaboda elini yüzünü yıkadı ve yemek çadırına doğru yürüdü. Ağaçların altındaki rahat bez koltuğa oturup esintinin tadını çıkarmaya başladı.
Robert Wilson, "Aslan diye sayıklıyordun, sonunda esaslı bir aslanla karşılaştın," dedi.
Bayan Macomber hızla dönüp Wilson'a baktı. Olağanüstü hoş, bakımlı, güzel bir kadındı. Toplumda önemli bir yeri vardı. Beş yıl önce hiç kullanmadığı bir güzellik ürününün reklam fotoğrafları için kendine beş bin dolar fiyat biçmişti. Francis Macomber'la on bir yıldır evliydi.
Macomber, "Harika bir aslandı, değil mi?" diye sorunca, karısı dönüp ona baktı. Bayan Macomber sanki bu iki adamı hiç tanımıyormuş gibi bakıyordu.
Daha önce, Wilson gibi beyaz bir avcı görmemişti. Orta boylu, sarı saçlı, pos bıyıklı, pancar gibi kırmızı suratlı, soğuk bakışlı mavi gözlü bir adamdı. Gülümseyince göz kenarlarında beyaz kırışıklıklar meydana geliyordu. Şimdi de ona gülümsüyordu. Kadın bakışlarını onun yüzünden kaçırdı. Bol ceketinin altındaki hafifçe çökmüş omuzlarına, göğüs cebinin üstündeki ilmiklere taktığı mermilere, güneş yanığı ellerine, eski pantolonuna, çamurlu çizmelerine ve tekrar kırmızı yüzüne baktı. Şimdi çadırın direklerinden birinin kancasına astığı geniş kenarlı şapkasının güneş yanığı yüzünde bıraktığı beyaz izi farketti.
Robert Wilson, "Evet, aslanın şerefine," dedi yine Bayan Macomber'a gülümsedi. Kadın gülümsemeden, hayretle kocasına baktı.
Francis Macomber çok uzun boylu, iri yapılı, esmer bir adamdı. Saçları kürekçiler gibi kısa kesilmişti. Dudakları inceydi, sonuçta yakışıklı bir adam sayılırdı. Wilson gibi o da safari giysileri giymişti ama onun giysileri yeniydi. Otuz beş yaşında sağlıklı ve iyi bakımlıydı. Salon oyunlarında usta olduğu kadar açık deniz balık avcılığında da birkaç ödül kazanmıştı, gelgelelim bugün herkesin gözü önünde bir korkak gibi davranmıştı.
"Evet, aslanın şerefine," dedi. "Yaptıkların için sana ne kadar teşekkür etsem azdır."
Karısı Margaret başını çevirip tekrar Wilson'a baktı. "Artık aslandan söz etmeyelim."
Wilson ona gülümsemeden bakınca, kadın ona gülümsedi.
Margaret, "Heyecanlı bir gündü," dedi. "Öğle vakti tentenin altında bile olsak şapkanızı neden çıkardınız? Biliyorsunuz şapkamızı başımızdan çıkarmamamızı siz söylemiştiniz,"
Wilson, "Belki şapkamı giyerim," dedi.
Margaret, "Bay Wilson, yüzünüzün kıpkırmızı olduğunu biliyorsunuz," dedi ve yine ona gülümsedi.
Wilson," İçkiden," diye yanıt verdi.
"Hiç sanmıyorum. Francis de çok içer, ama yüzü asla kızarmaz."
Macomber şaka yapmaya çabaladı. "Bugün kızardı." Margaret, "Hayır," dedi. "Bugün benim yüzüm kızardı. Ama Bay Wİlson'un yüzü her zaman kırmızı."
Wilson, "Kalıtımsal olmalı," dedi. "İsterseniz benim güzelliğim konusundaki sohbeti burada noktalayalım."
"Henüz yeni başladım." Wilson, "Konuyu değiştirelim," dedi. "Sizinle sohbet etmek çok zor." Kocası, "Saçmalama, Margot," diye söze karıştı. Wilson, "Zor olduğunu sanmıyorum," dedi. "Şahane bir aslandı."
Margot karşısındaki erkeklere bakınca, ikisi de onun ağlamak üzere olduğunu anladılar. Wilson bunu çoktan farketmiş ve kadının gözyaşlarını tutamayacağından korkmuştu. Karısının ağlaması artık Macomber'ı ürkütmüyordu.
Kadın, "Böyle bir olayın meydana gelmesini istemezdim, Ah, keşke olmasaydı," dedikten sonra kalkıp çadırına doğru yürüdü. Ağladığı duyulmuyordu, ama güneş geçirmeyen gül rengi gömleğinin altındaki omuzlarının sarsıldığını iki erkek de farketmişti.
Wilson uzun boylu adama, "Kadınların hemen sinirleri bozulur. Pireyi deve yaparlar. Saçma sapan şeylere sinirlenirler," dedi.
Macomber, "Hayır, sanırım bu olayı yaşamımın sonuna dek unutmayacağım," dedi.
"Saçma. Haydi dev katilin şerefine içelim ve bu olayı unutalım. Zaten üstünde durmaya değmez."
Macomber, "Evet, deneyelim, ama bugün benim için yaptıklarını asla unutmayacağım."
"Üstünde durmaya değmez. Bir şey değildi."
Hizmetkârlar öğle yemeği için sofrayı hazırlarken, onlar da büyük akasya ağaçların gölgesinde oturmuş, soğuk içkilerini yudumluyorlardı. Birbirleriyle göz göze gelmemeye çabalıyorlardı. İkisi de derenin kenarına kadar uzanan yeşil çayırave derenin diğer tarafındaki ormana bakıyordu. Macomber'ın özel uşağının sofrayı kurarken efendisine kaçamak bakışlar attığını görünce, Wilson hizmetkârların olayı duyduklarını anladı ve SWahili diliyle onu azarladı. Delikanlı boş boş bakıp arkasını döndü.
Macomber, "Ona ne söyledin?" diye sordu. "Hiçbir şey. Elini çabuk tutmazsa ona güzel bir sopa çekeceğimi söyledim."
"Nasıl yani, falakaya mı yatıracaksın?" Wilson, "Onları dövmek artık yasak. Para cezası vermek zorundayız," diye yanıt verdi.
"Onları hâlâ kırbaçlıyor musunuz?" "Ah, evet. Eğer şikâyet edecek olurlarsa kıyamet kopar. Ama şikâyet etmiyorlar. Para cezası yerine dayağı yeğliyorlar." Macomber, "Çok garip," dedi.
Wilson, "Aslında garip değil. Sen hangisini yeğlersin? Paranın kesilmesini mi, yoksa dayağı mı?" diye sordu.
Sonra bu soruyu sorduğuna utandı ve Macomber yanıt vermeden konuşmaya devam etti. "Biliyorsun, hepimiz her gün şu veya bu şekilde dayak yiyiyoruz."
Macomber onun yüzüne bakmadan, "Evet, haklısın," dedi. "Aslan olayı için çok özür dilerim. Bu olay büyümez değil mi? Yani olayı başkaları da duymaz değil mi?"
Wilson soğuk bakışlarını onun yüzüne dikti. "Bu olayı Mathaiga Kulübü'nde anlatıp anlatmayacağımı mı soruyorsun?" Böyle bir soruyla karşılaşmayı beklemiyordu. Tann'nın belası korkak olduğu kadar, ayrıca karaktersiz. Bugüne dek ondan biraz hoşlanmıştım, ama Amerikalıların huyu suyu belli mi olur, diye düşündü.
"Hayır, ben profesyonel avcıyım," dedi. "Müşterilerimiz hakkında asla konuşmayız. Bu konuda için rahat etsin. Olayı başkalarına anlatmamamı tembih etmen doğrusu hiç yakışık almıyor."
Artık onlardan ayrılmam daha kolay diye karar verdi. Bundan sonra yemeklerini tek başına yiyecek ve yemek yerken kitap okuyacaktı. Karı koca da yemeklerini baş başa yiyeceklerdi. Safarinin sonuna kadar onlarla resmi bir ilişki içinde olacaktı. Böyle durumlarda Fransızların kullandıkları söz neydi? Evet, ince düşünceli ifadesini kullanıyorlardı. Duygusal saçmalıklar yaşamaktansa böylesi daha iyiydi. Ona hakaret edip ipleri bir anda koparabilirdi. Belki yemeğini tek başına yiyip kitabını okuyacaktı, ama hâlâ onların viskisini içecekti. Safarinin kötü geçtiği bu deyimle ifade ediliyordu. Beyaz avcılar birbirleriyle karşılaşınca, "Nasıl gidiyor?" sorusuna, "Ah, hâlâ onların viskisini içiyorum,"diye yanıt verirlerse, işlerin kötü gittiği anlaşılırdı.
Macomber onun gözlerinin içine bakarak, "Özür dilerim," dedi. Yaşlanıncaya kadar yüzündeki çocuksu ifadenin değişmeyeceğini, yeni kesilen kısacık saçlarını, biraz hilekâr bakışlı olsa da güzel gözlerini, düzgün burnunu, ince dudaklarını ve biçimli çenesini, Wilson ilk kez farketti. "Özür dilerim farkında olmadan hata yaptım. Zaten pek çok şeyi bilmiyorum."
Wilson, şimdi ne yapabilirim, diye düşündü. Aralarındaki ilişkiyi olaysız biçimde hemen kesmek üzereyken, korkak herif ona az önce hakaret ettikten sonra şimdi de dilenciler gibi özür dilemişti. Bir kez daha denedi. "Boşuna endişe etme, hakkında konuşmam. Bu işten para kazanıyorum. Ama Afrika'da kadınlar bir atışta aslanı vurur ve beyaz erkeklerde korkup kaçmaz."
Macomber, "Bense korkak bir tavşan gibi kaçtım," dedi.
Wilson, böyle konuşan bir adama şimdi ne yaparsın, diye düşündü. Buz gibi mavi gözleriyle ona bakınca, Macomber içtenlikle gülümsedi. İncindiği bakışlarından belli oluyordu, ama hoş bir gülüşü vardı.
"Bufalo avına çıkınca belki bu hatamı tamir edebilirim. Bufalo avına çıkacağız, değil mi?"
Wilson, "İstersen yarın sabah çıkabiliriz," dedi. Belki onun hakkında yanlış karar vermişti. Adam hatasını efendice kabul etmişti. Amerikalılar hakkında kesin karar vermek çok güçtü. Eğer bu sabah meydana gelen olayı unutabilirse, Macomber'dan hoşlanabilirdi, ama kuşkusuz bu olayı unutmasına olanak yoktu. Bu sabah av uğursuz başlamıştı.
"Hanımefendi geliyor," dedi. Kadın çadırdan çıkmış onlara doğru ilerliyordu. Elini yüzünü yıkamış, neşesi yerine gelmişti. Ayrıca çok güzeldi. Oval yüzü öylesine kusursuzdu ki, ancak aptal bir kadın bu kadar güzel olabilirdi. Ama aptal değildi. Wilson, kesinlikle aptal değil, diye düşündü.
"Alyanaklı güzel Bay Wilson, nasılsınız? Francis, canım, kendini daha iyi hissediyor musun?"
Macomber, "Ah, evet, çok iyi hissediyorum," dedi. Kadın masaya oturdu. "Ben olanları unuttum. Francis'in aslanı vurup vurmamasının ne önemi var? Bu onun işi değil. Avcılık Bay Wilson'un işi. Bay Wilson önüne çıkan her şeyi öldürmekte pek usta. Önüne çıkan her şeyi öldürürsünüz, değil mi Bay Wilson?"
Wilson, "Evet, önüme çıkan her şeyi gözümü kırpmadan vururum," dedi. Kadınlar dünyanın en taş kalpli yaratıkları, diye düşündü. En acımasız, en yırtıcı ve en güzel yaratıkları. Onların acımasızlıkları karşısında erkeklerin sinirleri bozuluyor, elleri ayakları birbirine dolanıyor. Yoksa parmaklarının ucunda oynatabilecekleri erkekleri mi seçiyorlardı? Ama evlendikleri yaşta bu denli deneyimli olamazlar, diye düşündü. Amerikalı kadınlar konusunda oldukça eğitimli olmasına sevindi, çünkü bu kadın insanın başını döndürecek kadar güzeldi.
Wilson ona, "Yarın sabah bufaloların izini süreceğiz," dedi. Kadın," Ben de gelirim," diye atıldı. "Hayır, gelemezsin."
"Ah, evet, gelirim. Gelebilirim değil mi, Francis?"
"Neden kampta kalmıyorsun?"
"Kesinlikle kalmam. Bugünkü gibi bir olayı dünyada kaçırmak istemem."
Ağlamak için yanlarından uzaklaştığı zaman, Wilson onun harika bir kadın olduğunu düşünmüştü. Kocasının neler hissettiğini anladığını, onun ve kendi adına acı çektiğini sanmıştı. Yanlarından uzaklaştıktan yirmi dakika sonra Amerikan kadınlarının acımasız zırhını giyip geri dönmüştü. Amerikalı kadınlar dünyanın en acımasız yaratıklarıydı. Evet, gerçekten çok acımasızdılar.
Francis Macomber, "Yarın senin için başka bir gösteri düzenleriz," dedi.
Wilson, "Bizimle gelmeyeceksiniz," dedi.
Kadın, "Yanılıyorsunuz. Ayrıca sizin yeni gösterinizi izlemek istiyorum. Bu sabah harikaydınız. Tabii kafa uçurmak ne kadar harika olabilirse," dedi.
Wilson, "Yemek hazır," dedi. "Neşeniz yerinde, değil mi?"
"Neden olmasın? Buraya sıkıntıdan patlamak için gelmedim."
Wilson, "Şimdiye kadar pek sıkıcı geçmedi," diye yanıt verdi. Derenin içindeki taşları görebiliyordu. Derenin diğer kıyısındaki sık ağaçlı ormana bakınca, sabah başlarından geçen olayı anımsadı.
Bayan Macomber, "Ah, hayır, şimdiye kadar çok eğlendim," dedi. "Ve Yarın. Yarını nasıl iple çektiğimi bilemezsiniz."
Wilson, "Kocanız sizin için bir antilop vuracak," dedi.
"İnek gibi iri, tavşan gibi sıçrayan hayvanlardan mı?"
Wilson, "Sanırım onları çok güzel tarif ettiniz," diye yanıt verdi.
Macomber, "Eti çok lezzetlidir," dedi.
Margot, "Francis, daha önce antilop vurdun mu?" diye kocasına sordu.
"Evet."
"Tehlikeli değil mi?"
Wilson, "Altında ezilmezsen tehlikeli değildir," diye yanıtladı.
"Buna sevindim."
Macomber, "Margot, kaltak gibi davranmaya biraz ara versen," dedi ve üstüne biraz patates püresi, havuç ve et suyu koyduğu geyik bifteğinden bir lokma kesip çatalını ete batırdı.
"Böylesine güzel ifade ettiğine göre, sanırım biraz ara verebilirim."
Wilson, "Bu gece aslanın şerefine şampanya patlatacağız. Öğle sıcağında şampanya içilmiyor," dedi.
"Ah, aslan," dedi Margot. "Aslanı unutmuştum!"
Robert Wilson kendi kendine, acaba kocasına taş mı atıyor, yoksa onu incitmemek için numara mı yapıyor, diye merak etti. Kocasının korkak olduğunu öğrendiği zaman bir kadın nasıl davranır? Lanet kadın çok acımasız, ama kadınların hepsi acımasız. İdare onların elinde, insan birisini idare ederken, biraz acımasız olmak zorunda. Her neyse, kadınların Tann'nın belası terörlerinden yeterince payımı aldım.
Kadına dönüp kibarca, "Biraz daha et alın," dedi.
Akşamüstü geç vakit Wilson ve Macomber iki silahlı adamla birlikte yerli şoförün kullandığı ciple dolaşmaya çıktılar. Havanın sıcak olduğunu ileri süren Bayan Macomber bu geziye katılmadı. Ayrıca ertesi sabah erkenden yola çıkmadan önce biraz dinlenmek istiyordu. Kamptan uzaklaşırlarken, Wilson onun kendilerine el salladığını gördü. Açık gül kurusu giysileriyle büyük bir ağacın altında durmuş el sallıyordu. Koyu renk saçlarını ensesinde topuz yapmıştı. Güzel yüzünde sevimli bir ifade vardı. Wilson, sanki Afrika'da av kampında değil de İngiltere'de evindeymiş gibi rahat görünüyor, diye düşündü. Yüksek otların arasında ilerleyen cip ağaçların arkasında gözden kaybolana dek kadın onlara el salladı.
Çalılıkların arasında impala sürüsüne rastlayınca, cipten indiler. Usul usul sezdirmeden avlarına doğru ilerlediler ve Macomber ustaca nişan aldığı çatal boynuzlu hayvanı bir vuruşta yere serdi. Silah sesinden ürken diğer hayvanlar çılgın gibi birbirlerinin üstünden atlayarak kaçmaya başladılar. İnanılmaz bir hızla bacaklarını karınlarına çekip havaya sıçramaları bir rüya âlemine benziyordu.
Wilson, "Kısa hedeften iyi vurdun," dedi. Macomber, "İyi bir başlangıç sayılır mı?" diye sordu. Wilson, "Harika," dedi. "Eğer böyle vurmaya devam edersen başın derde girmez."
"Acaba yarın bufalo sürüsü bulabilir miyiz?" "Buluruz sanırım. Sabahları çok erken otlamaya çıkarlar. Eğer şansımız yaver giderse onları açık alanda yakalarız."
Macomber, "Şu aslan olayını unutturmak istiyorum. İnsanın karısının böyle bir olaya tanık olması hiç hoş değil," dedi.
Wilson, insanın karısı olsun veya olmasın, korkak gibi davranmak ya da korkak olduğunu itiraf etmek bence çok kötü, diye düşündü. Ama, "Senin yerinde olsam artık bu konunun üstünde durmam. Aslanla ilk kez kim karşılaşsa biraz korkar. Bu mesele kapandı artık," dedi.
O gece akşam yemeği sona erince, ateşin karşısında sodalı viskilerini yudumladıktan sonra herkes çadırına çekildi. Cibinliğin altındaki yatağında gecenin seslerini dinleyen Francis Macomber için bu mesele kapanmamıştı. Bu mesele ne kapanmış, ne de yeni başlıyordu. Olay tüm canlılığıyla ortadaydı. Aklından silemediği bazı bölümlerini düşündükçe utancından yerin dibine geçiyordu. İçindeki derin boşluktaysa utançtan çok, buz gibi korkuyu hissediyordu. Özgüvenini yitirmişti. Ve bu boşluğu dolduran soğuk, yapışkan korkudan tiksindiği halde, korku onun peşini bırakmıyordu.
Korku bir gece önce başlamıştı. Gece yarısı aslanın kükreyişleriyle uyanmıştı. Nehir kıyısında bir yerlerden yankılanan kükremeleri duyunca korkmaya başlamıştı. Derinden gelen sesler bir süre sonra homurtulara dönüşünce, hayvanın çadırın yanına yaklaştığını düşünmüştü. Karısı derin bir uykuya dalmış mışıl mışıl uyuyordu. Korkusunu açıklayacak veya bu korkuyu onunla paylaşacak hiç kimse yoktu. Yatakta tek başına yatan Francis Macomber, Somalilerin şu ünlü atasözünü bilmiyordu: Cesur erkekler aslandan üç kez korkar; birincisi izini ilk kez görünce, ikincisi kükrediğini ilk kez duyunca, üçüncüsü ilk kez onunla karşılaşınca. Sonra güneş doğmadan önce gaz lambasının aydınlattığı yemek çadırında kahvaltı ederlerken, aslan tekrar kükremeye başlayınca, Francis onun tam kampın kenarında olduğunu düşündü.
Kahvesini yudumlayan Robert Wilson başını kaldırıp baktı. "Bizimkisi biraz kocamış, nasıl öksürüyor duydun mu?"
"Yakında mı?"
"Nehrin bir mil kadar yukarsında."
"Onu görecek miyiz?"
"Ararız."
"Bu kadar uzaktan kükremesi duyulur mu? Sesler sanki kampın içinden geliyor gibi."
Robert Wilson, "Evet çok uzaklardan duyulur. Sesi nasıl uzaklara ulaşır bilmem. Dilerim, onu vurabiliriz. Çocuklar büyük bir aslanın buralarda dolaştığını söylediler," dedi.
Macomber, "Eğer onu bulursak, neresine ateş edeyim?" diye sordu.
Wilson, "Omuzlarına, eğer becerebilirsen boyun kemiğine ateş et. Bir atışta onu vurursun," dedi.
"Dilerim iyi nişan alırım."
Wilson, "Çok iyi nişancısın. Attığını vuruyorsun. Acele etme. Ona iyi nişan al. İlk attığın kurşun çok önemlidir," dedi.
"Atış mesafesi ne kadar olmalı?"
"Bunu bilemem. Aslanın durumuna bağlı. Yeterince yaklaşmadan ateş etme. Önce iyi nişan al."
Macomber, "Yüz metreden ateş edebilir miyim?" diye sordu.
Wilson başını kaldırıp ona baktı.
"Yüz metre iyidir. Biraz daha yakından ateş etsen daha iyi. Yüz metreden uzağa sakın ateş etme. Yüz metrelik mesafe iyidir. İşte hanımefendi geliyor."
Margot, "Günaydın. Aslan avına çıkıyor muyuz?" diye sordu.
Wilson, "Siz kahvaltınızı ettikten hemen sonra çıkıyoruz. Bugün nasılsınız?" dedi.
Kadın, "Harika," diye yanıt verdi. "Ayrıca çok heyecanlıyım."
"Hazırlıklara bir göz atayım," diyen Wilson uzaklaşırken, aslan tekrar kükredi.
Wilson, "Kereta çok şamatacı, ama yakında onu susturacağız," dedi.
Margot, "Francis, sorun nedir?" diye sordu.
Macomber, "Yok bir şey," dedi.
"Evet, bir sorun var. Neden sinirlisin?"
"Yok bir şey."
Kadın onun yüzüne baktı. "Anlat bana. Yoksa kendini iyi hissetmiyor musun?"
"Lanet hayvan bütün gece kükredi."
"Neden beni uyandırmadın? Gecenin sessizliğinde kükremeleri duymak isterdim."
Macomber acınacak haldeydi. "Tanrı'nın belası hayvanı öldüreceğim."
"Buraya aslan avlamak için gelmedin mi?"
"Evet. Ama sinirlerim bozuk. Hayvan kükredikçe sinirim bozuluyor."
Kadın Wilson'un sözlerini yineledi. "Öyleyse onu vur ve kükremesini kes."
Francis Macomber, "Evet, sevgilim, bunu söylemek çok kolay değil mi?" dedi.
"Yoksa korkuyor musun?"
"Tabii ki, korkmuyorum. Ama bütün gece kükremesi sinirlerimi bozdu."
"Onu tek kurşunda yere sereceksin. Evet, sereceğini biliyorum. Ve bu sahneyi görmeyi dört gözle bekliyorum."
"Kahvaltını bitir, hemen yola çıkacağız."
"Bu saatte mi? Daha gün bile ağarmadı."
O sırada aslan tekrar kükredi. Göğsünün derinliklerinden yükselen iniltiler birdenbire havayı titreten homurtulara dönüştü, sonra derin homurtulu bir iç çekişle sona erdi.
Macomber'ın karısı, "Sanki yanıbaşımızda," dedi.
"Tanrım," dedi Macomber. "O sesten nefret ediyorum."
"Çok etkili."
"Etkili ve korkunç."
Robert Wilson sırıtarak geldi. Elinde kısa namlulu çirkin bir tüfek vardı.
"Gelin bakalım. Springfield ve büyük tüfeğini silah taşıyan adama verdim. Tüm malzemeler cipe yerleştirildi. Mermileri aldın mı?" "Evet."
Bayan Macomber, "Ben hazırım," dedi.
Wİlson, "Şunun şamatasını keselim. Sen öne geç. Hanımefendi arkada, benim yanımda otursun," dedi.
Günün ilk gri ışıkları gökyüzünde belirirken, cipe bindiler ve nehir kenarındaki ağaçların arasından ilerlemeye başladılar. Macomber kuyruktan dolma tüfeğinin kapağını açıp metal kaplı mermileri gözden geçirdi ve tüfeğin emniyet sürgüsünü kapatırken, ellerinin titrediğini farketti. Cebindeki mermilere dokundu. Ceketinin göğsündeki ilmeklere taktığı mermileri parmağıyla yokladı. Cipin arka tarafında, karısının yanında oturan Wilson'a baktı. İkisi de sırıtıyorlardı. Duydukları heyecan yüzlerine yansımıştı. Wilson öne doğru eğildi ve fısıltıyla, "Gökyüzündeki akbabalara bak. Yaşlı dostumuz karnını doyurmuş," dedi.
Macomber nehir kıyısından biraz uzakta gökyüzünde akbabaların daireler çizerek uçtuklarını, sonra hızla yere doğru pike yaptıklarını gördü.
Wilson, "Eğer şansımız varsa uykuya yatmadan önce buraya su içmeye gelebilir. Gözünü dört aç," diye fısıldadı.
Hafif meyille suya doğru alçalan nehrin kenarından ağır ağır ilerleyen cip büyük ağaçların arasından geçti. Macomber karşı sahile bakıyordu. Wilson'un koluna dokunduğunu hissetti. Cip durdu.
Wilson, "İşte orada," diye fısıldadı. "Önümüzde, sağ tarafta. Haydi git ve onun işini bitir. Şahane bir aslan."
Macomber da aslanı görmüştü. Hemen hemen sağ taraflarında durmuş, muhteşem başını havaya kaldırmış onlara bakıyordu. Yelesindeki koyu renk tüyler sabah rüzgârının etkisiyle titreşiyordu. Sabahın gri ışıkları altında nehir kenarında duran aslan geniş omuzları, düzgün iri cüssesiyle adeta bir dev görünümündeydi.
Macomber tüfeğini kaldırırken, "Aramızdaki mesafe ne kadar?" diye sordu.
"Yetmiş beş metre kadar. Haydi git ve onu vur."
"Bulunduğum yerden onu vuramaz mıyım?"
Wilson, "Cipin içinde aslan avlanmaz," diye onun kulağına fısıldadı. "Haydi git. Bütün gün orada durmaz."
Macomber ön koltuğun yanındaki kıvrımlı basamaktan yere indi. Aslan hâlâ bütün ihtişamıyla aynı yerde duruyordu. Onun gözünde büyük bir suaygırından farksız garip nesneye soğukkanlılıkla bakıyordu. İnsan kokusu almamıştı. Kafasını hafifçe iki yana sallayarak garip nesneye bakmaya devam etti. Sonra hiç korkmadan garip nesneye bakarak, nehrin kenarına su içmeye inmeden önce biraz tereddüt etti. Ancak karşısında duran insanı farkedince, su içmekten vazgeçti ve iri kafasını arkaya çevirdi. Gizlenmek için ağaçların arasına doğru koşarken, kulakları sağır eden çatırtıyı duydu ve kurşunun böğrüne saplandığını hissedince, birdenbire yakıcı bir acıyla midesi bulandı. Kocaman ayaklarını yerden binbir güçlükle kaldırdı. Tıkabasa doyurduğu yaralı karnını iki yana sallayarak ağır adımlarla ağaçların arasından geçti ve yüksek otların arasında gizlenmeye çalıştı. Bir çatırtı daha duyuldu ve bir kurşun şimşek gibi havayı delip kulağının dibinden geçti. Sonra korkunç bir şey patladı. Bu kez alt kaburgalarının parçalandığını ve birdenbire ağzından sıcak, köpüklü kanların boşaldığını hissetti. Pusuya yatacağı yüksek otlara doğru bir koşu tutturdu. Otların arasına gizlenecek ve patlayan şeyin yanına gelmesini bekleyecekti. Sonra da o şeyi tutan adamın üstüne saldırıp onu öldürecekti.
Cipten inerken Macomber aslanın neler hissettiğini düşünmüyordu. Cibin yanından uzaklaşırken ellerinin titrediğini ve ayaklarını hareket ettirmekte güçlük çektiğini biliyordu.
Bacakları sanki kazık kesilmişti, ama kaslarının seğirdiğini hissediyordu. Tüfeğini kaldırdı, aslanın kafasına ve omuzlarına doğru nişan alıp, tetiği çekti. Fakat hiçbir şey olmadı. Tekrar tetiğe hızla asıldı, nerdeyse parmağını kıracaktı, ama yine bir şey olmadı. O zaman tüfeğin emniyet kilidini açmadığını farketti. Tüfeğini omzundan indirdi, emniyet kilidini açtı ve binbir zorlukla birkaç adım daha attı. Aslan onun ve cipin siluetini farkedince, dönüp koşmaya başladı. Macomber ateş edince vınk diye bir ses duydu ve kurşunun isabet ettiğini anladı; ancak aslan kaçmaya devam ediyordu. Macomber yeniden ateş etti, ama kurşunun yere saplanıp toprak parçalarını havaya sıçrattığını ve aslanın kaçmaya devam ettiğini herkes gördü. Biraz daha aşağıya nişan alması gerektiğini anımsayınca, tekrar ateş etti. Herkes kurşunun hedefe ulaştığını duydu. Macomber bir kez daha ateş etmeye fırsat bulamadan aslan can havliyle yüksek otların arasına sıçradı.
Macomber'ın midesi bulanıyor, Springfiled'i sıkı sıkı tutan elleri titriyordu. Karısı ve Robert Wilson yanında duruyorlardı. Diğer tarafında duran iki silah taşıyıcısı Wakamba lehçesiyle aralarında konuşuyorlardı.
Macomber, "Onu vurdum. İki kez vurdum," dedi.
Wilson tüm heyecanını yitirmişti. "Evet, iki kez vurdun, ama öldüremedin." Aralarında sohbet eden silah taşıyıcıları birdenbire susup suratlarını astılar.
Wilson, "Belki onu öldürdün, ama bunu anlamak için bir süre beklememiz gerek," dedi.
"Ne demek istiyorsun?.."
"Kendinden geçmesini bekleyip sonra iz süreceğiz."
Macomber, "Ya," dedi.
Wilson neşeyle, "Şahane bir aslandı, ama kötü yere saklandı," dedi.
"Neden kötü?"
"Yanına gidene kadar onu göremezsin."
Macomber, "Ya," dedi yine.
"Haydi gelin," dedi Wilson. "Hanımefendi siz cipin içinde bekleyin. Biz gidip zavallı hayvanın izini sürelim."
Macomber karısına, "Margot, burada kal," dedi. Ağzının içi kurumuş, konuşmakta zorluk çekiyordu.
Kadın, "Neden?" diye sordu.
"Wilson burada kalmanı istedi."
Wilson, "Biz yaralı hayvanı aramaya gideceğiz. Siz burada bekleyin. Hatta buradan her şeyi çok daha iyi görebilirsiniz," dedi.
"Pekâlâ."
Wilson, SWahili dilinde şoföre bir şeyler söyledi. Adam başını sallayıp, "Peki efendim," dedi.
Sonra nehrin dik kenarından aşağıya indiler ve taşların üstüne basa basa karşı kıyıya geçtiler. Ağaçların diplerine, otların arasına bakarak, Macomber'ın ilk ateş ettiği zaman aslanın nereye doğru kaçtığını araştırdılar. Silah taşıyıcılar yerden kopardıkları otlarla çimenlerin üstündeki kan lekelerini gösterince, aslanın nehrin kenarındaki ağaçların arkasına kaçtığı anlaşıldı.
Macomber, "Şimdi ne yapacağız?" diye sordu.
Wilson, "Fazla seçeneğimiz yok," dedi. "Cipi buraya getiremeyiz. Nehir kenarı çok dik. Yaralarının biraz katılaşmasını bekleyelim. Sonra ikimiz onu aramaya çıkarız."
Macomber, "Otları ateşe veremez miyiz?" diye sordu.
"Otlar çok taze. Onları yakamayız."
"Çalılara vursunlar diye adamları göndermez miyiz?"
Wilson hayretle onun yüzüne baktı. "Tabii gönderebiliriz," dedi. "Ama bu biraz cinayet olmaz mı? Aslanın yararlı olduğunu biliyoruz. Yarasız aslanın izi kolay sürülür. Gürültüyü duydukça
kaçmaya devam eder. Oysa yaralı aslan saldırır. Onu ancak burun buruna gelince görürsün. Saklandığı zaman adeta yamyassı olur. Tavşan bile onun gibi saklanamaz. Böyle bir gösteriye çocukları yollayamazsın. Birinden biri kesinlikle yaralanır."
"Ya silah taşıyıcılar?"
"Ah, onlar bizimle gelecek. Bu onların görevi. Bu nedenle onları işe aldık. Ama pek mutlu görünmüyorlar, değil mi?"
Macomber, "Oraya gitmek istemiyorum," dedi. Bu sözleri ağzından kaçırdığına şaşırmıştı.
Wilson neşeyle, "Ben de gitmek istemiyorum," dedi. "Ama başka seçeneğimiz yok." Bir süre düşündükten sonra yan gözle Macomber'a baktı; birdenbire adamın korkudan titrediğini ve acınacak bir halde olduğunu gördü.
"Tabii oraya gitmek zorunda değilsin. Biliyorsun, beni bunun için tuttun. Bu nedenle ücretim çok yüksek."
"Yani oraya tek başına mı gideceksin? Neden onun peşine düşmekten vazgeçmiyoruz?"
Wilson'un aklında aslandan ve onun yarattığı sorundan başka bir şey yoktu. Macomber'ın biraz dönek bir adam olduğunu düşünüyordu. O anda sanki otelde yanlışlıkla başka bir odanın kapısını açmış da, çok utanç verici bir sahneyle karşılaşmış gibi hissetti.
"Ne demek istiyorsun? Saklandığı yerde bırakabiliriz, değil mi?"
"Yani onun yaralanmadığını düşünüp kendimizi mi kandıracağız?"
"Hayır. Bu konuyu unutacağız."
"Böyle şey olmaz."
"Neden?"
"Birincisi, acı çektiği kesin. İkincisi, bir başkası onunla karşılaşabilir."
"Anladım."
"Ama senin bir şey yapman gerekmez."
Macomber, "Yapmak istiyorum. Ama biliyorsun ki, korkuyorum," dedi.
"Otların arasına girince ben önden yürür Kongoni gibi iz sürerim. Sen birkaç adım arkamdan yan tarafta yürürsün. Şansımız yaver giderse iniltilerini duyabiliriz. Eğer onunla karşılaşırsak ikimiz birden ateş ederiz. Hiç endişe etme. Ben seni korurum. Aslında benimle gelmemen daha iyi. İstersen hanımefendinin yanına dön, ben işi temizler gelirim, ne dersin?"
"Hayır, gelmek istiyorum."
Wilson, "Pekâlâ," dedi. "Fakat istemiyorsan otların arasına girme. Biliyorsun, bu benim görevim."
Macomber, "Seninle gelmek istiyorum," dedi.
Bir ağacın altına oturup sigara içtiler.
Wilson, "Ben burada beklerken, hanımefendinin yanına dönüp onunla konuşmak ister misin?" diye sordu.
"Hayır."
"Öyleyse ben gidip ona sabırlı olmasını söyleyeyim."
Macomber, "Tamam," dedi. Ağacın altında oturup bekledi. Koltuklarının altından ter akıyordu. Ağzının içi kurumuştu. Midesinin ortasında derin bir boşluk hissediyordu. Wilson'a git bu işi sen temizle diyecek cesareti kendinde bulamıyordu. Wilson'un hırsından çatlamak üzere olduğunu bilmiyordu. Çünkü daha önce onun ne durumda olduğunu farketmemiş ve karısının yanına göndermişti. Macomber ağacın altında otururken, Wilson döndü. "Büyük tüfeğini getirdim. Al şunu. Sanırım, ona yeterince zaman tanıdık. Haydi gidelim," dedi.
Macomber büyük tüfeği aldı. Wilson, "Beş metre kadar arkamdan sağdan yürü ve sana söylediklerimi aynen yap," dedikten sonra keder abidesi gibi duran iki silah taşıyıcısına SWahili dilinde bir şeyler söyledi.
"Haydi gidelim."
Macomber, "Bir yudum su içebilir miyim?" diye sordu. Wilson matarayı beline bağlayan yaşlı silah taşıyıcısına bir şey söyledi. Adam matarayı belinden çıkarıp tıpasını açtı ve Macomber'a uzattı. Matarayı eline alan Macomber onun ne kadar ağır olduğunu ilk kez farketti. Üstündeki tüylü kumaş kılıfı kullanılmaktan havlanmıştı. Matarayı dudaklarına dayadı ve suyu içmeden, önünde uzanan yüksek otlara ve arkasındaki yassı tepeli ağaçlara baktı. Rüzgâr onlardan yana esiyordu. Otlarsa rüzgârın etkisiyle nazlı nazlı sallanıyorlardı. Macomber silah taşıyıcısına bakınca, onun da korkuyla kıvrandığını farketti.
Otuz metre ilerdeki yüksek otların arasına gizlenen aslan adeta yere yapışmıştı. Kulaklarını geriye atmış, etrafı dinliyordu. Sadece uzun siyah tüylü kuyruğu hafifçe yukarı aşağı inip kalkıyordu. Otların arasına gizlenince hemen savunmaya geçmişti.
Dolu karnındaki yara onu rahatsız ediyor, ciğerlerindeki yara onu kuWetten düşürüyordu. Her nefes alışında ağzının kenarından köpüklü kırmızı kan sızıyordu. Terden ıslanan böğürleri ateş gibi yanıyordu. Metal kurşunların taba derisinde açtığı deliklerin üstüne sinekler üşüşmüştü. İri sarı gözlerini nefretle kısmış, ileriye bakıyordu. Nefes alırken canı yandıkça gözlerini kırpıştırıyordu. Pençelerini de güneşin kuruttuğu yumuşak toprağa geçirmişti. Duyduğu acıya ve rahatsızlığa karşın, geriye kalan bütün gücünü, dikkatini ve nefretini biraraya toplayıp yay gibi gerilmiş, saldırıya geçmeyi bekliyordu. Adamların seslerini duyuyordu. Pusuda saldırıya hazır bekliyordu. Adamlar otların arasına girince birdenbire üstlerine saldıracaktı. Onların seslerini duyunca kuyruğunu dikleştirdi ve aşağı yukarı oynattı. Adamlar otların kenarına gelince homurtuyla yerinden fırladı.

