Körleşme, düşünce ile gerçeklik arasındaki sürekli savaşımın
görkemli bir simgesidir; dünya kargaşasındaki insanoğlunun yükselişini ve
çöküşünü dile getiren bir anıt-romandır. Çağımız edebiyatının ağırlık
noktalarını oluşturan tek bir konu yoktur ki, bu romanda işlenmiş olmasın.
Körleşme, gerçekte büyük bir dehşetin romanıdır; görünüşteki bireysel boyutlar
içerisinde, körleşmiş düşünce ve körleşmiş toplum gibi ana temellerden
kaynaklanan, bu körleşmenin korkunç sonuçlarını sergileyen bir çağdaş
destandır. Yarı cehennem, yarı dünya dekorlarından oluşma bir sahnede
Canetti'nin gözler önüne serdiği, gerçekte tüm yanılsamaları, düşünceleri ve
egemen değer yargılarıyla, bütün bir kültürün çöküşünden başka bir şey
değildir.
İspanyol Sefardi Yahudisi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya
gelen Elias Canetti, daha çocukluk yıllarında 15. yüzyıl İspanyolcasını
öğrendi. İspanyolca ve İngilizce bilen Canetti, yapıtlarını üçüncü dili olan
Almanca yazdı.Elias Canetti çok uzun zamanlar “kitapsız yazar” olarak tanındı.
Planladığı, notlarını düştüğü onlarca roman tasarısından yalnızca birini
tamamlayabilmişti. Ancak basılmış tek tek romanı olan Körleşme ve yazdığı
birkaç tiyatro oyunuyla, içlerinde Nobel’inde bulunduğu onlarca ödülü kazanacak
kadar yetenekli bir yazardı. Doğumunun yüzüncü yılında Canetti’yi selamlıyoruz.
*
"Düşmanın yer değiştirmelerle ne amaç güttüğünü
biliyorum. İstediği, böylece varolanlar üzerindeki denetimimizi yitirmemizdir.
El koyduğu bölgelere karşı harekete geçemeyeceğimize inanıyor ve böylece gerçek
durumu bilmeyişimize güvenerek, daha savaş ilanından önce bazı üyelerimizi bize
belli etmeden kaçırmayı planlıyor. Yüksek fidye alabilmek amacıyla bu işe en
değerlilerinizden başlayacağından emin olabilirsiniz. Kaçırdıklarını
arkadaşlarınıza karşı kullanmayı ise düşünmüyor. Çünkü neyin olanaksız olduğunu
o da kestirebiliyor. Ne var ki savaşı sürdürebilmek için paraya, çok paraya
gereksinmesi var. Şu anda varolan sözleşmelerse onun için değersiz birer kağıt
parçasından ibaret.
"Vatanınızdan koparılıp yeryüzünün dört bir yanına saçılmak, birer köle gibi, değeri biçilen, ellenip yoklanan, alınıp satılan, kendisiyle tek söz edilmeyen, sesi ancak hizmetlerini yaptıkları sırada, o da yarım kulakla dinlenen, hiçbir zaman ruhlarına inilmeyen, sahip olunan, ama sevilmeyen, olduğu yerde çürümeye bırakılan, ya da alındığından fazlasına bir başkasına satılan, kullanılan, ama hiçbir zaman gerçek niteliğinin ne olduğu araştırılmayan köleler gibi yaşamak ister misiniz? O halde elinizi kolunuzu bağlayıp atın kendinizi düşmanın kucağına! Ama hala yürekliyseniz, soylu bir ruh taşıyorsanız, o zaman benimle birlikte kutsal savaşa katılmak üzere ayaklanın!
"Ey benim halkım, düşmanın gücünü gözünde büyütme! Onun harflerinin arasında ölüsü çıkana dek ezeceksin! Satırlarını başına balyoz gibi indireceksin; harflerini kurşun ağırlıklar gibi ayaklarına dolayacaksın. Cildin onun karşısında senin koruyucu zırhın olacak. Onu aldatabilmek için binlerce hileye, içine düşürmek için binlerce ağa, başına yağdırmak için binlerce yıldırıma sahipsin! Ey halkım, hiçbir zaman unutma ki gücün binlerce yılın büyüklüğünden ve bilgeliğinden beslenmektir!"
"Vatanınızdan koparılıp yeryüzünün dört bir yanına saçılmak, birer köle gibi, değeri biçilen, ellenip yoklanan, alınıp satılan, kendisiyle tek söz edilmeyen, sesi ancak hizmetlerini yaptıkları sırada, o da yarım kulakla dinlenen, hiçbir zaman ruhlarına inilmeyen, sahip olunan, ama sevilmeyen, olduğu yerde çürümeye bırakılan, ya da alındığından fazlasına bir başkasına satılan, kullanılan, ama hiçbir zaman gerçek niteliğinin ne olduğu araştırılmayan köleler gibi yaşamak ister misiniz? O halde elinizi kolunuzu bağlayıp atın kendinizi düşmanın kucağına! Ama hala yürekliyseniz, soylu bir ruh taşıyorsanız, o zaman benimle birlikte kutsal savaşa katılmak üzere ayaklanın!
