"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

3 Haziran 2014 Salı

İSTANBUL DESTANI-BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU





İstanbul deyince aklıma martı gelir 
Yarısı gümüş, yarısı köpük 
Yarısı balık yarısı kuş 
İstanbul deyince aklıma bir masal gelir 
Bir varmış, bir yokmuş 

İstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir 
Anadolu'da toprak damlı bir evde 
Gülcemal üstüne türküler söylenir 
Süt akar cümle musluklarından 
Direklerinde güller tomurcuklanır 
Anadolu'da toprak damlı bir evde çocukluğum 
Gülcemalle gider İstanbul'a 
Gülcemalle gelir 

İstanbul deyince aklıma 
Bir sepet kınalı yapıncak gelir 
Şehzadebaşı'nda akşam üstü 
Sepetin üstünde üç tane mum 
Bir kız yanaşır insafsızca dişi 
Boyuna bosuna kurban olduğum 
Kalın dudaklarında yapıncağın balı 
Tepeden tırnağa arzu dolu 
Sam yeli, söğüt dalı, harmandalı 
Bir şarap mahzeninde doğmuş olmalı 
Şehzadebaşı'nda akşam üstü 
Yine zevrak-ı derunum 
Kırılıp kenara düştü 

İstanbul deyince aklıma Kapalıçarşı gelir 
Dokuzuncu Senfoniyle kolkola 
Cezayir marşı gelir 
Dört başı mamur bir gelin odası 
Haraç mezat satılmakta 
Bir gelinle güvey eksik yatakta 
Köşede sedef kakmalı tombul bir ut 
Tamburi Cemil Bey çalıyor eski plakta 
Sonra ellerinde şamdanlar nargileler 
Paslı Acem kılıçları 
Amerikan kovboyları 
Eller yukarı 

Ne kadar da beyaz elbiseleri 
Amerikan deniz erleri 
Kocaman bir papatyadan yolunmuşlar gibi 
Sütten duru buluttan beyaz 
Beyazın böylesine ölüm yakışır mı dersin 
Yakışmaz 
Ama harbederken onlara 
Bambaşka elbiseler giydirirler 
Kan rengi, barut rengi, duman rengi 
Kin tutar, kir tutmaz 

İstanbul deyince aklıma 
Kocaman bir dalyan gelir 
Kimi paslı bir örümcek ağı gibi 
Gerinir Beykoz'da 
Kimi Fenerbahçe'de yan gelir 
Dalyanda kırk tane Orkinos 
Kırk değirmen taşı gibi dönmektedir 
Orkinos dediğin balıkların şahı Orkinos mavzerle gözünden 

vurulur 
Denizin içinde ağaçlar devrilir 
Kan çanağına döner dalyanın yüzü 
Camgöbeği yeşili bulanır 
Bir çırpıda kırk Orkinos 
Reisin sevinçten dili dolanır 
Bir martı gelir konar direğe 
Atılan Kolyosu havada yutar 
Bir başkasını beklemez gider 
Balıkçı gülümser tatlı tatlı 
Adı Marikadır bu martının der 
Her zaman böyle gelir böyle gider 

İstanbul deyince aklıma Adalar gelir 
Dünyanın en kötü Fransızcası orda harcanır 
Çalımından geçilmez altmışlık madamların 
Ağzı dili olsa da tenhadaki çamların 
Görüp göreceği rahmeti anlatsa insanların 

İstanbul deyince aklıma kuleler gelir 
Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır 
Ama şu Kızkulesinin aklı olsa 
Galata kulesine varır 
Bir sürü çocukları olur 

İstanbul deyince aklıma 
Tophane'de küçücük bir sokak gelir 
Her Allahın günü kahvelerine 
Anadolu'dan bir sürü fakir fukara gelir 
Kimi dilenecek dilenmesine utanır 
Kiminin elinde bir süpürge peyda olur uzun 
Dudaklarında kirli paslı bir tebessüm 
Çöpçü olmuştur bugüne bugün 
Kiminin sırtında perişan bir küfe 
Kiminin sırtında nakışlı semer 
Şehrin cümbüşüne katılır gider 
Kalın yağlı bir kolana koşulur 
Piyano taşırlar omuz omuza 
Kendinden ağır yükün altında adamlar 
Balmumu gibi erir dururlar 
Sonra kanter içinde soluk alırlar 
Nazik eşya nazik hamallar ister neylersin 
Ama onlar kadar piyanoyu ciddiye alırlar mı dersin 
Nazdan nazik çiniden bilezik eller 
Derken 
Karşı radyoda gayetle mülayim bir ses 
Evlere şenlik Üstad Sinir Zulmettin 
Hacıyağına bulanmış sesiyle esner: 
Gamı şadiyi felek 
Böyle gelir böyle gider 

İstanbul deyince aklıma 
Stadyum gelir 
Güne güneşe karşı yirmibeşbin kişi 
Hepsinin dudağında İstiklal Marşı 
Bulutlar atılır top top pare pare 
Yirmibeşbin kişilik bir aydınlık içinde eririm 
Canım ağzıma gelir sevinçten hilafsız 
İsteseler bir gelincik gibi koparır veririm 

İstanbul deyince aklıma 
Stadyum gelir 
Kanımın karıştığını duyarım ılık ılık 
Memleketimin insanlarına 
Daha fazla sokulmak isterim yanlarına 
Ben de bağırırım birlikte 
Avazım çıktığı kadar 
Göğsümü gere gere 
Ver Lefter'e yaz deftere 
Stadyum gelir 
İstanbul deyince aklıma 
Binlerce insanın aynı anda 
Aynı şeyi duymasından doğan sevincin 
Heybetini düşünürüm 
Birbirine eklenir kafamda 
Binler yüzbinler milyonlar 
Sonra bir mısra havalanır ürkek 
Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar 