Yaşlı silah taşıyıcı otların üstündeki kan izlerini araştırarak en önde ilerliyordu. Otların arasındaki en ufacık hareketi gözden kaçırmamaya çalışan Wilson, tüfeğini her an ateşlemeye hazırdı. İkinci silah taşıyıcı bir yandan uzakları gözlüyor, bir yandan da etrafı dinliyordu. Macomber da tüfeğini ateşlemeye hazır durumda, Wilson'un birkaç adım arkasında yürüyordu. Otların arasına girdikleri anda Macomber gırtlağına kan dolan aslanın boğulur gibi homurtu çıkardığını duydu ve otların arasında bir şeyin şimşek gibi hareket ettiğini görünce, geri dönüp panik içinde, çılgınca nehrin kenarındaki açıklığa doğru koşmaya başladı. Deli gibi koşuyordu.
Karavong! diye bir ses duydu. Wilson büyük tüfeğini ateşlemişti. Aynı ses bir daha yinelendi. Macomber dönüp baktı.
Muhteşem aslanın şimdiki görünüşü korkunçtu. Kafasının yarısı uçtuğu halde, otların kenarında Wilson'a doğru emekliyordu. Adamın yüzü kıpkırmızıydı. Tüfeğini tekrar doldurup namlusunu aslana doğrultarak nişan aldı ve bir patlama sesi daha duyuldu. Ve yerde sürünen sarı tüylü aslanın iri gövdesi sertleşti. Yarısı uçmuş başı öne doğru yuvarlandı. Macomber koşarak kaçtığı çayırlıkta dolu tüfeğini omzuna koymuş, tek başına duruyordu. İki zenci ve bir beyaz adam gözlerini nefretle ona dikmişlerdi. Macomber aslanın öldüğünü anlayınca, Wilson'a doğru ilerledi, o upuzun boyuyla çıplak bir onursuzluk gibi görünüyordu.
"Fotoğraf çektirmek ister misin?" diye sordu.
Macomber, "Hayır," diye yanıt verdi.
Cipin yanına gidene kadar hiç kimse konuşmadı. Sonra Wilson, "Şahane bir aslandı. Çocuklar şimdi onun derisini yüzecekler. Onları şurada gölgede bekleyelim," dedi.
Cipin arka koltuğunda yan yana oturan karı koca birbirlerinin yüzüne bakmadılar. Wilson da ön koltukta oturuyordu. Bir ara Macomber uzandı ve karısının yüzüne bakmadan onun elini avucunun içine aldı. Ama kadın hemen elini geri çekti. Macomber aslanın derisini yüzen adamlara bakınca, bulunduğu yerden karısının tüm olayı gördüğünü anladı. Cipin arka koltuğunda otururlarken, karısı ileriye doğru uzanıp elini Wilson'un omzuna koydu. Adam başını çevirip arkaya bakınca, kadın öne doğru eğildi ve onu dudaklarından öptü.
Kırmızı yüzü mosmor olan Wiilson, "Ah, yapmayın," dedi.
Kadın, "Bay Robert Wilson, kırmızı yüzlü güzel Bay Robert Wilson," dedi.
Sonra yine Macomber'ın yanına oturup nehirin diğer kıyısındaki aslana baktı. Zenciler hayvanı ağaca asmışlar, derisini yüzüyorlardı. Önce güçlü tendonlanyla beyaz kaslı ön ayaklarının derisini yüzdüler, sonra beyaz şişman kamı meydana çıktı. Sonunda silah taşıyıcılar hayvanın ıslak ağır postunu getirdiler ve cipe binmeden önce onu rulo yaptılar, sonra cip hareket etti. Kampa dönene kadar hiç kimse konuşmadı.
İşte aslanın hikâyesi burada sona erdi. Macomber saldırıya geçmeden önce ve saldırı sırasında, namludan iki tonluk hızla fırlayan kurşun ağzına çarptığı halde hâlâ inatla düşmanın üstüne yürüyen, arka ayaklarını yerden kesen ikinci kurşuna rağmen kendisini mahveden lanet alete doğru sürüklenerek ilerlerken aslanın neler hissettiğini Macomber bilmiyordu. Hayvanın neler hissettiğini biraz olsun anlayan Wilson, "Şahane bir aslandı," diyerek duygularını dile getirmişti. Ancak Macomber, Wilson'un başka neler hissettiğini bilmiyordu. Karısının neler hissettiğini de bilmiyordu, ama kadının aralarındaki ilişkiyi bitirdiğini biliyordu.
Karısı daha önce de onunla ilgisini kesmişti, ama bu pek uzun sürmemişti. Zengin bir adamdı ve daha da zengin olacaktı. Bundan sonra karısının onu terketmeyeceğini biliyordu. Bildiği birkaç gerçekten biriydi. Daha önce motosikletler, sonra arabalar hakkında derin bilgisi vardı. Ördek avlamayı, alabalık, somon ve açık deniz balıkçılığını biliyordu. Seks konusundaki bilgisi okuduğu kitaplarla sınırlıydı. Ama okuduğu kitapların sayısını bilmiyordu. Salon oyunlarının hepsini biliyordu. Köpekler hakkında oldukça bilgisi vardı, ama atlardan fazla anlamazdı. Parasının değerini iyi bilirdi. Dünyada ilgi gösterdiği diğer şeyler hakkında da biraz bilgisi vardı, ama karısının onu asla terketmeyeceğinden emindi. Karısı çok güzel bir kadındı, Afrika'da bile güzelliğinden bir şey yitirmemişti. Fakat artık kendi memleketinde kocasını terketmesine ve kendisi için daha iyisini yapmasına güzelliği yeterli değildi. Karı koca ikisi de bu gerçeği biliyorlardı. Macomber karısının onu terketme fırsatını elinden kaçırdığını biliyordu. Margot ise eğer kocası kadınlar konusunda başarılı olabilseydi, yeni ve güzel bir kadının yerini alacağından endişe duymaya başlayabilirdi; ama kocası hakkında o kadar çok şey biliyordu ki, endişe etmek zahmetine bile katlanmıyordu. Ayrıca kocasının en iyi yanı aşırı hoşgörüsüydü, ama bu da ona fazlasıyla zarar veriyordu.
Sözün kısası, arada sırada ortaya çıkan ayrılık dedikodularına rağmen, herkese göre onlar mutlu bir karı kocaydı. Sosyete dedikodu yazarlarından biri herkesin onların mutluluğunu kıskandığını ve ebedi aşklarını safari macerasıyla perçinleyeceklerini yazmıştı. Aynı dedikodu yazarı geçmişte en az üç kere onların ayrılacaklarını yazmıştı. Fakat her seferinde tekrar barışmışlardı. Aralarında sağlam temele dayanan bir birlik vardı. Margot'un güzelliği Macomber'ı büyülemişti, onu boşayamazdı. Macomber ise Margot'un onu terketmeye cesaret edemeyeceği kadar zengindi.
Aslanı aklından çıkardıktan hemen sonra uykuya dalan Macomber bir ara uyanıp tekrar uyumuştu. Sabaha karşı saat üçte gördüğü karabasanın etkisiyle birdenbire uyandı. Aslanın kanlar içindeki kafasının hayalini gözlerinin önünden bir türlü silemiyordu. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Dikkatle etrafı dinledi. Ve çadırın diğer tarafındaki karısının yatağının boş olduğunu farketti. Yatağın içinde tam iki saat karısının dönmesini bekledi.
Karısı iki saat sonra çadıra döndü. Cibinliğini kaldırıp rahatça yatağına uzandı.
Karanlıkta Macomber, "Neredeydin?" diye sordu.
"Merhaba, uyanık mısın?"
"Neredeydin?"
"Biraz hava almaya çıkmıştım."
"Bok hava aldın."
"Sevgilim, ne söylememi istiyorsun?"
"Neredeydin?"
"Hava almaya çıkmıştım."
"Yeni ismi bu mu? Sen bir kaltaksın."
"Pekâlâ, sen de bir korkaksın."
"Evet, korkağım, ne olacak?"
"Bana göre hiçbir şey olmayacak. Lütfen, artık tartışmaya son verelim, sevgilim, çünkü uykum var."
"Tüm yaptıklarına göz yumacağımı mı sanıyorsun?"
"Göz yumacağını biliyorum, tatlım."
"Artık hiçbir şeyine göz yumacak değilim."
"Lütfen, sevgilim, sus artık, çok uykum var."
"Artık böyle şeyler yapmamaya söz vermiştin."
Kadın tatlılıkla, "Ne yapalım, şimdi oldu," dedi.
"Bu yolculuğa çıkarsak başkalarınla oynaşmayacağına söz vermiştin."
"Evet, sevgilim. Söz vermiştim, ama dün yolculuğun içine ettin. Artık bu konuyu kapatalım, olur mu?"