"Ey benim halkım, düşmanın gücünü gözünde büyütme! Onun harflerinin arasında ölüsü çıkana dek ezeceksin! Satırlarını başına balyoz gibi indireceksin; harflerini kurşun ağırlıklar gibi ayaklarına dolayacaksın. Cildin onun karşısında senin koruyucu zırhın olacak. Onu aldatabilmek için binlerce hileye, içine düşürmek için binlerce ağa, başına yağdırmak için binlerce yıldırıma sahipsin! Ey halkım, hiçbir zaman unutma ki gücün binlerce yılın büyüklüğünden ve bilgeliğinden beslenmektir!"
*
Elias Canetti: Körleşme’den Ölüm Üzerine’ye
Sadık Erol Er
Bahçeler boyunca uzayan şu beyaz sokakta yalnızım. Yalnız ve
hür.
Ama bu hürlük ölüme benziyor biraz.
J.P. Sartre
Ama bu hürlük ölüme benziyor biraz.
J.P. Sartre
Ölüm bir aşağılamadır
—evet ama bu nasıl anlatılıyor?
E. Canetti
—evet ama bu nasıl anlatılıyor?
E. Canetti
Elias Canetti özellikle Körleşme ve Kitle ve İktidar gibi
kült metinlerinin edebiyat, sosyoloji, antropoloji, psikoloji ve felsefe
disiplinlerine getirdiği özgül argümanlarla 90’lı yılların başından beri Türk
entelektüelini selamlamaktadır. Bugün Türkçede onun üstünde kitabı
yayımlanmasına karşın, okuyucuları arasında yukarıda bahsettiğimiz iki kitap,
birer başucu kitabı olarak görülür. İkiye ayırabileceğimiz bir düşünsel seyir
takip eden Canetti’nin yaşamı erken dönemlerinde edebiyat üzerine yapmış olduğu
incelemeler ve romanlarla örülüdür. 1930’lu yıllara denk düşen bu tarihsel
kesitte ortaya koyduğu eserlerinde, estetik ve güzelliğin önemini ikinci plana
atan, daha çok edebiyat güzel olmak zorunda değildir anlayışından hareketle
edebiyatı gerçeği görmeye yardımcı olan güçlü, ruha işleyici ve sarsıcı bir
enstrüman olarak tarif eder. Aslında bu perspektif ile 26 yaşında kaleme alıp
30 yaşında bitirdiği Körleşme eseri, altını çizmeye çalıştığımız edebiyat
tutumunun en kışkırtıcı izleklerini barındırmasıyla ünlüdür. Doğduğu ve
yaşadığı coğrafyaların kültürel iklimlerine bağlı olarak çokkültürlü bir
kişilik ve düşünce yapısına sahip olan Canetti’nin gençliğindeki düşüncelerini
sökme yolunda önemli bir kılavuz olan bu eser, yaklaşık seksen yıl geçmesine
rağmen hâlâ güncelliğini korumaktadır. Körleşme, Canetti’nin sekiz romandan
oluşmasını planladığı İnsanlığın Yanılgılar Komedisi adını taşıyacak olan roman
dizisinin ilk kitabıdır (bu dizi tamamlanamayacaktır). Daha önce ifade
ettiğimiz gibi bu eser, yazıldıktan ancak dört sene sonra 1935 sonlarında
yayımlanabilmiş, Thomas Mann ve Hermann Broch gibi dönemin ünlü yazarlarının
hemen dikkatini çekebilmiştir. Fakat Nazi egemenliğinin Avrupa’da hızla
genişlemesi ve II. Dünya Savaşı yılları yüzünden, roman yazıldıktan uzunca bir
zaman sonra gereğince tanınıp değerlendirilmiştir. Eserin çevirmeni Ahmet
Cemal’a göre bu dönemde belki de en çarpıcı değerlendirmeler Frankfurter
Zeitung’tan ve Londra Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. J. Isaacs’tan
gelmiştir. Frankfurter Zeitung’a göre “Canetti’nin romanı, James Joyce’un
Ulysses ile erişmek istediğinin ötesine geçen bir adımdır… bu roman, gerçekçi
romanın hiçbir zaman başaramadığı bir şeyi; olaylar ile yaşananlar arasındaki
değişken sınırla, insanoğlunun kendi eliyle kurduğu, sonra da kendisine
yabancılaşmış, düşman kesilmiş bulduğu dış çevreyi, yepyeni biçim içerisinde ve
en uçta sayılabilecek araçlarla betimlemeyi başarmaktır. Bu yapıt, roman
türünün varabileceği en uç noktayı mı belirtmektedir, yoksa roman alanında
yepyeni olanaklara götüren bir yolu mu – bu, irdelenmeye değer.”1 Kısaca Prof.
J. Isaacs’ın yorumuna da bakalım; ona göre “Yüzyılımızın en büyük romanlarından
olan Körleşme’nin çekiciliği, ilk okuyuşta ancak Karamazof Kardeşler’le ya da
James Joyce’un Ulysses’i ile karşılaştırılabilir. Yapıtın tüm zenginliğinin
bilincine varmak ise ancak zamanla üstesinden gelinebilecek bir iştir.