İstanbul deyince aklıma 
Yahya Kemal gelirdi bir eyyam 
Şimdi Orhan Veli gelir 
Demindenberi dilimin ucundasın Orhan Veli 
Demindenberi senin tadın senin tuzun 
Senin şiirin senin yüzün 
Yaralı bir güvercin misali 
Başımın üstünde dolanır durur 
Gelir sessizce konar bu şiirin bir yerine 
Neresine mi arayan bulur 
Erbabı bilir 
Deli eder insanı bu şehir deli 
Kadehlerin çınlasın Orhan Veli 

İstanbul deyince aklıma Sait Faik gelir 
Burgaz adasında kıyıda 
Mavi gözlü bir çocuk büyür döne döne 
Mavi gözlü bir ihtiyar balıkçı gencelir küçülür 
İkisi bir boya geldi mi Sait kesilirler 
Bütün İstanbul'u dolaşırlar elele başbaşa 
Ana avrat küfrederler uçan kuşa eşe dosta 
Sivriadada da martı yumurtası toplarlar çilli çilli 
Ziba mahallesinde gece yarısı 
Sabaha Galata'dan geçer yolları 
Maytaba alacakları tutar kahvede 
Zararsız bir deliyi 
Ula Hasan derler gazeteyi ters tutaysun 
Çaktırmadan gazetesini tutuştururlar fakirin 
Sonra oturup sessizce ağlarlar 

İstanbul deyince aklıma 
Sait Faik gelir 
Taşında toprağında suyunda 
Fakirin fukaranın yanıbaşında 
Bir kalem bir bilek bilendikçe bilenir 
Kıldan ince kılıçtan keskin 
Hep iyiden güzelden yana 
Hep kimsesizlerin 

İstanbul deyince aklıma 
Said'in son yılları gelir 
Hey Allahım en güzel çağında Said'e 
Dört beş yıl ömrün kaldı denir 
Sait Sait olur da nasıl dayanır 
Mavi gözlü çocuk boşverir ölüm haberine 
İhtiyar balıkçı pis pis düşünür 
Bir zehir yeşilidir açılır 
Bir yeşil ki ciğerine işler adamın 
Bir yeşil ki kasıp kavurur 
Küçük mavi çocuk 
İhtiyar balıkçı 
Ve dilimize bulaşan zehir yeşili 
İstanbul çalkalandıkça bu denizlerde dipdiri 
Dilimiz yaşadıkça yaşasın Said'in şiiri 

İstanbul deyince aklıma 
Sabiyem gelir 
Sabiyem boynundan büyük bir demetle 
Sarıyer'den gelir Pendik'ten gelir 
Bahar nereden gelirse velhasıl 
Sabiyem oradan gelir 
Ne delidir ne divane 
Aslını ararsan çingenedir 
Tepeden tırnağa güneştir 
Topraktır 
Anadır 
Analar içinde bir tanedir 
Biri sırtında biri memesinde biri karnında 
Karnı her daim burnundadır 
Canını mendil gibi takar dişine 
Yürekten birşeyler katar işine 
Bir ucundan girer şehrin ötekinden çıkar 
Alçakgönüllüdür Sabiyem 
Hem maşa satar, hem göbek atar 
Ver bir çeyrek güzelim der 
Neyse halin o çıksın falin 
Canı çıkar Sabiyemin falı çıkmaz 
Sonra anlatır dün gece başına gelenleri 
Görürüm üryamda bir sarı yılan 
Cenabet uğraşır durur benimlen 
Uyanır bakarım benim bebeler 
Yatağın ucuna kaymış 
Ayağımın parmaklarını emer 

İstanbul deyince aklıma 
Bir basma fabrikası gelir 
Duvarları uzun masaları uzun sobaları uzun 
Dal gibi dalyan gibi kızlar çalışır bütün gün ayakta 
Kanter içinde mahzun 
Yüzleri uzun elleri uzun günleri uzun 
Fabrikada pencereler tavana yakın 
Al topuklu beyaz kızlar dalga geçmeyin 
Dışarda ağaçlar dizi dizi 
Duvarlar duvarlar uzun duvarlar 
Niçin ağaçlardan ayırdınız bizi 
Dışarda tarlalar turuncu asfalt mosmor 
Dışarda dışarda dışarda 
Mevsim gürül gürül akıp gidiyor 
Ondokuz yaşında Eyüplü Gülsüm 
Dalmış beyaz köpüklü akışına ipeklilerin 
Kötü kötü düşünüyor 
İpeğin akışına doyum olmaz 
Ama gel gör ki ipekli emprimeden oğlana don olmaz 
Bir top Amerikan bezi sakız gibi beyaz 
Bir top Amerikandan neler çıkmaz 
Perdeler yatak çarşafları çoluğa çocuğa çamaşır 
Sakız gibi ağarmış bir top Amerikan bezi 
Gülsüm'ün gözleri kamaşır 
Üçüncü oğlanı doğururken Gülsüm 
Bir top Amerikana hasret sizlere ömür 
Gülsüm'lerin sürüsüne bereket 
Yerine bir Gülsüm'cük bulunur elbet 
Gider Gülsüm gelir Gülsüm 
Azrail ettiğin bulsun 

İstanbul deyince aklıma 
Ağzına kadar soğan yüklü bir taka gelir 
Sülyen kırmızısı üstüne zehir gibi yeşil 
Samsun'dan Sürmene'den Sinop'tan 
Yaz demez kış demez mutlaka gelir 
Kirli yelkeninde yeni bir yama 
Demirinin pası gelir dilime 
Nabzımda duyarım motorunun hızını 
Canımın içine sokasım gelir 
İri kalçaları pullu denizkızını 