"Avantaj eline geçince fazla beklemeye dayanamıyorsun, değil mi?"
"Lütfen, sus artık, sevgilim, çok uykum var."
"Susmayacağım."
"Öyleyse kusura bakma, ben uyuyacağım," dedi Margot ve uyudu.
Ertesi sabah gün doğmadan aynı masada üçü kahvaltı ediyordu. Francis Macomber nefret ettiği birçok erkeğin arasında en çok Robert Wilson'dan nefret ettiğini keşfetti.
Wilson piposunu doldururken, "İyi uyudun mu?" diye sordu.
"Ya sen?"
Beyaz avcı, "Mükemmel," diye yanıt verdi.
Macomber, hergele, küstah hergele, diye düşündü.
Wilson ikisini de buz gibi bakışlarıyla süzdü ve kadın çadıra döndüğü zaman onu uyandırmış, diye düşündü. Pekâlâ, karısını neden ait olduğu yerde tutmasını bilmiyor? Beni ne zannediyor, Tanrı'nın belası aziz heykeli miyim? Karısını ait olduğu yerde tutarriıyorsa suç kimde?
Margot önündeki kayısı tabağını itti. "Bugün bufalo bulabilir miyiz?"
Wilson gülümseyerek, "Şansımız varsa buluruz," dedi. "İsterseniz bugün kampta kalın."
Kadın, "Dünyada hiçbir kuWet beni burada tutamaz," dedi.
Wilson, "Neden ona kampta kalmasını söylemiyorsun?" diye Macomber'a sordu.
Macomber buz gibi sesle, "Sen söyle," dedi.
"Kimse kimseye bir şey söylemesin," Margot sonra kocasına dönüp tattıkla, "Francis, lütfen saçmalama," dedi.
Macomber, "Yola çıkmaya hazır mısın?" diye sordu.