Uygarlığın yıkılışıyla insanoğlunun aşağılanması, romanın konusunu oluşturur.”2
Gerçekten de Körleşme, her şeyden önce “dehşet”in romanıdır. “Yüzyılı gırtlağından yakalamaya çalışan” bu eserde Canetti, ontolojik yabancılaşmayı ve seküler dünyanın mekanik dinamiklerini romanın kahramanı Prof. Kien ile serimlemeye çalışır. Kendini insanlardan tamamıyla soyutlamış, kendinden başka herkesi değersiz ve küçük gören, Viyana’da 25 bin kitabı ile beraber yaşayan, “odası dünyası kadar büyük” olan Prof. Kien’in tek tutkusu kitapları ve bilimdir. Özellikle kadınlardan nefret etmesine karşın, nasıl oluyorsa, hayatına son derece sıradan, cahil, açgözlü ve bencil bir hizmetçi kadın girer; Therese... Profesör, bu kadından kurtulmaya çalışırken, sineklerden bile değersiz bulduğu, yaşama haklarını bile fazla gördüğü insanların oyuncağı olur ve yıkıma sürüklenir. Aslında eserin yazılış ve yayımlanış tarihleri konjonktürel olarak felsefe, edebiyat, siyaset ve teolojide köklü meydan okumaların yoğun olduğu bir dönemdir. Bu dönemden yaklaşık yarım asır önce Nietzsche tanrının ölümünü ilan ederek, “tüm değerlerin yeniden-değerlendirilmesi”nin altını çizmiş ve çoğunluğun aksine 20. yüzyılın “güvenilirlik çağı” değil de yıkım ve anlamsızlığın çağı olacağını muştulamıştı. Özellikle Heidegger’in deyişiyle “Platon’dan beri unutulan varlık” tekrar felsefenin öznesi olmaya başlamış ve bu bağlamda iki dünya savaşı ile birlikte varoluşçuluk ve özelde Sartre, gündemi meşgul etmeye başlamıştı. İşte Sartre’ın büyük eseri Bulantı da, Körleşme’den iki yıl sonra, 1938’de aynı olmasa da yakın bir misyonla yayımlanmıştı. Gerçekten de Kien, dünyanın ve insan ilişkilerinin anlamsızlığına dikkat çekerken, insanın kendi kendisiyle ve çevresi ile ilgili hakikatlere ancak bilim dünyasında ulaşabileceğine inanır. Böylece kendini dış dünyadan bütünüyle soyutlayarak onbinlerce cilt kitabıyla evine kapatması, metaforik olarak insanın yokluk hissi ve yabancılaşma acısı karşısında ontolojik olarak kendine katlanma ya da yuva oluşturma durumuyla açıklanabilir. Çünkü ona göre günlük yaşam, yalanlardan kurulu yüzeysel bir düzendir. Bu noktadan sonra, Prof. Güven Savaş Kızıltan’a göre “Kien öyle bir noktaya gelmiştir ki, kişiler arası ilişkilerde açığa çıkan sevgi, saygı, sorumluluk, dürüstlük gibi değerler de ait oldukları alandan saptırılarak onun yaşamında kişi nesne ilişkilerine kaydırılmıştır. Kien kitaplarla konuşmakta, dertleşmekte, onlara vermiş olduğu herhangi bir sözü gereğince yerine getirememiş olma kaygısına düşmekte, onları muhtemel bir tehlike karşısında yalnız başlarına bırakmamak için her zaman tetikte beklemektedir.”3 Zaten kitaplarını koruma güdüsüne bağlı olarak hizmetçisiyle evlenecek ve yıkıma giden kaçınılmaz süreç de başlayacaktır. İnsanlarla ilişki kurmayı bilinçli bir şekilde erteleyen Kien’in “zorunluluktan” dolayı evlenmesi, gündelik yaşamın “yapay modeli” bir rolü içselleştirememesi sonucu gelen felaketi Kien kitabın sonunda şöyle karşılayacaktır:
Gerçekten de Körleşme, her şeyden önce “dehşet”in romanıdır. “Yüzyılı gırtlağından yakalamaya çalışan” bu eserde Canetti, ontolojik yabancılaşmayı ve seküler dünyanın mekanik dinamiklerini romanın kahramanı Prof. Kien ile serimlemeye çalışır. Kendini insanlardan tamamıyla soyutlamış, kendinden başka herkesi değersiz ve küçük gören, Viyana’da 25 bin kitabı ile beraber yaşayan, “odası dünyası kadar büyük” olan Prof. Kien’in tek tutkusu kitapları ve bilimdir. Özellikle kadınlardan nefret etmesine karşın, nasıl oluyorsa, hayatına son derece sıradan, cahil, açgözlü ve bencil bir hizmetçi kadın girer; Therese... Profesör, bu kadından kurtulmaya çalışırken, sineklerden bile değersiz bulduğu, yaşama haklarını bile fazla gördüğü insanların