İstanbul deyince aklıma 
Takalar gelir 
Alçakgönüllü kalender 
Ya Peleng-i Deryadır adları ya Şimşir-i Zafer 
İstanbul deyince aklıma 
Koca Sinan gelir 
On parmağı on ulu çınar gibi 
Her yandan yükselir 
Sonra gecekondular gelir ardısıra 
İsli paslı yetim 
Eyy benim dev memesinde cüceler emziren 
acayip memleketim

24 Şubat 2014 Pazartesi

Nihayet Şiir’in Mimar’ı SİNAN, KARADENİZ ’de Ortaya Çıktı

Sinan Karadeniz. 78 doğumlu. Fatsa’da gizlenmiş ve bu gizliliğinden kendine bir yol açmış şiirleri gibi yüzü de güzel bir insan. İki sevdiğine, eşi Nurdan Hanım ve evladı Ömer’e ithaf ederek, “Benimle şiiri paylaşan…” girizgâhıyla onlara teşekkürlerini sunarak kitabına ve tarihe not düşüyor. Yomblues… İlk şiir kitabı. 

Uzun zamandır Türkiye’de şiir yazılmıyor diye feveran edenler ve hafakanlar geçirenler için sıkı bir işaret fişeği. Kitap 23 şiirden mürekkep. Her birinin de kendine has bir şahsiyeti mevcut. Kitap Yasakmeyve Komşu Yayınlarından neşrediliyor. Yasakmeyve, Sinan Karadeniz’in şiirini yayımlamakla harika bir tercihte bulunmuş. Ama gerek dizgi ve gerek görsel tasarım olarak da yayınevine teşekkür etmeden geçmekte olmaz hani. 


Şair eserine “Tehlike” kelimesiyle korkusuzca dalıp hakiki şairler ordusuna yeteneğiyle ve sadakatiyle dâhil oluyor.  

Şiirin dünyaya dâhil olduğunu bildiğimizden şairi şiire götürenin tehlike olduğunu ve bu tehlikenin esasında aynı zamanda şiirin kendisinin de bundan gayri olmadığını bildiğimizden, şairin de esasında tehlikeli bir şey olduğunu bildiğimizden… Bu böyle uzar gider. Bunu biliriz. Bilmediğimiz şey ise şairin gözümüzün önüne harf ordusunu kendi üslubunca bir sırada dizip bizim ondan kendimize göre ne anlam çıkardığımızın kendimizin bile nasıl bilebildiğini ve fakat bunu kendimize dâhil bir türlü ( kaç türlü olabilir? ) açıklayamamamızdır.




“Tazecik notaların sıcak yalnızlığına” dokunmak ve  “…ıssız bir dağ şelalesinin dilinden” hikâyeler dinlemek istiyorsanız bu kitap tam size göre. 

“Güzelleşiyorsun her randevuda” diyebileceğiniz kimseler var mı bu âlemde? 

“Şefin gözleri önünde” “Koparırım bütün tellerini hayatın” diyebilecek cesaretiniz? “Bir kadının topuğundan, akarsuları olta…” ladınız mı peki hiç? 

Şehrimin bir yakasında elektrikler kesik / Ufkundaysa şimşekler çakıyor” Evet evet sizde bu anı yaşadınız mı?
Gidişlerinizin kayıptan sayılmadığını derinden hissettiniz mi? 

Kendinizi bu yeryüzünde başka bir şey de buldunuz mu? Mesela “Kesilmiş bir ağacın gövdesi” olduğunuz oldu mu? 

Sizin hiç sevdikleriniz öldü mü ve ardından onlara şiir anıtı diktiğiniz? 

Ötekileştirildiniz mi peki, aslında ötekileştirenlerin sizde kendilerini gördüklerini bildikleri için sizi ötekileştirdiklerinizi en derinden bilip hissettiniz mi? 

Anlattığınız gerçekleri masal diye dinleyip sizinle alay eden bir kahve eşrafı ile bir arada bulundunuz mu peki? 

Geceleriniz kafaya geçirilmiş bir naylon misali boğdu mu sizi her gece? 

Çoktan öldüğünüz halde cesediniz şehirdeki diğer ölülerle beraber dolaşıyor mu halen? Kenti değiştirmek için kalemi kâğıdı elinize alıp bir dostluk öyküsü yazma korkusuzluğunda bulundunuz mu peki? 

Umudun, namusun adaletin yetmediği yetmediği yetmediği size de oldu mu hiç? 

Sizin gibi düşünenlerin gözünüzün önünde düşüncelerinden dolayı sürüklendiğini ve ederi bu deyip fazla para almaktan hayâ eden insanlar tanıdınız mı çevrenizde? 


Bu sorulardan en az birine evet diyorsanız bu şiirler size iyi gelecek. Orada bir insan bulacaksınız. Ben buradayım, sizler neredesiniz? Diyen güzel bir insan.


Bu kadar yeter. Son söz şairden:

“Buyur, hadi gözlerimden bakalım” 

21 Ocak 2014 Salı

DAHA-HAKAN GÜNDAY

“Sen doğmadan iki sene önce... Bir tekne vardı, hiç unutmam, adı Swing Köpo... Rahim diye bir itin teknesi... Neyse, yükledik malı... En az 40 kelle var. Biri de hasta. Nasıl öksürüyor, bir görsen! Bitmiş herif! Kim bilir kaç yaşında, belki yetmiş, belki seksen...”

Babam bir katil olmasaydı, ben de olmayacaktım...