Wilson, "İstediğin zaman. Hanımefendinin de gelmesini istiyor musun?"
"İstesem veya istemesem ne farkeder?"
Robert Wilson, bok canına, diye düşündü. Hepsinin bok canına. Demek bundan sonra karşılıklı didişeceklerdi. Pekâlâ didişelim, diye içinden geçirdi.
"Hiçbir şey farketmez."
Macomber, "İstersen bufalo avına ben yalnız çıkarım, sen de kampta onunla baş başa kalırsın, olur mu?" diye sordu.
Wilson, "Bunu yapamam. Senin yerinde olsam böyle saçmalamazdım," dedi.
"Saçmalamıyorum. Sadece iğreniyorum."
"İğrenmek çirkin bir sözcük."
Karısı, "Francis, lütfen aklını başına toplar mısın?" dedi.
Macomber, "Benim aklım başımda," dedi. "Sen hiç bu kadar iğrenç yemekler yedin mi?"
Wilson usulca, "Yemekleri beğenmedin mi?" diye sordu.
"Evet, buradaki hiçbir şeyi beğenmiyorum."
Wilson alçak sesle, "Kendine gel, hanım evladı, bize hizmet eden çocuk az buçuk dilimizden anlıyor," dedi.
"Canı cehenneme."
Wilson ayağa kalktı. Piposunu tüttürerek uzaklaştı. Ayakta durmuş onu bekleyen silah taşıyıcıların yanına gitti ve SWahili dilinde bir şeyler söyledi. Macomber'la karısı masada baş başa kalmışlardı. Adam kahve fincanına bakıyordu.
Margot usulca, "Sevgilim, olay çıkarırsan seni terkederim," dedi.
"Hayır, edemezsin."
"Dene de gör bakalım."
"Beni terketmeyeceksin."