oyuncağı olur ve yıkıma sürüklenir. Aslında eserin yazılış ve yayımlanış tarihleri konjonktürel olarak felsefe, edebiyat, siyaset ve teolojide köklü meydan okumaların yoğun olduğu bir dönemdir. Bu dönemden yaklaşık yarım asır önce Nietzsche tanrının ölümünü ilan ederek, “tüm değerlerin yeniden-değerlendirilmesi”nin altını çizmiş ve çoğunluğun aksine 20. yüzyılın “güvenilirlik çağı” değil de yıkım ve anlamsızlığın çağı olacağını muştulamıştı. Özellikle Heidegger’in deyişiyle “Platon’dan beri unutulan varlık” tekrar felsefenin öznesi olmaya başlamış ve bu bağlamda iki dünya savaşı ile birlikte varoluşçuluk ve özelde Sartre, gündemi meşgul etmeye başlamıştı. İşte Sartre’ın büyük eseri Bulantı da, Körleşme’den iki yıl sonra, 1938’de aynı olmasa da yakın bir misyonla yayımlanmıştı. Gerçekten de Kien, dünyanın ve insan ilişkilerinin anlamsızlığına dikkat çekerken, insanın kendi kendisiyle ve çevresi ile ilgili hakikatlere ancak bilim dünyasında ulaşabileceğine inanır. Böylece kendini dış dünyadan bütünüyle soyutlayarak onbinlerce cilt kitabıyla evine kapatması, metaforik olarak insanın yokluk hissi ve yabancılaşma acısı karşısında ontolojik olarak kendine katlanma ya da yuva oluşturma durumuyla açıklanabilir. Çünkü ona göre günlük yaşam, yalanlardan kurulu yüzeysel bir düzendir. Bu noktadan sonra, Prof. Güven Savaş Kızıltan’a göre “Kien öyle bir noktaya gelmiştir ki, kişiler arası ilişkilerde açığa çıkan sevgi, saygı, sorumluluk, dürüstlük gibi değerler de ait oldukları alandan saptırılarak onun yaşamında kişi nesne ilişkilerine kaydırılmıştır. Kien kitaplarla konuşmakta, dertleşmekte, onlara vermiş olduğu herhangi bir sözü gereğince yerine getirememiş olma kaygısına düşmekte, onları muhtemel bir tehlike karşısında yalnız başlarına bırakmamak için her zaman tetikte beklemektedir.”3 Zaten kitaplarını koruma güdüsüne bağlı olarak hizmetçisiyle evlenecek ve yıkıma giden kaçınılmaz süreç de başlayacaktır. İnsanlarla ilişki kurmayı bilinçli bir şekilde erteleyen Kien’in “zorunluluktan” dolayı evlenmesi, gündelik yaşamın “yapay modeli” bir rolü içselleştirememesi sonucu gelen felaketi Kien kitabın sonunda şöyle karşılayacaktır:
Kitaplar raflardan yere dökülüyordu. Kien, uzun kollarını
açarak kitapları yakaladı. Dışarıdan duymasınlar diye çok sessiz hareket
ederek, kitapları deste deste dairenin holüne taşıdı. Demir kapının önünde dev
bir siper ördü. Hol, ciltlerle doluyor doluyordu. Merdiveni de getirdi. Kısa
süre sonra tavana erişmişti. Odasına döndü. Boş raflar yüzüne bakıyordu. Yazı
masasının önündeki halı, alev alev yanmaya başlamıştı. Mutfağın yanındaki küçük
odaya gidip, eski gazetelerin hepsini sürükleyerek dışarı çıkardı. Açtı,
buruşturup top haline getirdi ve her birini bir yana fırlattı. Merdiveni odanın
ortasına, eskiden durduğu yere getirdi. Altıncı basamağa çıktı, ateşi izleyerek
bekledi. Sonunda alevler kendisine eriştiğinde, yüksek sesle kahkaha attı; tüm
yaşamında böyle gülmemişti.4
Kien’in kitaplarını (gerçek dostlarını) yakarken attığı
kahkahalar aslında kitleyi oluşturan ve yüzü çekici gelmeyen kötü oyunculardan
(insanlardan) nefretinin bir esrime boyutudur. Çünkü “Kien’in tüm dünyası,
kafasının içindedir, ama kafasının bir dünyası yoktur.” Kitaplarla çevrili
kapalı dünyada alan daraltarak “mekânsızlaşan” ve bir anlamda Deleuze’ün
“algılanamaz oluş”una eşitlenen Kien’in bu “körlük” pozisyonu, Sartre’ın
Bulantı’da Roquentin’le ifade ettiği “Yalnız ve hür. Ama bu hürlük ölüme
benziyor biraz” anlayışına eşitlenebilir. Gerçektende Kien’in yalnızlığı,
yalnızlığının getirdiği hürlük ölüme benzer. Zaten Kien gibi Canetti de
yalnızdır/hürdür; ve bu iki kavramın “ötesinde” duran ölüm düşüncesi ileride ona
kitap yazdıracak kadar rahatsız edicidir.