“Neyine gerek lan senin, dedim hatta... Kaçmak, göçmek? Gideceğin yere gitsen ne olur? Ölmeye mi çekiyorsun bu kadar eziyeti? Neyse... Sonra Rahim dedi, sen de gel, dönüşte iki laf ederiz. Benim de işim yok o zamanlar, daha kamyonu almamışım...”

Babam bir katil olmasaydı, annem beni doğururken ölmeyecekti...

“Arada, kaçağa gidenlere bir el atıyorum... Hem işi öğreniyorum hem de üç beş yolumu buluyorum... İyi lan, dedim. Bindik, açıldık işte... Sakız’a varmaya az kala bir fırtına çıktı! Zaten Swing Köpo’nun kendini götürecek hali yok! Daha ne olduğunu anlamadan, göçtük suya...”

Babam bir katil olmasaydı, asla dokuz yaşıma basmayacak ve onunla o sofraya oturmayacaktım...

“Bir baktım, herkes bir tarafta, bağıran bağırana... Adam gelmiş çölden, ne bilsin yüzmeyi! Böyle bir görünüyorlar, sonra yok! Taş gibi batıyor hepsi! Boğulup gidiyorlar... Bir ara Rahim’i gördüm, alnı kan içinde... Vurmuş kafayı teknede bir yere... Dalgaları bir gör, duvar gibi! Üstüne üstüne geliyor insanın! Sonra bir baktım, Rahim de yok...”

Babam bir katil olmasaydı, ne o bana bu hikâyeyi anlatacaktı, ne de ben onu dinleyecektim...

“Yüzeceğim de, ne tarafa gideyim, diyorum... Gecenin bir körü! Bayağı bir uğraştım... Ama yok, kafayı suyun üstünde tutmak bile mesele... Bir dalıp bir çıkıyorum... Dedim, oğlum Ahad, hayat buraya kadar! Gittin, gidiyorsun... Sonra birden, böyle, iki dalga arasında, beyaz bir şey gördüm... Üstünde de bir karaltı var...”

Babam bir katil olmasaydı, onun bir katil olduğunu hiç öğrenmeyecektim...

“Bir baktım, o hasta herif... Hani o bitik herif vardı ya... Bulmuş bir cansimidi, tutunmuş gidiyor... Nasıl yüzdüm, bilmiyorum... Ama sonunda vardım adamın yanına... Tuttum simidi, çektim elinden... Baktı bana... Uzandı böyle... İttim ben de... Boğazından tutup... Sonra da bir dalga geldi götürdü zaten...”

Ama babam bir katildi ve hepsi oldu...

O gece babam öyle ağır ağır anlattı ki hikâyesini, dudaklarının arasından kesik kesik çıkan o sessizlikler gibi karıştı aramıza kelimeleri. Hatta bu yüzden hafızama çivilenmeyip de vidalandılar. Döne döne saplandılar aklıma. Ya da aklımdan geriye ne kaldıysa ona... Şimdi düşünüyorum da, babam bir katil olmasaydı eğer, babam da olamayacaktı belki. Çünkü bana sadece bir katil babalık edebilirdi. Onu da zaman gösterdi...

Bir daha hiç bahsetmedi cinayetinden. Gerek de yoktu zaten. Kaç kez itiraf edilir ki aynı günah aynı insana? Bir kez duysan, yeter. Sofradan yavaşça kalkıp yatağa gitmek ve uzansan bile gözlerinin dimdik ayakta kalması için...

Neden şimdi, diye düşündüğümü hatırlıyorum o gece. Neden şimdi anlattı? Kendine mi yoksa bana mı anlattı? Belki de dokuz yaşındaki oğluna verip verebileceği tek hayat dersi buydu. Elindeki tek hayati bilgi. Tek gerçek hayat dersi: Hayatta kal! O dersten çıkardığım dersi de hatırlıyorum: Ama hayatta nasıl kaldığını kimseye anlatma... Kimse anlatmasın nereden geldiğini, diye ağladığımı hatırlıyorum. Kimse anlatmasın aldığı nefesleri kimlerden çaldığını. Dokuz yaşındaydım. Bilemezdim... Nasıl hayatta kalındığını anlatmak için hayatta kalındığını... Sonra bir ara, babamın o yaşlı adamı boğazından tutup ittiği anı hayal ettiğimi hatırlıyorum. Babamdaki âdemelmasından o adamda da vardır, diye düşündüğümü... Ve o yumru babamın eline gelmiş midir, diye sessizce kendime sorduğumu... Babamın avucunda bir iz bırakmış mıdır o yaşlı adamın âdemelması? Yanağımı okşadığında bana da bulaşır mı? Sonra da uyuduğumu hatırlıyorum. Sonra da uyandığımı... Sonra da, bana hazırladığı o kahvaltıyı ve o tokadı ve o emri.

Bir dilim ekmek...

“Ne anladın dün anlattıklarımdan?”
“Ya sen ölecekmişsin ya da o adam...”
İki dilim peynir...
“Aferin... Söyle bakalım... Sen olsan ne yapardın?”
“Belki o cansimidi ikinize de yeterdi...”
Bir tokat...
“Ye hadi, bakma suratıma öyle! Sil o gözlerini de...”
“Peki baba.”
Bir yumurta...
“Ben olmasam sen de yoktun, anlıyor musun?”
“Evet baba.”
Üç zeytin...
“İyi... Bunu hiç unutma! Şimdi söyle, sen olsan ne yapardın?”
“Ben de senin gibi yapardım baba.”
Biraz tereyağı...
“Ben bu hayatta ne yaptıysam, hepsi senin için.”
“Sağ ol baba.”
Bir emir...
“Madem artık bu işin nasıl bir hayat kavgası olduğunu öğrendin, bugün sen de benimle geleceksin!”
“Olur baba.”