Kadın, "Hayır, aklını başına toplarsan seni terketmeyeceğim," dedi.
"Aklımı başıma toplamak mı? Benimle böyle konuşma. Aklımı başıma toplamak."
"Evet, aklını başına topla." "Sen neden aklını başına toplamıyorsun?" "Çok uğraştım. Çok uğraştım."
Macomber, "Kırmızı yüzlü domuzdan nefret ediyorum, onu görmeye tahammülüm yok," dedi. "Aslında çok iyi bir adam."
Macomber, "Oh, kapa çeneni," diye bağırdı. Tam o sırada cip gelip yemek çadırının önünde durdu. Şoförle iki silah taşıyıcı aşağıya atladılar. Wilson onlara doğru yürüdü ve masada oturan karı kocaya baktı.
"Ava çıkıyor musun?" diye sordu. Macomber ayağa kalktı. "Evet, evet," Wilson, "Hırkanı yanına al, cipin içinde üşürsün," dedi. Margot, "Deri ceketimi alırım," dedi. Wilson, "Çocuk ceketi aldı," dedi ve şoförün yanına oturdu. Arka koltukta oturan Francis Macomber'la karısı birbirleriyle konuşmuyorlardı.
Wilson kendi kendine, dilerim salak herif beni ensemden vurmaz. Safaride kadınlar insanın başına bela, diye düşündü.
Gün doğmadan önceki alacakaranlıkta ciple nehri geçip karşı sahilde, Wilson'un bir gün önce kürekle açtırdığı yoldan sık ağaçlı ormana doğru ilerlediler.
Wilson, güzel bir sabah, diye aklından geçirdi. Cipin tekerlekleri altında ezilen kalın çiy tabakasıyla kaplı eğreltiotlarından yayılan mis gibi kokuyu içine çekti. Sabahın ilk saatlerinde çiy kokusunu severdi. Uçsuz bucaksız bir parkı andıran araziyi kaplayan sisin ardında siyah gövdeleri görünen ağaçların arasında

ilerliyorlardı. Arka koltukta oturan karı kocayı aklından çıkarmış, şimdi bufaloları düşünüyordu. Gündüzleri bataklıkların içinde gizlenen, geceleri boş arazilerde otlayan bufaloların izini sürüyorlardı. Eğer bataklıkla, otlaklar arasında onlara rastgelirlerse, Macomber birini kolayca vurabilirdi. Sık otlarla kaplı arazide Macomber'la bufaloyu kovalamak istemiyordu. Aslında Macomber'la ne bufalonun, ne de başka hayvanın peşinden koşmak istiyordu. Ama o profesyonel bir avcıydı ve zamanında Macomber'dan daha garip adamlarla ava çıkmıştı. Eğer bufaloyu bugün vurabilirlerse, sonra suaygırı avına çıkacaklardı. Zavallı adam tehlikeli oyunlardan yüzünün akıyla çıkabilirse, belki evlilik hayatına biraz neşe gelecekti. Kararını vermişti, bundan sonra kadına elini sürmeyecekti. Böylece Macomber da bir gece önceki olayı unutacaktı. Aslında karısının bu tür kaçamaklarına alışık olduğu anlaşılıyordu. Zavallı adam herhalde karısının kaçamaklarını unutmanın bir yolunu bulmuştu." Ne yazık ki, bu tatsız olaylara kendisi neden oluyordu.
Talih kuşunun ne zaman başına konacağını bilmediği için, Wilson çift kişilik portatif yatağıyla safariye çıkardı. Birlikte ava çıktığı müşterilerinin çoğu hızlı yaşamayı seven, uluslararası jet sosyeteye mensup kişilerdi. Kadınlar ödedikleri paranın karşılığında beyaz avcının yatağını da paylaşmak isterlerdi. Wilson tek başına kaldığı zaman o kadınlardan nefret ederdi, ama onlarla birlikteyken bazılarından hoşlanırdı. Ve onların sayesinde para kazanıyordu; onu kiraladıkları sürece onların kurallarına boyun eğmek zorundaydı.
Ancak avlanma sırasında onların kurallarına boyun eğmezdi. Avlanma konusunda onun kendi kuralları vardı ve müşterileri de ya bu kurallara uymayı kabul eder ya da başka bir avcıyla yola çıkmak zorunda kalırlardı. Ancak bu Macomber garip bir adamdı. Evet, çok garip bir adamdı. Şimdi de karısı, evet, karısı... şey karısı... Wilson bir anda bu düşünceleri aklından sildi. Dönüp arkasına baktı. Macomber'ın duyduğu öfke asık suratına yansımıştı. Margot ona gülümsedi. Kadın bugün katı güzelliğinden sıyrılmış, daha masum, genç ve taze görünüyordu. Tanrı bilir, kalbinden neler geçiyor, diye Wilson düşündü. Dün gece çok az konuşmuştu. Fazla konuşmaması Wİlson'u sevindirmişti.
Dik yamacı tırmanan cip ağaçların arasından geçti ve etrafı ağaçlarla çevrili geniş bir çayıra benzeyen alana çıktı. Şoför ağaçların kenarındaki yolu ağır ağır izledi. Wilson da dikkatle otlarla kaplı geniş alana bakıyordu. Cipi durdurup sahra dürbünüyle uzaklara baktı. Sonra eliyle işaret edince, şoför cipi tekrar hareket ettirdi. Şoför karıncaların çamurdan yaptıkları şatoları ezmemeye özen göstererek cipi ağır ağır sürdü. Uzaklara bakan Wilson birdenbire döndü.
"Tanrım, işte oradalar!"
Onun işaret ettiği yöne bakan şoför cipi hızlandırdı. Wilson SWahili diliyle adama telaşla bir şeyler söyledi. Macomber uzaktaki iri hayvanları görünce, onları siyah silindire benzetti. Bufalolar hareket halindeki büyük siyah tanklar gibi çayırlığın diğer tarafına doğru uçarcasına koşuyorlardı. Başları hiç kımıldamadan ileriye doğru koşarlarken, Macomber onların siyah iri boynuzlarını görebiliyordu.
Wilson, "Üç yaşlı boğa. Bataklığa varmadan onların yolunu keseceğiz," dedi.
Saatte kırk beş mil hızla ilerleyen cip hayvanlara yaklaştıkça, Macomber onların uzaktan gördüğünden çok daha iri olduklarını farketti. Düzenli bir hızla önde koşanların biraz gerisinde onlara ayak uydurmaya çabalayan, uyuz gibi tüyleri dökülmüş, gri renkli derisi kabuk kabuk olmuş yaşlı hayvanın omuzlarının üstündeki kocaman kafasını ve siyah parlak boynuzlarını Macomber yakından gördü. Sonra sanki büyük bir tümseği aşarcasına cip iki yana sallandı. Kaçan hayvana iyice yaklaştıkları zaman, onun ileriye doğru atılan iri gövdesini, tüysüz derisine yapışan tozları, geniş boynuzlarını ve uzun suratındaki geniş burun deliklerini görünce, Macomber tüfeğini doğrulttu. Wilson, "Salak! Cipten ateş edilmez," diye bağırdı. Macomber ondan korkmadığını, sadece usta avcıdan ölesiye nefret ettiğini hissetti. Şoför frene basınca cip sarsıldı ve sallanarak öne doğru kaydı. Araç tam durmak üzereyken Wilson bir taraftan, Macomber da diğer taraftan yere atlayınca, bir an ayaklarının üstünde sendeledi, sonra hızla koşmaya devam eden hayvana ateş etti. Mermilerin bufalonun gövdesine saplandığını duydu. Tüfeğindeki tüm kurşunları kaçmaya çabalayan hayvanın üstüne boşalttı. Sonunda hayvanın ensesine ve omuzlarına nişan alması gerektiğini anımsayınca, cebinden çıkardığı mermileri tüfeğine yerleştirirken, hayvanın yere çöktüğünü gördü. Hayvan iri başını iki yana sallayarak, önce dizlerinin üstüne çöktü. Diğer iki hayvanın hâlâ koşmaya devam ettiklerini gören Macomber bu kez önde koşan bufaloya nişan aldı ve tüfeğinden fırlayan mermi hedefine isabet edince, iri hayvan burnunun üstüne yıkıldı.
Wilson, "Çok iyi gidiyor. Çabuk diğer hayvana ateş et," diye bağırdı.
Fakat diğer hayvan aynı hızla koşmaya devam ediyordu. Macomber tüfeğini kaldırıp nişan aldı, ama mermi yere saplanırken topraklar havaya uçuştu. Wİlson'un silahından çıkan mermiler de hedefe isabet etmeyince, yerden kalkan bir toz bulutu havayı sardı. Wilson, "Onu kaçırdık! Haydi gel," dedi ve Macomber'ı kolundan yakalayıp cipe doğru sürükledi. Wilson'la Macomber cipin iki yanına asılınca, şoför aracı hareket ettirdi ve engebeli yolda iki yana sarsılarak, dörtnala kaçan hayvanı kovalamaya başladılar.