Felsefe ve edebiyat tarihinin en büyük sorunu olan ölüm olgusu, Epiküros’tan, Wittgenstein’a ve hatta Heidegger’den günümüzdeki filozoflara kadar birçok kez farklı şekillerde açıklanmaya çalışılmıştır. Ontolojinin, ontoteolojinin ve dinlerin temelinde yer alan ölüm, büyük oranda Nietzscheci mirasa bağlı olarak özellikle 20. yüzyılda Heidegger, Camus, Sartre, Cioran [geniş anlamda Varoluşçu ve Nihilist düşünürler] ve Canetti gibi düşünürlerce sık sık gündeme gelmiş ve kışkırtıcı bir boyuta ulaşmıştır. Böyle bir konjonktürde Canetti’nin ölüme ilişkin düşünceleri her ne kadar Körleşme eseri üzerinden olgunlaşarak “dağınık” olarak ilerlese de, daha çok İnsanın Taşrası (1942-1972 arası notlar) ve özellikle de üzerinde duracağımız Ölüm Üzerine (1942-1993 arası notlar) eserlerinde belirgin bir şekilde teorize edilmeye çalışılır. 1942 yılında yıllardır beynini kemiren bu düşünceyle kâğıt üzerinde hesaplaşma düşüncesinin başlangıcını şu şekilde ifade edecektir: “Bugün karar verdim. Ölüme karşı düşüncelerimi yazacağım, rastgele aklıma geldiği gibi, herhangi bir bağ kurmadan ve sıkı bir plana boyun eğmeden.”5 Gerçekten de Canetti, ölüm üzerine düşünürken ve yazarken oldukça cesur ve meydan okuyucudur. Ontoteoloji ve mistisizm kökenli “memento mori”* anlayışının ve 20. yüzyılın en etkileyici ölüm yorumuna sahip olan Heidegger’in düşüncelerinin çok uzağına düşen bu söylemleri oldukça çarpıcı yorumlara maruz kalmıştır. Her şeyden önce bir çerçeve çizmek mümkünse Canetti’nin ölüm düşüncesi, ne doğal ya da biyolojik ölümle, ne ister bireysel isterse ortaklaşa olsun zor yoluyla ölümle ilgilenir, –Epiküros’tan farklı olarak Canetti, ölüme yönelik ataraksia’yı* teşvik etmez– ne de Heidegger ya da hatta Rilke’nin “içimizde bir meyve gibi olgunlaşan ölüm mistisizmi”ni kabul etmeyi salık verir. Ya da başka bir ifadeyle Reinhard Steiner’a göre “Canetti’nin zihnini gerçekten meşgul eden şey kendi kişisel ölümü ya da türün ölümü değildir; ne de sığındığımız mitsel güçlere veya hipokratik ustalıklara rağmen pençesinden asla kurtulamayacağımız o Ölümdür; onun asıl uğraştığı şey, varlığına alışmakla kalmayıp kendimizi ona göre değiştirdiğimiz ölümdür –beklenmedik bir konuk, bir yabancı gibi aniden kapımızda beliren değil de, tanıdığımız biri gibi memnuniyetle içeri davet ettiğimiz, hoş karşıladığımız ve gerçekten arzu ettiğimiz bir ölüm.”6 Canetti, İnsanın Taşrası adlı eserinde bu durumu daha net bir biçimde ifade eder:
Felsefe ve edebiyat tarihinin en büyük sorunu olan ölüm olgusu, Epiküros’tan, Wittgenstein’a ve hatta Heidegger’den günümüzdeki filozoflara kadar birçok kez farklı şekillerde açıklanmaya çalışılmıştır. Ontolojinin, ontoteolojinin ve dinlerin temelinde yer alan ölüm, büyük oranda Nietzscheci mirasa bağlı olarak özellikle 20. yüzyılda Heidegger, Camus, Sartre, Cioran [geniş anlamda Varoluşçu ve Nihilist düşünürler] ve Canetti gibi düşünürlerce sık sık gündeme gelmiş ve kışkırtıcı bir boyuta ulaşmıştır. Böyle bir konjonktürde Canetti’nin ölüme ilişkin düşünceleri her ne kadar Körleşme eseri üzerinden olgunlaşarak “dağınık” olarak ilerlese de, daha çok İnsanın Taşrası (1942-1972 arası notlar) ve özellikle de üzerinde duracağımız Ölüm Üzerine (1942-1993 arası notlar) eserlerinde belirgin bir şekilde teorize edilmeye çalışılır. 1942 yılında yıllardır beynini kemiren bu düşünceyle kâğıt üzerinde hesaplaşma düşüncesinin başlangıcını şu şekilde ifade edecektir: “Bugün karar verdim. Ölüme karşı düşüncelerimi yazacağım, rastgele aklıma geldiği gibi, herhangi bir bağ kurmadan ve sıkı bir plana boyun eğmeden.”5 Gerçekten de Canetti, ölüm üzerine düşünürken ve yazarken oldukça cesur ve meydan okuyucudur. Ontoteoloji ve mistisizm kökenli “memento mori”* anlayışının ve 20. yüzyılın en etkileyici ölüm yorumuna sahip olan Heidegger’in düşüncelerinin çok uzağına düşen bu söylemleri oldukça çarpıcı yorumlara maruz kalmıştır. Her şeyden önce bir çerçeve çizmek mümkünse Canetti’nin ölüm düşüncesi, ne doğal ya da biyolojik ölümle, ne ister bireysel isterse ortaklaşa olsun zor yoluyla ölümle ilgilenir, –Epiküros’tan farklı olarak Canetti, ölüme yönelik ataraksia’yı* teşvik etmez– ne de Heidegger ya da hatta Rilke’nin “içimizde bir meyve gibi olgunlaşan ölüm mistisizmi”ni kabul etmeyi salık verir. Ya da başka bir ifadeyle Reinhard Steiner’a göre “Canetti’nin zihnini gerçekten meşgul eden şey kendi kişisel ölümü ya da türün ölümü değildir; ne de sığındığımız mitsel güçlere veya hipokratik ustalıklara rağmen pençesinden asla kurtulamayacağımız o Ölümdür; onun asıl uğraştığı şey, varlığına alışmakla kalmayıp kendimizi ona göre değiştirdiğimiz ölümdür –beklenmedik bir konuk, bir yabancı gibi aniden kapımızda beliren değil de, tanıdığımız biri gibi memnuniyetle içeri davet ettiğimiz, hoş karşıladığımız ve gerçekten arzu ettiğimiz bir ölüm.”6 Canetti, İnsanın Taşrası adlı eserinde bu durumu daha net bir biçimde ifade eder:
Ölüme sövdüğünüz zaman insanlar size hep ne demek
istediğinizi sorarlar. Sizden dinlerde ad nauseam yinelenip duran ucuz umutları
işitme gereksinimi duyarlar. Ama hiçbir şey bilmiyorum. Söyleyecek hiçbir şeyim
yok. Karakterim, gururum ölüme asla yaltaklanmamış olmama dayanır. Başka herkes
gibi benim de, çok ender olmakla birlikte ölümü dilemişliğim oldu, ama hiç
kimse ölümü övdüğümü işitmemiştir, hiç kimse ölüme boyun eğdiğimi, onu kabul
ettiğimi ya da iyi gösterdiğimi söyleyemez. Onu gelmiş geçmiş en yararsız, en
kötü şey, tüm varoluşun başlıca belası, çözümsüz ve akıl ermez olarak, her
şeyin sonsuza dek bağlanıp içinde kıstırıldığı ve hiç kimsenin kesmeyi şimdiye
dek göze alamadığı düğüm olarak görüyorum.7
Canetti ölüm düşüncesi karşısında mevzi oluşturmaya
çalışırken iki temel varsayımı şiddetli bir şekilde eleştirir. Bunlardan ilki
ölüme mistisizm ve kutsallık atfeden ve böylece insanlığın gözlerine “sanal
sisler” çeken tek tanrılı dinlerdir. Ona göre dinler boş vaatler üreten,
varlığın ve varoluşun özünü dejenere eden, ayrıca başka bir ifadeyle felsefi
anlamda “ars moriendi”** oluşturdukları için insanlığın doğasının en temel
zıtlığıdır. Çünkü Canetti’ye göre “Dinlerin yaptığı kimilerine yararlı görünür.
Dünyadan ayrılmanın dehşet verici keskinliğini yumuşattıkları ve daha az
etkilenenlere, yani yaşamda kalanlara umut aşıladıkları doğrudur. Bununla
birlikte, din başlıca günahını, sanki hakkı varmış gibi ve yazgılarının
bilgisine sahipmiş gibi, haklarında hüküm verdiği ölülere karşı işler.”8
Gerçekten de bu ifadelerden sonra Canetti’nin ölümü dinsel motiflerle beraber
algılamasını düşünemeyiz. İkinci temel varsayım ise ölümü rasyonalize etmeye
çalışan düşünürlere ve düşüncelere karşı çıkışıdır. Bu varsayımı genel anlamda
Canetti’nin ölüme karşı akılcı eleştirisi olarak da algılayabiliriz. Ona göre
ölümü psikolojik, rasyonalist ve ontolojik bağlamda ele almak ve bir ölüm
metodolojisi kurmaya çalışmak beyhude bir çabadan ibarettir. Çünkü bir
metodoloji geliştirmeye çalışmak, ölümü olumlama, ona saygınlık kazandırma ve
hatta onu kabul etme anlamına gelir ki, bu durum Canetti düşüncesinin çok
uzağında kalan bir yaklaşımdır. Farklı bir ifadeyle belirtmeye çalışırsak,
Canetti’de ölüm metafiziği ve ölüm ontoteolojisi yer almadığı gibi o, bunu
müjdeleyen ve evetleyen düşünürleri ve felsefecileri de şiddetle eleştirir:
“İnsana ölüm vermeyi seven felsefeciler, sanki ölüm her zaman insanın
kendisininmiş gibi, sanki başlangıçtan beri insanın içindeymiş gibi, onu
yalnızca sonda görmeye dayanamazlar, geriye başlangıca uzatmayı yeğlerler…
insanın savaşmaya değer mücadelesini yapmasını önlerler. Teslimiyetin bilgelik
olduğunu bildirirler. Herkesi kendi ödleklikleri doğrultusunda ikna ederler.”9
Canetti yukarıda saydığımız temel varsayımlardan hareketle ölüm düşüncesini Kitle ve İktidar eserinde şu üç sonuçla nihayetlendirir: “1. İnsanın ölümsüzlük hakkındaki tüm planları yaşamda kalmaya dönük büyük bir arzu içerir. 2. Yaşamda kalma anı iktidar anıdır. 3. Ölümden duyulan dehşet, ölmüş olanın bir başkası olmasından duyulan memnuniyete dönüşür. Yaşamda kalan ayakta dururken, ölmüş olan yerde yatar.”10 Canetti’nin üç sonucunu yazımızın bu bölümde öncül olarak ele aldığımızda görürüz ki, onun bu mevcut söylemleri Darwin ve Nietzsche’nin temel görüşlerini çağrıştırmaktadır. Ona göre ölümü anlamlı kılmak “tiksinti verici” bir duygudur ve insan bu duyguyu bilen ve içselleştiren bir varlık olarak ölümün kabullenebilirliğine ilişkin her türlü gerekçeyi reddetmelidir. Bu noktada Heidegger’in ünlü Varlık ve Zaman eserinin 53. paragrafındaki düşüncelerine karşı çıkmaya hazırlanan Canetti’ye göre sürekli bir ölüm bilinci, bizi ölüm denilen sonu kabullenmeye zorlamayacaktır. Heidegger, eserinin bu bölümünde “birey biricikliğini, “kendi özgülüğü” içerisinde, ölüme yönelik bir “öne geçerek koşma” ile oluşturduğunu iddia etmişti. Buna göre, “ölüm için varlık” özgürlüğü, ancak bireyin kendi ölümünün “olağanüstü olanağına” yönelik bir “koşma”dan kaynaklanmaktadır.11 Thomas Macho’ya göre Canetti, bu düşüncede önemli bir tashih yapar. Yani