Meğer babam bir çırak arıyormuş kendine. Eti de, kemiği de, iliği de ona ait bir çırak. Kazancını bir yabancıyla paylaşmamak için, suç ortağı olmak istiyormuş oğluyla.



“Geleceksin!” dedi, gittim. Ben o yaz, karnemi alır almaz, bir insan kaçakçısı oldum. Dokuz yaşında... Pek farkı yoktu aslında. Bir insan kaçakçısının oğlu olmaktan...

Şimdi düşünüyorum da, belki de sarhoştu o hikâyeyi anlattığında. Sonra da anlata anlata ayılınca, anlamıştı artık çok geç olduğunu... Belki de kötülüğü ağır basan bir vicdan topalıydı babam, hepsi bu. Belki de kendi babası yüzünden böyle olmuştu. O da kendi babası yüzünden... O da kendi babası yüzünden... O da kendi babası yüzünden... Sonuçta hepimiz hayatta kalanların çocukları değil miydik? Savaşlar, depremler, kuraklıklar, katliamlar, salgınlar, işgaller, kavgalar ve felaketlerden sağ çıkanların çocukları... Dolandırıcıların, hırsızların, katillerin, yalancıların, muhbirlerin, hainlerin, batan bir gemiden ilk kaçanların ve de başkalarının ellerindeki cansimitlerini söküp alanların çocukları... Sağ kalmayı bilmiş olanların... Sağ kalmak için her şeyi, ama her şeyi göze almış olanların... Bugün hayattaysak eğer, soyağacımızdan birileri “Ya o ya ben!” dediği için değil miydi? Belki de kötülüğün ağır basması bile değildi bu. Doğal olandı... Sadece bize çirkin geliyordu, o kadar... Ama doğada çirkinlik diye bir şey yoktu... Güzellik de... Gökkuşağı sadece gökkuşağıydı ve hiçbir doğa bilimleri kitabında altından geçilebileceğine ilişkin bir bilgi yoktu.

Sonuçta, beni de bu hayata iki ceset taşıdı: Biri yaşama, diğeri yaşatma isteği... Birini babam, diğerini annem istedi... Ve yaşadım ben de... Başka çarem var mıydı? Mutlaka... Ama kim bilir, belki de hayat fiziği böyle işliyor ve bir yerlerde şöyle yazıyordur:

Hayat Fiziğine Giriş:
Her doğum, en az iki ölüm eder. Biri yaşamak, diğeri yaşatmak isteğine bağlı iki ölüm.
Ancak hayata gelenin, hayatta kalması için, o ölümler sayesinde nefes aldığından habersiz olarak yaşaması gerekir.
Aksi takdirde, söz konusu kişi bir savaştan ibaret olur ve her gün içinden ölü çıkar.
Evet, belki benim adım Gazâ...
Ama hiçbir zaman intihar etmeyi düşünmedim.
Sadece bir ara... Hissettim.

*

"Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye'dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar, ondan eminim. Ve biz orada yaşıyorduk. Her gün politikacıların televizyonlara çıkıp jeopolitik öneminden söz ettği bir ülkede. Önceleri çözemezdim ne anlama geldiğini. Meğer jeopolitik önem, içi kapkaranlık ve farları fal taşı gibi otobüslerin, sırf yol üstünde diye, gecenin ortasında mola verdiği kırık dökük bir binanın ada ve parsel numaralarıyla yapılan çıkar hesapları demekmiş. 1.565 km uzunluğunda koca bir Boğaz Köprüsü anlamına geliyormuş. Ülkede yaşayanların boğazlarının içinden geçen dev bir köprü. Çıplak ayağı Doğu'da, ayakkabılı olanı Batı'da ve üzerinden yasadışı ne varsa geçip giden, yaşlı bir köprü. Kursağımızdan geçiyordu hepsi. Özellikle de, kaçak denilen insanlar...Boğazımıza takılmasınlar diye. Yutkunup gönderiyorduk hepsini. Nereye gideceklerse oraya...Sınırdan sınıra ticaret...Duvardan duvara..."

*

Hatta belki de depo halkı demokrasiyi, gerçek hayattakilerden çok daha fazla hak ediyordu. Ne de olsa depo gerçek bir kafesti ve o insanlar, etraflarını sarmış duvarların, sırtlarını yaslayacak kadar farkındaydı. Ama gerçek hayattakilerin hiçbir şeyden haberi yoktu. Özellikle de bir kafeste yaşadıklarından! Haritalara baktıklarında sadece kırmızı çizgiler görüyorlardı. Kırmızı sınır çizgileri. Hatta, bir kafes olduğunu fark edemedikleri kafeslerinin sınırlarına o kadar aşıklardı ki bu kırmızı çizgileri korumak için ölür, dirilir, sonra yeniden ölebilirlerdi. Vatandaşlık bağıyla kendilerini boyunlarından demirlerine astıkları o kafesi korumak bir onur meselesiydi. Belki de haklılardı. Ne de olsa insanoğlunun onur meselesi haline getirebileceği pek bir şeyi de kalmamıştı. 

*

Daha Hakan Günday... Daha...