Hayvana iyice yaklaşmışlardı. Macomber tüfeğini doldururken, mermilerden bazılarını yere düşürdü, bir kısmı namlunun içinde sıkıştı. Sıkışan mermileri düzelttiği an bufaloya elle tutabilecekleri kadar yaklaşmışlardı. Wilson, "Dur," diye seslenince, şoför ani bir fren yaptı. Cip nerdeyse takla atacaktı. Sarsıntının etkisiyle yere düşen Macomber çabucak doğrulup kaçmaya devam eden hayvanın siyah yuvarlak kalçalarına nişan aldı. Tüfeğini ateşledi. Tekrar tekrar nişan alıp tüfeğini defalarca ateşledi. Mermiler hedefe saplandığı halde hayvan koşmaya devam ediyordu. Sonra Wİlson'un tüfeğinden kulakları sağır eden bir patlama duyuldu. Macomber bufalonun sendelediğini görünce, dikkatle nişan aldı ve tüfeğinin tetiğini çeker çekmez, bufalo dizlerinin üstüne çöküverdi.
Wilson, "Pekâlâ, temiz iş. Üçünü de temizledin," dedi.
Macomber gurur ve sevinçten mest olduğunu hissetti.
"Kaç kez ateş ettin?" diye sordu.
Wilson, "Sadece üç kez," diye yanıt verdi. "Birinciyi sen vurdun. O en büyükleriydi. Kaçıp saklanmalarından korktum ve diğer ikisinin işini bitirmende sana yardımcı oldum. Onları sen vurdun, ben sadece temizlik işine biraz yardım ettim. Çok iyi nişancısın. Attığını vuruyorsun."
Macomber, "Haydi cipe dönelim. İçki içmek istiyorum," dedi.
Wilson, "Önce bufalonun işini bitirmelisin," dedi. Dizlerinin üstünde doğrulan bufaloya doğru yürürlerken, öfkeyle iki yana sallarken hayvan acı acı böğürüyordu.
Wilson, "Aman dikkat et ayağa kalkmasın," dedi. "Biraz yana kay ve tam kulağının dibinden ensesine nişan al."
Macomber hırsla iri başını sallayan ve acıyla böğüren hayvanın ensesine dikkatle nişan alıp tüfeğini ateşledi. İlk atışta hayvanın iri başı öne düştü.

Wilson, "Şimdi tamam," dedi. "Belkemiğine isabet etti. Ama çok muhteşem hayvanlar, değil mi?"
Macomber, "Haydi birer içki içelim," dedi. Yaşamı boyunca kendini hiç bu denli iyi hissetmemişti.
Macomber'ın karısı cipte onları bekliyordu. Yüzü bembeyaz olmuştu. Kocasına, "Sevgilim, harikaydın," dedi. "Ne biçim kovalamacaydı."
Wilson, "Kötü müydü?" diye sordu.
"Korkunçtu. Hayatımda hiç bu kadar korktuğumu anımsamıyorum."
Macomber, "Haydi içki içelim," dedi yine.
Wilson, "Evet, buyrun," dedi. "Önce hanımefendi içsin." Kadın cepte taşınan yassı içki matarasından birkaç yudum sek viski aldı ve içkiyi yutarken hafifçe ürperdi. Macomber'a uzattığı içki matarasını, kocası da Wİlson'a verdi.
Kadın, "Çok heyecanlıydı," dedi. "Başıma korkunç ağrılar saplandı. Hayvanları arabadan avlamanın yasak olduğunu bilmiyordum."
Wilson buz gibi sesle, "Hayvanlar arabadan asla avlanmaz," dedi.
"Yani onları arabayla kovaladıktan sonra mı avlamak gerekiyor?"
Wilson, "Her zaman arabayla kovalamak gerekmez," dedi. "Bufaloları elimizden kaçırmamak için bu yolu seçtim. Çeşitli hayvanların yuvalarıyla dolu çayırların arasından arabayla geçmek başka şey, yürüyerek iz sürmek başka şey. Her ateş edişimizde, isteseydi bufalo bize saldırabilirdi. Biz ona da her türlü şansı tanıdık. Ama sakın bundan hiç kimseye söz etmeyin. Yani yaptığımız iş pek yasal değildi."
Margot, "Kocaman çaresiz hayvanları arabayla kovalamak bence haksızlık," dedi.

Wilson, "Öyle mi?" dedi.
"Onları ciple kovaladığın Nairobi'de duyulursa ne olur?"
Wilson, "Birincisi lisansımı elimden alırlar. Bir sürü tatsızlıklar olur. İşsiz kalırım," dedi ve birkaç yudum içki içti.
"Gerçekten mi?"
"Evet, gerçekten."
Macomber, "İşte, sana karşı kullanabileceği bir koz ele geçirdi," dedi ve o gün ilk kez gülümsedi.
Margot Macomber, "Francis, doğrusu çok naziksin," dedi. Wilson karı kocaya baktı. Eğer bu kadar açık sözlü bir erkek, kendisinden çok daha açık sözlü bir kadınla evlenirse, bunların çocukları kimbilir nasıl olur, diye düşündü. "Silah taşıyıcılardan birini kaybettik, fakında mısınız?"
Macomber, "Aman Tanrım, hayır," dedi.
Wilson, "İşte geliyor," dedi. "Bir şeyi yok. İlk bufaloyu vurduğumuz zaman cipten düşmüş olmalı."
Haki renkli gömlek ve şort giymiş orta yaşlı silah taşıyıcı, başında yün örgü beresiyle ayağındaki lastik sandaletleri sürüyerek topallaya topallaya, asık suratında nefret dolu bir ifadeyle onlara doğru yaklaşıyordu. Birkaç adım daha attıktan sonra Wİlson'a SWahili dilinde bir şeyler söyleyince, beyaz avcının yüz ifadesinin değiştiğini gördüler.
Margot, "Ne dedi?" diye sordu.
Wilson ifadesiz sesle, "Birinci bufalonun ayağa kalkıp otların arasına gizlendiğini söyledi," dedi.
Bir anda neşesi sönen Macomber, "Ah," dedi.
Margot heyecanla, "Öyleyse aslan avındaki olaylar yinelenecek," dedi.
Wilson, "Tanrı'nın belası aslan avındaki olaylar yinelenmeyecek," dedi. "Macomber, daha içki istiyor musun?"

Macomber, "Evet, teşekkür ederim," dedi. Aslan avındaki duyguyu yine hissetmeyi bekledi, ama öyle olmadı. Hayatında ilk kez korkuyu tam anlamıyla içinden atmıştı. Korku yerine tarif edilmez bir mutluluk ve sevinç hissediyordu.
Wilson, "İkinci bufaloyu aramaya gidelim. Şoföre söyleyeyim de cipi gölgeye çeksin," dedi.
Margaret Macomber, "Ne yapacaksınız?" diye sordu.
Wilson, "Bufaloya yakından bir göz atacağız," diye yanıt verdi.
"Ben de geleceğim."
"Gel."
İri boynuzlu kocaman başı otların üstünde yan yatan bufaloya doğru üçü birlikte yürüdüler.
Wilson, "Hayvanın başı muhteşem. Aşağı yukarı bir metre çapında," dedi.
Macomber sevinçle yerde yatan hayvana bakıyordu.
Margot, "Görünüşü iğrenç," dedi. "Gölgeye çekilemez miyiz?"
Wilson, "Tabii," dedi. Sonra Macomber'a döndü. "Bak, şuradaki otları görüyor musun?" diyerek işaret etti.
"Evet."
"İşte birinci bufalo o otların arasına girmiş. Silah taşıyıcı arabadan düştüğü zaman, bufalo yerde yatıyormuş. Silah taşıyıcı bizim çılgın gibi diğer iki bufaloyu kovalamamızı izliyormuş. Sonra başını kaldırıp bakınca bufaloyla göz göze gelmiş. Tabanlarını yağlayıp kaçarken, bufalo da otların arasına dalmış."
Macomber hevesle, "Şimdi onun izini sürelim mi?" diye sordu.
Wilson beğeniyle ona baktı. Tanrı'nın belası çok garip bir adam, diye düşündü. Dün korkudan eli ayağı birbirine dolanıyordu, bugünse adeta bir ateş parçası.

"Hayır, ona biraz zaman tanıyalım."
Margot, "Lütfen gölgeye gidelim," dedi. Yüzü bembeyaz,
hasta gibiydi.
Çayırlıktaki tek ağacın altında^jran araca doğru yürüdüler ve cipin koltuklarına oturdular.
Wilson, "Belki şimdiye dek ölmüştür, ama bir süre sonra gider bakarız," dedi.
Macomber bugüne dek hiç tatmadığı çılgınca bir mutluluğun benliğini sardığını hissetti.
"Tanrım ne kovalamacaydı, hiç bu denli heyecanlanmamıştım. Harikaydı değil mi, Margot?"
"Nefret ettim."
"Neden?"
Kadın kinle, "Nefret ettim, iğrendim," dedi.
Macomber dönüp Wilson'la konuşmaya başladı. "Artık bundan sonra beni hiçbir şey korkutamaz. Bufaloları görüp onları kovalamaya başlayınca içimde bir şeyler oldu. Sanki bir barajın duvarları yıkıldı. Heyecandan başka hiçbir şey hissetmiyordum."
Wilson, "Korkularından arındın. Böyle komik şeyler insanların başına gelir," dedi.
Macomber'ın yüzü mutluluktan ışıl ışıl parlıyordu. "Evet bana bir şeyler oldu. Kendimi çok farklı hissediyorum."
Garip bir ifadeyle onu süzen karısı söze karışmadı. Cipin arka koltuğunda iyice köşeye çekilmişti. Macomber da öne doğru eğilmiş, ön koltukta oturan ve başını arkaya çevirmiş onu dinleyen Wilson'la konuşuyordu.
"Biliyor musun, bir kez daha aslan avına çıkmak istiyorum. Artık gerçekten onlardan korkmuyorum. Ne de olsa, insana ne yapabilirler?"