Canetti, “ölüm için varlık” konumunu değil, fakat bir “ölüme karşı varlık” konumunu önerir. Bu “ölüme karşılık varlık”, bir başka devinim biçimince karakterize edilir: Bir “öne geçerek koşma”yla değil, hele bir “kaçma” konumuyla hiç değil, fakat geriye itme konumuyla. Canetti’nin argümanına göre “Biz ölüme doğru koşmayız, fakat ölüm bize doğru gelir ve geriye itilmelidir.”12 Bu perspektiften bakıldığında Canetti, yalnızca yokluğa övgü yoluyla ve ölümün bütünüyle inkâr edilmesi anlayışıyla insan varoluşunun tahammül edilebilir olacağına işaret eder. Ölüm Üzerine adlı eserinde şunları söyleyecektir: “Hayatın en büyük çabası, ölüme alışmamaktır.”13 Başka bir ifadeyle Canetti için, ölümün garipliği ve saçmalığı, varoluş üstündeki uzamsal ve egemen aşkınlığın kimliğinin iptal edilmesinin kesinliğine yaslanır. Burada aslında sorun, ölümün aşkınlığı dışarıda bırakması değil, özneye şimdiye ve geleceğe dair hiçbir inisiyatif bırakmamasıdır. Bu çerçeveleme insanın ölüm-yaşam ilişkisinde simetrik olmadığını göstermekle kalmaz, ölümün her yerde bulunuşunun onun özünün bir parçası olduğunu da gösterir. Yani ölüm, öznenin egemen olmadığı, onunla ilişki içinde özne olmadığı bir durumu belirtir. Son tahlilde ona göre bu anlayış, ölümün yaşam karşısındaki baskınlığının bir örneğidir; insanoğlu bu baskınlığı ancak ölümü hor görerek, reddederek ve ona meydan okuyarak aşabilir:
Canetti yukarıda saydığımız temel varsayımlardan hareketle ölüm düşüncesini Kitle ve İktidar eserinde şu üç sonuçla nihayetlendirir: “1. İnsanın ölümsüzlük hakkındaki tüm planları yaşamda kalmaya dönük büyük bir arzu içerir. 2. Yaşamda kalma anı iktidar anıdır. 3. Ölümden duyulan dehşet, ölmüş olanın bir başkası olmasından duyulan memnuniyete dönüşür. Yaşamda kalan ayakta dururken, ölmüş olan yerde yatar.”10 Canetti’nin üç sonucunu yazımızın bu bölümde öncül olarak ele aldığımızda görürüz ki, onun bu mevcut söylemleri Darwin ve Nietzsche’nin temel görüşlerini çağrıştırmaktadır. Ona göre ölümü anlamlı kılmak “tiksinti verici” bir duygudur ve insan bu duyguyu bilen ve içselleştiren bir varlık olarak ölümün kabullenebilirliğine ilişkin her türlü gerekçeyi reddetmelidir. Bu noktada Heidegger’in ünlü Varlık ve Zaman eserinin 53. paragrafındaki düşüncelerine karşı çıkmaya hazırlanan Canetti’ye göre sürekli bir ölüm bilinci, bizi ölüm denilen sonu kabullenmeye zorlamayacaktır. Heidegger, eserinin bu bölümünde “birey biricikliğini, “kendi özgülüğü” içerisinde, ölüme yönelik bir “öne geçerek koşma” ile oluşturduğunu iddia etmişti. Buna göre, “ölüm için varlık” özgürlüğü, ancak bireyin kendi ölümünün “olağanüstü olanağına” yönelik bir “koşma”dan kaynaklanmaktadır.11 Thomas Macho’ya göre Canetti, bu düşüncede önemli bir tashih yapar. Yani Canetti, “ölüm için varlık” konumunu değil, fakat bir “ölüme karşı varlık” konumunu önerir. Bu “ölüme karşılık varlık”, bir başka devinim biçimince karakterize edilir: Bir “öne geçerek koşma”yla değil, hele bir “kaçma” konumuyla hiç değil, fakat geriye itme konumuyla. Canetti’nin argümanına göre “Biz ölüme doğru koşmayız, fakat ölüm bize doğru gelir ve geriye itilmelidir.”12 Bu perspektiften bakıldığında Canetti, yalnızca yokluğa övgü yoluyla ve ölümün bütünüyle inkâr edilmesi anlayışıyla insan varoluşunun tahammül edilebilir olacağına işaret eder. Ölüm Üzerine adlı eserinde şunları söyleyecektir: “Hayatın en büyük çabası, ölüme alışmamaktır.”13 Başka bir ifadeyle Canetti için, ölümün garipliği ve saçmalığı, varoluş üstündeki uzamsal ve egemen aşkınlığın kimliğinin iptal edilmesinin kesinliğine yaslanır. Burada aslında sorun, ölümün aşkınlığı dışarıda bırakması değil, özneye şimdiye ve geleceğe dair hiçbir inisiyatif bırakmamasıdır. Bu çerçeveleme insanın ölüm-yaşam ilişkisinde simetrik olmadığını göstermekle kalmaz, ölümün her yerde bulunuşunun onun özünün bir parçası olduğunu da gösterir. Yani ölüm, öznenin egemen olmadığı, onunla ilişki içinde özne olmadığı bir durumu belirtir. Son tahlilde ona göre bu anlayış, ölümün yaşam karşısındaki baskınlığının bir örneğidir; insanoğlu bu baskınlığı ancak ölümü hor görerek, reddederek ve ona meydan okuyarak aşabilir:
Ölümsüzlük arzusunun değeri kesinlikle ölümün var olmadığı
kanısında yatar. En şiddetle arzulanan olanaksız şey odur. İnsan bu arzusunu
bilmeli, her kanıtla bilmelidir ve gerçekleştirilebilir olmadığını binlerce
kere kanıtlamalıdır. İnsana yakışan yalnızca korkunç, bitmek bilmez bir
gerilimdir. Onu gölge boksu gibi görmek aşağılık bir zihniyetin göstergesidir.