Filiz Aygündüz


2000 yılının edebiyat dünyasındaki en büyük sürprizlerinden biri de “Kinyas ve Kayra” adlı romanıyla hayatımıza giren Hakan Günday’dı hiç şüphesiz. Kitap yayımlandığında henüz 24 yaşındaydı. Yazarının yaşının çok üstünde, usta işi kıvamına yakın yepyeni bir soluktu “Kinyas ve Kayra”. Daha önce okuduğumuz hiçbir romana benzemiyordu. Yer altı edebiyatı yakıştırması yapanlar oldu ama değildi. İleride “ Hakan Günday edebiyatı” diyeceğimiz nevi şahsına münhasır türün ilk örneğiydi aslında. İki yıl sonra “Zargana” çıktı kitap vitrinlerine. Onu bir yıl sonra “Piç” izledi. “Malafa” 2005’te, “Azil” 2007’de, “Ziyan” 2009’da geldi. Giderek gelişen, zenginleşen, sadık ve hayli kalabalık bir okur topluluğu oluşturan bu edebiyat, 2011 yılında “Az” ile bir büyük çıkış daha yaptı. O gün bugündür yeni romanını bekliyoruz. Müjde bir süre önce geldi ve geri sayım da başladı. Önümüzdeki hafta çarşamba günü dağıtımı başlayacak Günday’ın yeni romanı “Daha”nın.

417 sayfalık yolculuk
Benim bayram tatilim oldu “Daha”. Her sayfasında yeni bir sürprizle karşılaştığım 417 sayfalık bir yolculuk. İnsan zihninin en tekinsiz kuytularından Afganistan’a uzanan... Bu defa hayatın kendisinin ‘mücbir sebep’ olduğuna inanan Gazâ’nın öyküsünü anlatıyor Günday. 10 yaşından başlayıp 24’üne kadar dinliyoruz “Bir daha dönüp bakmayacağım geçmişe. Anlata anlata yiyip bitireceğim onu. Sonra da bir kürdanla dişlerimden kazıyıp tabanlarımla çiğneyeceğim. ‘Şimdi’den ibaret kalmanın tek yolu bu...” diyen Gazâ’nın hikayesini. Türkçenin Hakan Günday edebiyatındaki güzelliğine defalarca hayran kalarak...

Umut ya da amaca gerek yok
Gazâ, kaçak göçmen taşımacılığı yapan babasıyla birlikte yaşıyor. Kaçakların bildiği tek Türkçe kelime olan “Daha”dan geliyor romanın adı. Daha hava, daha su, daha yiyecek... Her şeyin ‘daha’sı.  Gazâ, üç kıtadan gelen göçmenlerin arasında başlayan çocukluğunda insanın kullanım kılavuzunu yazacak kadar bilgi sahibi oluyor. Kaçaklarla yaptığı mikro düzeydeki demokrasi denemesi sırasında insanın davranış modellerini gözlemliyor, liderin toplumdaki yerini sorguluyor, tanrı konumuna gelişini, halkın tepkisini, kahraman-halk çatışmasını. Galiba en çok da ‘ölüm’ü. 13 yaşındayken kaçakları Yunanistan’a geçiren teknenin kaptanlarından Harmin’den öğrendiği ‘hayatın anlamı’ teorisi kılavuzluğunu yapıyor: “Bir umut ya da amaca gerek yok, hayatta kalmak için. Öleceğini bilmek yeter. Hayatın anlamı işte bu: Ölüm korkusu... Dolayısıyla, eğer gerçek bir hayat yaşamak istiyorsan, gerçekten de bir amacın olsun istiyorsan, önce ölüm korkusunu atacaksın üzerinden... Ölüm korkusu denilen, hayatın, o yanında bedavadan verdikleri anlamı var ya, işte onu fırlatıp atacaksın! Ancak o zaman, gidip de hayatın gerçek anlamını bulursun.”

Daha kelime, daha roman
Romanda baba-oğul çatışmasını Türk edebiyatında eşine az rastlanır bir ustalıkla kaleme alıyor Günday. Aynı oğlun annesiyle ilişkisini de... Romanın ilerleyen sayfalarında yaranın yeşil bile değil, kırmızı reçetelerle pansuman edildiği bir hayat, günlük hayatın parçası haline gelen vahşet, yalnızlık, ‘iyileşme’ isteğinin gücü, bu gücün deneteceği akıl almaz metotlar, gardiyanı olduğun bir hapishaneden kaçmanın zorluğu, nefret ve linç psikolojisi kavramları üzerinden kat kat soyuyor insan zihninin en ücra kabuklarını. Şaşırtıyor, sendeletiyor, ‘anlama’ fırsatı veriyor, can yakıyor, can katıyor...
Romanını henüz bitirmiş bir yazara denecek laf değil biliyorum ama daha 40 bile olmadı kendisi... Daha Hakan Günday... Daha harf, daha kelime, daha roman.