Wilson, "İşte sorun da bu," dedi. "Yapacakları en kötü şey seni öldürmektir. Buna ne dersin? Shakespeare'in çok güzel bir sözü vardır. Bakalım anımsayabilecek miyim? Oh hem de çok güzeldir. Bir zamanlar kendi kendime bu sözü yinelerdim. Nasıldı bakalım? 'Yemin ederim, umurumda değil; insan ancak bir kez ölür; bırak istediği yere gitsin; Tanrı'ya bir can borcumuz var, ha bu yıl, ha gelecek yıl ölmüşüz ne farkeder?' Çok güzel, değil mi?"
Yıllardır içinde sakladığı duyguları açıklamak Wİlson'u çok utandırmıştı, ama genç yaşta olgunluğa erişen erkekleri görünce, hep böyle duygulanırdı. Yoksa yirmi bir yaşında rüştünü ispat etmek önemli değildi.
Bu av birdenbire her şeyin akışını değiştirmişti. Önceden kaygı duyma fırsatı bulmaksızın balıklama eyleme dalma Macomber'ın değişmesine neden olmuştu. Bu değişikliğin nedeni önemli değildi. Önemli olan değişikliğin gerçekleşmesiydi. Şimdi şu zavallıya bak, diye Wilson düşündü. Bazı erkekler uzun süre çocukluktan kurtulamazlar. Bazılarıysa yaşamlarının sonuna kadar çocuk kalmaya mahkûmdur. Elli yaşında bile çocuk görünüşünden kurtulamayanlar vardır. Şu büyük Amerikalı çocukerkekler. Kahrolası acayip herifler. Çok garip olmasına karşın, Macomber'dan hoşlanmaya başlamıştı. Herhalde bundan böyle karısının onu boynuzlamasına da fırsat vermeyecekti.
Evet, buna son verirse çok iyi olacaktı, hem de çok çok iyi olacaktı. Zavallı adam tüm hayatı boyunca korku içinde yaşamıştı. Artık sona eren bu korkunun neden kaynaklandığını Wilson bilmiyordu. Daha önce ona ve karısına duyduğu öfke Macomber'ın bufalodan korkmasına fırsat vermemişti. Ayrıca cipin içinde olmasının da yararı dokunmuştu. Orada kendini güvencede hissetmişti. Ve şimdiyse bir ateş parçası kesilmişti. Wilson savaşta da bu sahnelere tanık olmuştu. Bekâretlerini yitirdikten sonra korku yok olup yerini başka bir şey, onu erkek yapan öz alıyor, böylece gerçek bir erkek oluyordu. Kadınlar .da bunu biliyorlardı. Kahrolası korku yoktu artık.
Oturduğu yerden Margaret Macomber iki erkeği dikkatle süzüyordu. Wilson'da değişiklik yoktu. Dün gördüğü Wilson'la bugünkü Wilson arasında hiçbir değişiklik yoktu. Onu ilk kez gördüğünde büyük yeteneğini farketmişti. Ama Francis Macomber'daki değişiklik gözünden kaçmadı.
Yeni hissetmeye başladığı zengin duyguların keyfiyle Macomber, "Olacakları düşünüp mutlu oldun mu?" diye sordu.
Wilson onun gözlerinin içine baktı. "Bu tür duygulardan söz edilmez. Şimdilerde korktuğunu söylemek moda. Şaka bir yana, bundan sonra da birçok kez korkacaksın."
"Ama eyleme geçmeden içini büyük bir mutluluk sarıyor, değil mi?"
Wilson, "Evet," dedi. "Sözünü ettiğim mutluluğu hissediyorum, ama bu konuda fazla konuşmak istemiyorum. Aynı konuyu sürekli tekrarlarsan tüm zevkini yitiriyor."
Margot, "ikiniz de saçma sapan konuşuyorsunuz. Cipin içinde çaresiz zavallı hayvanları kovalayınca hemen birer kahraman kesildiniz," dedi.
Wilson, "Özür dilerim, biraz hava attım." dedi, İçinden, kadın endişelenmeye başladı, diye geçirdi.
Macomber karısına, "Eğer konuştuğumuz konu hakkında bilgin yoksa neden söze karışıyorsun?" diye sordu.
Kadın kin ve nefretle, "Birdenbire pek cesur oldun," diye yanıt verdi, ama nefreti çok güçlü değildi. Bir şeyden korkuyordu.
Macomber içinden gelen coşkuyla uzun uzun güldü. "Evet birdenbire cesurlaştım. Gerçekten çok cesur oldum," dedi.
Margot buruk sesle, "Biraz geç kalmadın mı?" diye sordu. Çünkü yıllarca önce kocasına karşı elinden geldiğince iyi davranmaya çalışmıştı. Şimdi evliliklerinin bu hale düşmesinin nedeni tek tarafın suçu değildi.
Macomber, "Ama benim için geç değil," dedi.
Margot yanıt vermeden koltuğunun köşesine büzüldü.
Macomber neşeyle, "Ona yeterince zaman tanıdık mı?" diye Wilson'a sordu.
Wilson, "Haydi gidip bakalım. Yedek mermi var mı?" dedi.
"Silah taşıyıcısında olması gerek."
Wilson, SWahili dilinde seslenince, bufalo başının derisini yüzen orta yaşlı silah taşıyıcısı çömeldiği yerden doğruldu ve cebinden çıkardığı mermi kutusunu Macomber'a getirdi. O da tüfeğine mermileri doldurduktan sonra yedekleri de cebine koydu.
Wilson, "İstersen Springfield'i yanına al. Onu kullanmaya alışıksın. Mannlicher'i arabada hanımefendinin yanına bırakalım. Silah taşıyıcın ağır tüfeğini getirir. Benim de yanımda bu Tanrı'nın belası top gibi tüfek var. Şimdi sana bufalolar hakkında biraz bilgi vereceğim," dedi. Macomber'ı endişelendirmek istemediği için bu konuyu en sona bırakmıştı.
"Bufalo ileriye doğru koşarken başını dik tutar. Boynuzları beyne atılan kurşunlara siper olur. Hayvanın burnuna nişan almalısın. Veya göğsüne, eğer yan tarafındaysa ensesine ya da omuzlarına ateş etmelisin. Tek kurşunla kolay kolay ölmezler. Sakın kahramanlık yapmaya kalkışma. En kolay nişan aldığın yerden vurmaya çalış. Başın derisini yüzdüler. Artık yola çıkalım mı?"
Silah taşıyıcılara seslenince, adamlar ellerini silerek yanlarına geldiler. Silah taşıyıcıların yaşlısı cipin arkasına bindi.
Wilson, "Kongoni'yi yanıma alacağım. Diğerleri leş kargalarını gözlesin," dedi.

Cip ağır ağır açık alandan kuru dere yatağının kenarındaki yeşilliklere doğru uzanan ağaçların arasına girince, Macomber kalbinin yerinden çıkacakmış gibi çarptığını ve yine ağzının kuruduğunu hissetti. Ama bu kez korkudan değil, heyecandan yerinde duramıyordu.
"İşte şuraya doğru gitmiş." dedi. Wilson sonra SWahili dilinde sitah taşıyıcıya, "Kan izlerini takip et,"dedi.
Cip otlara paralel ilerliyordu. Macomber, Wilson ve silah taşıyıcı cipten indiler. Macomber arkasına bakınca, karısının elinde silahla kendisine baktığını gördü ve ona ef salladı. Kadın ona el sallamadı.
Yüksek otlar çok sık, topraksa çok kuruydu. Orta yaşlı silah taşıyıcısının sırtından terler akıyordu. Macomber'ın bir adım önünden yürüyen Wilson şapkasını gözlerinin üstüne kadar indirmiş, kırmızı ensesi görünüyordu. Birdenbire silah taşıyıcısı Wilson'a SWahili dilinde bir şeyler söyledi ve öne doğru koştu.
Wilson, "Hayvan orada ölmüş," dedi. "Kutlarım seni, iyi iş basardın," dedi ve dönüp Macomber'ın elini yakaladı. İki erkek birbirlerine sırıtarak el sıkıştılar. O sırada silah taşıyıcısının çılgın gibi bağırarak yan taraftaki otların arasından çıktığını gördüler. Onun arkasından bufalo gözüktü. Ağzı sımsıkı kapalıydı. İri kafasından aşağıya kanlar sızıyordu. Kançanağına dönmüş küçük gözleriyle onlara bakıyordu. Önde duran Wilson çömelip nişan aldı. Silahını ateşleyen Macomber, Wilson'un tüfeğinden çıkan gürültüyü duymadı. Yalnızca hayvanın boynuzlarından kopan parçaların havada uçuştuğunu ve hayvanın başını salladığını gördü. Macomber geniş burun deliklerine nişan alıp tüfeğini tekrar ateşledi ve boynuz parçalarının tekrar havada uçuştuğunu gördü. Üstüne doğru gelen hayvana dikkatle nişan aldı. Bufalonun minicik gözleriyle kötü kötü baktığını gördü. Hayvanın başı öne düşmeye başlamıştı. Tam o sırada Macomber birden bire ateş gibi yakan kör edici bir şimşeğin başının içinde çaktığını hissetti, sonra hiçbir şey hissetmez oldu.
Wilson yan tarafa kaçıp hayvanın omzuna nişan aldı. Macomber olduğu yerde kımıldamadan duruyordu. Hayvanın burnuna nişan almıştı. Attığı her kurşun hayvanın sağlam boynuzlarını parçalıyor ve parçalanan boynuzların kıymıkları havaya sıçrıyordu. Bufalo kocasının üstüne doğru ilerlerken, cipin içinde oturan Bayan Macomber yanındaki Mannlicher'i eline aldı ve kocasını ense kökünden vurdu.
Francis Macomber yere yıkıldı. İki metre ötede bufalo da gövdesinin üstüne yıkılmış yerde yatıyordu. Wilson ve Bayan Macomber yerde yatan adamın üstüne eğildiler.
Wilson, "Onu sırtüstü çeviremem," dedi.
Sinir krizi geçiren kadın ağlıyordu.
Wilson, "Ben cipe dönüyorum." dedi. "Silah nerede?"
Kadının yüzü gerilmiş konuşamıyordu. Yalnızca başını salladı. Silah taşıyıcı tüfeği yerden aldı.
Wilson, "Onu olduğu yerde bırak," dedi. "Git Abdulla'yı buraya getir. Kazanın durumuna tanık olsun."
Wilson yere eğildi ve cebinden çıkardığı mendili Francis Macomber'ın saçları kökünden kesilmiş başına örttü. Yumuşak kuru toprak kanı adeta emiyordu.
Wilson ayağa kalkınca, böğrünün üstüne yan düşen bufalonun bacaklarının ileriye doğru uzandığını ve hafif kıllı karnının üstüne böceklerin üşüştüğünü gördü. Muhteşem bir hayvan, diye otomatikman aklından geçirdi. Şoförü çağırıp cesedin üstüne battaniye örttükten sonra yanından ayrılmamasını söyledi. Sonra cipin koltuğunun bir köşesine büzülüp ağlayan kadının yanına gitti.
İfadesiz sesle, "Doğrusu çok güzel bir iş yaptın. Nasıl olsa seni terkedecekti," dedi.