Kişinin, ölümlü olduğu bilgisine boyun eğmesi zavallılıktır. Güçleriyle sizi
ezen tanrılara yakarmanız zavallılıktır. Ölümsüzlüklerini ellerinden almaya
çalışmaksa, sırf başarısızlığa mahkûm bir çaba diye, zavallılık değildir.14
Notlar
1Ahmet Cemal, “Elias Canetti ve Körleşme Üzerine” Elias Canetti, Körleşme içinde, çev. Ahmet Cemal, Payel Yay., İstanbul 1993, s. 8.
2A.g.e., s. 10.
3Güven Savaş Kızıltan, “Özel Yabancılaşma Tarzları: Sartre’ın Bulantı ve Canetti’nin Körleşme’sinde” Yazko Felsefe Yazıları, Sayı: 6, İstanbul 1983, s. 136.
4 Canetti, Körleşme, s. 518.
5 Elias Canetti, Ölüm Üzerine, çev. Gürsel Aytaç, Payel Yay., İstanbul 2007, s. 10.
6 Reinhard Steiner, “Ölüme Karşı”, Jeff Malpas-Robert C. Solomon (ed.), Ölüm ve Felsefe içinde, çev. Nur Küçük, İthaki Yay., İstanbul 2007, s. 42.
7Elias Canetti, İnsanın Taşrası, çev. Ahmet Cemal, Payel Yay., İstanbul 2004, s. 127.
8Canetti, İnsanın Taşrası, s. 138.
9A.g.e., s. 271.
10Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen, Ayrıntı Yay., İstanbul 1998, s. 227.
11Thomas Macho, “Ölümü Aşmak: Canetti’nin Ölümlülük Eleştirisi”, Elias Canetti, Ölüm Üzerine içinde, s. 116.
12A.g.e., s. 116.
13Canetti, Ölüm Üzerine, s. 46.
14Elias Canetti, The Secret Heart of the Clock: Notes, Aphorisms, Fragments 1973-1985, çev., J. Agee, New York, Farrar, Straus-Giroux, 1989, s. 90.
1Ahmet Cemal, “Elias Canetti ve Körleşme Üzerine” Elias Canetti, Körleşme içinde, çev. Ahmet Cemal, Payel Yay., İstanbul 1993, s. 8.
2A.g.e., s. 10.
3Güven Savaş Kızıltan, “Özel Yabancılaşma Tarzları: Sartre’ın Bulantı ve Canetti’nin Körleşme’sinde” Yazko Felsefe Yazıları, Sayı: 6, İstanbul 1983, s. 136.
4 Canetti, Körleşme, s. 518.
5 Elias Canetti, Ölüm Üzerine, çev. Gürsel Aytaç, Payel Yay., İstanbul 2007, s. 10.
6 Reinhard Steiner, “Ölüme Karşı”, Jeff Malpas-Robert C. Solomon (ed.), Ölüm ve Felsefe içinde, çev. Nur Küçük, İthaki Yay., İstanbul 2007, s. 42.
7Elias Canetti, İnsanın Taşrası, çev. Ahmet Cemal, Payel Yay., İstanbul 2004, s. 127.
8Canetti, İnsanın Taşrası, s. 138.
9A.g.e., s. 271.
10Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen, Ayrıntı Yay., İstanbul 1998, s. 227.
11Thomas Macho, “Ölümü Aşmak: Canetti’nin Ölümlülük Eleştirisi”, Elias Canetti, Ölüm Üzerine içinde, s. 116.
12A.g.e., s. 116.
13Canetti, Ölüm Üzerine, s. 46.
14Elias Canetti, The Secret Heart of the Clock: Notes, Aphorisms, Fragments 1973-1985, çev., J. Agee, New York, Farrar, Straus-Giroux, 1989, s. 90.