12 Ocak 2014 Pazar

ONLAR İÇİN MİNİBÜS ŞARKISI-CEMAL SÜREYA


Eşyanın konumunu biçimini rengini almışlardır
Koltuğa oturdular mı koltuğun boyuna eklenir boyları
Pat pat pat diye gülerler bir motosiklet neşesiyle
Ama zariftirler de bir bisiklet kazasında ölmeyi akıl edecek kadar,
Patatesin ağaçtan mı koparıldığını tartışacak kadar naiftirler de,
Hakçası bilmedikleri yoktur, bütün balık adlarını bilirler bir kere,
Lunapark beğenisiyle düzenlenmiştir yatak odaları,
Kadındırlar nişanlıları kendilerine ada falan armağan ederler
Dardırlar da, söz aramızda, çekecek kullanarak işlemde bulunmak
gerekir,
Bayramlarda trafik noktalarına gül lokumu kutuları bırakırlar,
Ulusçudurlar bunun kanıtı olarak viskiyi kâseyle içerler
Ama batılıdırlar da lahmacuna havyar sürecek kadar,
Hekimdirler güneş gözlüğüyle kürtaj yaparlar başarırlar da
Şapkaları güzel bir niyet gibidir, öfkeleri dört mevsim reklamı,
Lirik değillerdir olmayı da istemezler zaten isteseler de olamazlar
Ama hamarattırlar uyku hapları ve bir sürü zımbırtıyla ölümü
magazinleştirecek kadar;
Padişahtırlar ferman çıkarmışlardır: hareme patlıcan ve hıyar ancak kıyılarak sokulabilir;
Sikke kesmişlerdir badem yaprağından ince kırağı tanesinden yeğni; Tecimendirler yüzyıllar
boyunca karılarına hükümdarların
sataşmasını ağırca bir vergi olarak kabullenmişlerdir.
Düşünürdürler de ölülerin aile albümlerinden toplumbilim
kuralları çıkaracak kadar,
Dalgalı görürler her şeyi çiçek sayrılığını omuriliklerinde
geçirmişlerdir;
Efedirler, Nazilli'de Uzunçarşı onlarındır törenlere madalyalarla
katılırlar
Ama yük kamyonları Denizli'den geçerken plaka değiştirir
Ve sakıngandırlar sokakta konuşurken sırtlarını duvara verecek
kadar;
Düğünlerinin provası yapılır sünnetlerinin de ölümlerinin de
Kefenleri de kundakları gibi özenle hazırlanır ve aynı renktedir:
Kızlar için pembe-beyaz oğlanlar için beyaz-mavi
Dünya müzesinin en renkli portreleridirler
Tarihin sabıka kaydında fotoğrafları
Önden güleç ve edilgin yandan keskin ve firavun;
Dilenciler ve genelev kadınları üstüne sayısız özdeyiş yatar
kursaklarında,
İçlerindeki sevgi insanları atlayarak hayvanlara yönelmiştir
Özellikle kedilere ve köpeklere karşı iyice duygusaldırlar
iki gözleri iki çeşme,
Öldürmemektir felsefeleri bir karıncayı bile, ama yaşatmayı
bilmezler,
Bönlükten korkarlar, gezgin köftecilerden adamakıllı korkarlar
Fotoğrafın arabından ödleri kopar
Öğretmenlerden de korkarlar nedense
Ama elbet yerine göre gözüpektirler de
Sigaralarını yüksek fırından yakacak kadar;
Çincede demagoji olanağı var mıdır?
Arpaçay ne ilçedir?
Atçalı Kel Memet mi Manisalı Kör Bayram mı?
Yarın mı öbürgün mü?
Sorulardan korkarlar;
Yine de yanıtları hazırdır her şeye:
...dığı gibi, ...mekle birlikte, ...na karşın;
Olasılığa tanrı gibi taparlar da olağandan ödleri kopar,
Doğuran atı güzel bulur
Eski Anadolu-Bağdat demiryolu ortaklığının kitaplığında
Ve bir takım belletenlerde adları geçer,
Noterler tutar güncelerini,
Yönetmendirler kurul başkanıdırlar
Japon feneri ya da uçurtma tadı taşıyan senetlerden
Zamanaşımı süresi dolmadan tüyüp gider imzaları,
Kimi sözler onlar için kullanılır: saygın, ünlü, şahane
Kimi sözler onlar için de kullanılır
Kimi sözler onlar için kullanılamaz
Kimi sözlerin kullanılmaması doğrudur
Kimi sözler hiç kullanılamaz
Haşhaşla çalıştırırlar güzellik enstitülerini
İşbilirlik konusunda yücegönüllüdürler Svidrigaylov'luk taslarlar
Gerçekte su katılmadık birer Lujin'dirler
Taşarondurlar,
Yine de
Göçmen kuşların durumu söz konusu olunca
Bir yerlerinden birkaç Ahmet Cemil birden çıkarabilirler;
Dibe çökerler devinim evrelerinde
Durgun dönemlerdeyse kurbağa pislikleri gibi
Yan yana omuz omuza bitişe bitişe
Suyun yüzüne yükselirler
Giderek renkleri koyulaşır
Avukattırlar
Günoğludurlar
Nilüferleri kararta kararta
Kalırlar orda.

VAN GOGH (GİRİŞ)-ANTONİN ARTAUD

Van Gogh’un akıl sağlığından söz edilebilir, o ki, hayatı boyunca sadece bir elini pişirmiş ve bundan başka da bir kez sol kulağını kesmekten öteye gitmemiştir,her gün, yeşil salçada pişirilmiş vajina ya da ana rahminden çıktığında toplanmış kırbaçlanıp azdırılan yeni doğmuş bebek organı yenilen bir dünyada.

Ve bu bir imge değildir ama bütün yeryüzü boyunca sık sık ve güncel olarak tekrarlanan ve desteklenen bir olgudur.

Böylelikle, bu açıklama ne kadar çılgınca görünürse görünsün, şimdiki hayat eski adilik, anarşi, düzensizlik, sayıklama, bozukluk, kronik delilik, burjuva durgunluk, ruhsal çarpıklık (çünkü insan değil de dünya bir anormal olmuştur), istenmiş namussuzluk ve çarpıcı yalancı sofuluk, soylu her şeyin pis aşağılanması, bütünüyle, ilkel bir haksızlığın gerçekleşmesi üstüne kurulu bir düzenin talebi, sonunda örgütlü cinayet atmosferi içinde kendini korumaktadır.

Her şey kötüye gitmektedir çünkü hasta bilincin şu saatte hastalığından çıkmamakta büyük yararı vardır.

Ve böylece, çürümüş toplum, kahinlik yeteneklerinden rahatsız olduğu kimi üstün açıkgörürlüklerin araştırmalarından kendini sakınmak için psikiyatriyi keşfetmiştir.