Genellikle avluda cenazeler bulunurdu. Eski hastanenin arkasında tuğladan yeni inşa edilmiş pavyonlar vardı. İşte hepimiz her öğleden sonra burada buluşurduk. Bizi iyileştirecek makinelere oturup birbirimizle kibarca ilgilenirdik.
Doktor benim oturduğum makinenin yanına gelince, "Savaştan önce en çok neden hoşlanırdın? Spor yapar miydin?" diye sordu.
"Evet, futbol oynardım," diye yanıt verdim.
"Çok iyi. Bir süre sonra eskisinden çok daha iyi futbol oynayabileceksin."
Dizim kıvrılmıyordu. Bacağım dizimden ayak bileğime kadar kazık gibiydi. Bisiklet pedalı gibi çevirdiğim makine dizimi bükebilmemi sağlayacaktı. Fakat bacağımı henüz kıvıramıyordum. Bükülme hareketinin gerektiği yerde makine tekliyordu. Doktor, "Kısa süre sonra bacağını istediğin gibi hareket ettirebileceksin. Çok şanslı bir gençsin. Pek yakında bir şampiyon gibi futbol oynayabileceksin," dedi.
Yanımdaki makinede eli bir bebek eli kadar küçülmüş bir albay vardı. Hareketsiz parmaklarının bir et parçası gibi sarktığı eli iki deri kayışın arasında yukarı aşağı oynuyordu. Doktor elini muayene ederken, albay cana göz kırptı ve, "Doktoryüzbaşı, ben de futbol oynayabilecek miyim?" diye sordu. Albay eskiden usta bir eskrimciymiş ve savaştan önce İtalya eskrim şampiyonu olmuş.
Doktor salonun arka tarafındaki odasına gitti ve makinede tedavi görmeden önce bir bebek eli kadar küçülmüş bir elin, tedaviden önceki ve sonraki'halini gösteren fotoğrafla geri döndü. Albay sağlam eliyle fotoğrafı alıp dikkatle incelerken, "Yaralanmış mı?" diye sordu.
Doktor, "İş kazası," diye yanıtladı.

Albay, "Çok ilginç, çok ilginç," dedikten sonra fotoğrafı doktora geri verdi.
Doktor, "İyileşeceğine inanıyorsun, değil mi?" diye sordu.
Albay," Hayır," diye yanıt verdi.
Benimle aynı yaşta üç genç de her gün tedaviye geliyordu. Gençlerin üçü de Milano'luydu. Birisi avukat, diğeri ressam, üçüncüsüyse asker olmak istemişti. Makinelerdeki egzersizlerimiz sona erdikten sonra, arada sırada hep birlikte Scala Tiyatrosu'nun yanındaki Kafe Cova'ya giderdik. Dördümüz birlikte olduğumuz zaman komünist mahallesinden geçen kestirme yoldan yürümeyi yeğliyorduk. Subay olduğumuz için bu mahalledeki insanlar bizden nefret ediyordu. Şarap satan dükkândan birisi "hükümet uşakları" diye biz yoldan geçerken arkamızdan bağırırdı. Bazı kez aramıza yüzü siyah ipek peçeyle örtülü genç de katılınca beş kişi olurduk. Askeri akademiden diplomasını alır almaz cepheye gönderilen bu gencin, ateş hattına ayak bastıktan bir saat sonra yüzü dağılmıştı. Estetik ameliyatlarla yüzünü eski şekline kavuşturmuşlardı, ama çok eski ve soylu bir aileden geldiği için, bir türlü burnuna şekil verememişlerdi. Bir süre Güney Amerika'da bir bankada çalışmıştı. Ama bu çok önceydi ve hiçbirimiz bundan sonra ne olacağını bilemiyorduk. Sadece savaşın devam ettiğini, fakat artık bizim cephede çarpışmayacağımızı biliyorduk.
Hepimizi çeşitli madalyalarla ödüllendirmişlerdi. Yalnızca yüzü siyah ipek peçeli genç cephede yeterince uzun kalamadığı için ona madalya vermemişlerdi. Soluk benizli, uzun boylu, avukat olmak isteyen teğmenin değişik türde üç madalyası, bizimse bir madalyamız vardı. Uzun süre ölümle boğuştuğu için yaşamdan biraz kopmuş gibiydi. Aslında hepimiz biraz yaşamdan kopmuştuk. Her gün öğleden sonra hastanede buluşmaktan başka bizi birarada tutan hiçbir şey yoktu. Karanlıkta kentin tehlikeli bölümünden geçip Cova'ya doğru ilerlerken, ışıklı tavernalardan dışarıya şarkı nameleri taşardı. Bazı kez kaldırımlardaki kadınlı erkekli kalabalığı yarıp ilerlemeye çabalarken, bizden hoşlanmayan insanların asla anlayamayacakları bir şeyleri tekvücut halinde paylaştığımızı hissederdik.
Hepimiz Cova'nın zengin, sıcak ve loş havasından hoşlanırdık. Belirli saatlerde gürültü artar, salonu duman kaplardı, ama her masada bir kız, duvardaki raflardaysa resimli gazeteler bulunurdu. Cova'daki kızların hepsi vatanseverdi. Bence İtalya'daki en vatansever insanlar kafelerdeki kızlardı ve hâlâ öyle olduklarına inanıyorum.
Çocuklar önce kibarca madalyalarımla ilgilenip ne tür kahramanlıklar göstererek onları kazandığımı sordular. Övgüler ve tasvirlerle çok güzel bir dilde yazılan, aslında hakkımdaki övgü dolu sıfatları çıkarınca, Amerikalı olduğum için bana madalya verdiklerini açıklayan gazeteleri onlara gösterdim. Ondan sonra, yabancılara karşı onların arkadaşı olduğum halde, bana karşı tutumları biraz değişti. Onların arkadaşıydım, ama hakkımda yazılan övgüleri okuduktan sonra aslında onlardan biri olmadığımı anlamışlardı. Çünkü onlar savaşta gösterdikleri büyük kahramanlıklardan dolayı madalya kazanmışlardı. Savaşta yaralanmıştım, bu doğruydu; ama yaralanmanın bir kaza eseri olduğunu hepimiz biliyorduk. Bana taktıkları madalyalardan asla utanç duymuyordum, hatta bazen, birkaç kadeh içtikten sonra, diğer madalya kazananların gösterdikleri kahramanlıkları benim de gerçekleştirdiğimi düşlüyordum; ama gece buz gibi rüzgârın kasıp kavurduğu sokak lambalarının aydınlattığı boş ve karanlık yollarda evime dönerken, onların savaşta gösterdikleri kahramanlıkları asla yapamayacağımı biliyordum. Çünkü ölümden çok korkuyordum. Gece tek başıma yatağımda yatarken, sık sık ölüm aklıma gelir ve korkardım. Tekrar cepheye döndüğüm zaman ne yapacağımı düşünürdüm.
Madalya kazanan diğer üç genç tıpkı avcı şahinlere benziyordu; hiç avlanmamış kimseler beni de şahine benzetebilirlerdi, ama ben şahin olmadığımı biliyordum; ne var ki, diğer üçü gerçeği biliyorlardı ve böylece birbirimizden uzaklaşmıştık. Savaşa katıldığının ilk günü cephede yaralanan gençle dostluğumu sürdürdüm, çünkü o cephede neler yapabileceğini asla bilemiyordu. Diğerleri onu da aralarına kabul etmeyeceklerdi. Ayrıca onun diğerleri gibi bir şahin olamayacağını düşündüğüm için ondan hoşlanıyordum.
Bir zamanlar usta bir eskrimci olan albay da kahramanlıklara fazla inanmıyordu; makinelerde çalışırken benim gramer hatalarımı düzelterek vakit geçiriyordu. İtalyancayı çok iyi konuştuğumu söyleyerek bana iltifatlar yağdırır ve birlikte sohbet ederdik. Bir gün bana göre İtalyancanın çok kolay öğrenilebilir bir dil olduğu için bu dile fazla ilgi duymadığımı, her şeyin çok kolay ifade edildiğini söyledim. Albay, "Evet, öyleyse neden gramer kullanmayı denemiyorsun?" diye sordu. Böylece gramer öğrenmeye başlayınca, İtalyancanın çok zor bir dil olduğunu anladım ve gramer kurallarına göre aklımda bir cümle kuruncaya kadar onunla konuşmaya çekiniyordum.
Albay her gün hastaneye geliyordu. Makinelerin sayesinde iyileşeceğine inanmasa bile, onun tedavi seanslarını bir gün dahi aksattığını sanmıyorum. Zaman zaman hiçbirimiz makineler sayesinde iyileşeceğimize inanmıyorduk, günün birinde albay bu çabalarımızın saçmalık olduğunu söyledi. Bu makineler yeni icat edilmişti ve onların ne denli yararlı olduklarını bizler kanıtlayacaktık. Albay, "Diğer teoriler gibi, saçma bir fikir," dedi. Benimde gramer kurallarını doğru dürüst öğrenmediğimi, kafasız bir yüzkarası olduğumu ve benimle aptal gibi boşuna uğraştığını söyledi. Ufak tefek bir adamdı. İskemlesinde dimdik oturup sağ elini makinenin içine sokmuş, kayışlar parmaklarını aşağı yukarı oynatırken, karşısındaki duvara bakıyordu.
"Eğer savaş sona erseydi ne yapacaktın?" diye sordu. "Gramer kurallarına göre yanıt ver!"
"Amerika'ya dönecektim."
"Evli misin?"
"Hayır, ama evlenmeyi düşünüyorum."
"Aptallığını iyice kanıtladın," dedi. Çok kızmıştı. "Bir erkek asla evlenmemeli."
"Neden, Sinyor Maggiore?"
"Bana Sinyor Maggiore deme."
"Erkekler neden evlenmemeli?"
Öfkeyle, "Evlenmemeli, evlenmemeli," diye söylendi. "Eğer hiçbir şeyini kaybetmek istemiyorsa, kendini elindekileri yitirecek duruma düşürmemeli. Elindekileri yitirecek duruma düşmemeli. Kendisine yitiremeyeceği şeyler bulmalı."
Acı acı öfkeyle konuşurken, karşındaki duvara bakmaya devam ediyordu.
"Ama sahip olduğu şeyleri neden yitirsin ki?"
Albay gözlerini duvardan ayırmadan, "Yitirir," dedi. Sonra makineye bakıp, küçük elini kayışların arasında çekerek öfkeyle kalçasına vurdu. "Yitirir, benimle tartışma!" diye adeta bağırdı. Sonra makineleri işleten görevliyi çağırıp, "Şu Tanrı'nın belası aleti durdur," diye buyurdu.
Masaj için diğer odaya geçti. Sonra onun telefonu kullanmak için doktordan izin isteyip kapıyı kapattığını duydum. Odaya döndüğü zaman, ben başka bir makineye geçmiştim. Albay pelerinini ve şapkasını giymişti. Benim bulunduğum makinenin yanına geldi ve kolunu omzuma doladı.

"Özür dilerim," dedi ve sağlam eliyle omzumu okşadı. "Kaba davranmak istemezdim. Karımı yeni kaybettim. Beni bağışla."
Onun adına çok üzülmüştüm, "Ah, başın sağolsun," dedim.
Karşımda durmuş, alt dudağını ısırıyordu. "Çok zor, onu bir türlü unutamıyorum," dedi.
Benim yüzüme değil, pencereden dışarı bakıyordu. Sonra ağlamaya başladı. "Onu bir türlü unutamıyorum," diye hıçkırdı. Sonra başını dimdik tutup hiç kimseye bakmadan, gözyaşları yanaklarından aşağıya yuvarlanırken, bir yandan da dudaklarını ısırarak asker gibi sert adımlarla ilerledi, makinelerin yanından geçip dışarıya çıktı.
Doktor, albayın çok genç bir kadınla yaşadığını ve onunla ancak savaşta yaralandıktan sonra evlendiğini, kadının da zatürreeden öldüğü anlattı. Kadın birkaç gün içinde yatağa düşmüştü, ama hiç kimse onun öleceğine ihtimal vermemişti. Albay üç gün hastaneye uğramadı, dördüncü gün her zamanki saatinde tedaviye geldi, üniformasının koluna siyah bir bant takmıştı. Makinelerin bulunduğu odanın duvarlarına sakatların eski ve makinelerde tedavi gördükten sonraki durumlarını gösteren büyük fotoğraflar asılmıştı. Albayın makinesinin karşısına da onun sakat eli gibi ellerin tedaviden sonra tamamen iyileştiğini gösteren üç büyük fotoğraf asılmıştı. Bu fotoğrafların albay için hiçbir değeri yoktu, çünkü o sadece pencereden dışarıya bakıyordu.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9