Gérard de Nerval deli değildi ama öyle olmakla suçlandı, yapmaya hazırlandığı kimi önemli açıklamaları değersiz kılmak için,

ve suçlanmaktan başka, bir de kafasına vuruldu, bir gece kafasına fiziksel olarak vuruldu, açıklayacağı korkunç olayların belleğini kaybetmesi için, ve onlar, bu darbenin etkisiyle, onda doğaüstü düzleme geçtiler, çünkü onun bilincine karşı gizlice birleşmiş bütün toplum, o anda onların gerçekliğini unutturacak kadar güçlü oldu.

Hayır, van Gogh deli değildi, ama resimleri suda yanan ateşlerdi, atom bombalarıydı, ki görüş açıları, o çağda ortalığı kasıp kavuran diğer resimlerin yanında, ikinci imparatorluk burjuvazisinin ve III. Napoléon’unkilerin olduğu kadar Thiers’in, Gambetta’nın, Felix Faure’un polislerinin kurtçuk konformizmini ağır biçimde rahatsız edebilecek nitelikteydi.

Çünkü van Gogh’un resmi, törelerin belirli bir konformizmine değil, kurumlarınkine saldırır. Ve dış doğa bile, mevsimleriyle, gel gitleriyle ve gün tün eşitliği fırtınalarıyla, van Gogh’un yeryüzünden geçişinden sonra, aynı evrensel çekimi koruyamaz.

Dahası, toplumsal düzlemde, kurumlar parçalanmaktadırlar ve tıp da işe yaramaz ve havayla bozulmuş ceset şekline bürünür, o ki van Gogh’un deli olduğunu açıklamıştır.

Çalışan van Gogh’un açıkgörürlüğü karşısında, psikiyatri artık sadece kendilerinin de takıntıları olan ve kendileri de eziyet gören goriller sığınağıdır, onlar ki insan korkusunun ve boğulmasının en feci durumlarını dindirmek için sadece gülünç bir terminolojiye sahiptirler,
bozuk beyinlerinin layık ürünü olan.

Gerçekten, bit tek psikiyatr bile yoktur ki tanınmış bir sapkın olmasın.

Ve psikiyatrların kökleşmiş sapkınlığı kuralının hiçbir istisnayı kabul edebileceğini sanmıyorum.

Ben bir tanesini tanıyorum, isyan etmişti birkaç yıl önce, içinde bulunduğu yüce reziller ve patentli düzenbazlar grubunun bütününü toplu halde böyle suçladığımı görmek düşüncesine.

Ben, bay Artaud, dedi bana, bir sapkın değilim, ve hadi bakalım size meydan okuyorum, suçlamanızı yöneltmek için dayandığınız unsurlardan bir tekini bana gösterin, görelim.

Unsur olarak sizi göstermem yeter, doktor L.*,
pis suratınızda izini taşımaktasınız, iğrenç adi yaratık.

O, cinsel avını dilinin altına sokup onu sonra badem olarak döndürenin – belirli bir şekilde incir yapmak için – çapa suratıdır.

Bunun adı, dünyalığını korumak ve kendi maydanozunu seçmektir.

Eğer cinsel birleşmede, bildiğiniz belirli bir şekilde, gırtlak deliğinden gurk gurk etmeye, ve aynı anda boğazdan, yemek borusundan, sidik yolundan ve anus’tan guruldamaya erişemediyseniz,
tatmin olmuş sayamazsınız kendinizi.

Ve iç organik sıçrayışınızda almış olduğunuz bir kıvrım vardır, cisimleşmiş tanığı mide bulandırıcı bir fuhuşun,onu ki beslemektesiniz, yıldan yıla, gitgide daha fazla, çünkü toplumsal olarak kanunun hükmüne girmez, ama başka bir kanunun hükmüne girer ki orda bütün incitilmiş bilinç acı çekmektedir, çünkü siz böyle davranarak onun soluk almasını engellemektesiniz.

Çalışan bilincin sayıkladığına karar veriyorsunuz, onu diğer yandan iğrenç cinselliğinizle boğazlamaktayken.

Ve işte zavallı van Gogh’un iffetli olduğu düzlem budur,

bir meleğin ya da bakirenin olamayacağı kadar iffetli, çünkü asıl onlardır kışkırtan ve başlangıçta besleyen, büyük makinasını günahın.

Belki de zaten, doktor L., haksız meleklerin soyundansınız, ama lütfen rahat bırakın insanları, Van Gogh’'un her çeşit günahtan arınmış vücudu, delilikten de arınmıştı, ki onu zaten bir tek günah getirir.
Ve ben katolik günaha inanmıyorum,
ama erotik suça inanıyorum, ondan ki yeryüzünün bütün dahileri,
tımarhanelerin sahici delileri sakınmışlardır,
ya da o zaman sahici deli değildiler.
Ve nedir sahici bir deli?

İnsan onurunun yüce bir fikrine karşı davranmaktansa, toplumsal olarak anlaşıldığı anlamda deli olmayı tercih etmiş insandır.

Böylece, toplum, kurtulmak ya da kendini korumak istediği herkesi tımarhanelerinde boğazlatmıştır, bazı ulu pislikler konusunda kendisiyle suç ortaklığı yapmayı reddetmiş kişiler olarak.

Çünkü bir deli, toplumun dinlemek istememiş olduğu ve dayanılmaz gerçekler söylemesini engellemek istemiş olduğu bir insandır da.

Ama, bu durumda, içeri kapatma onun tek silahı değildir, ve insanların hemfikir toplaşması, kırmak istediği iradelerin hakkından gelmek için başka yollara sahiptir.

Kır büyücülerinin küçük büyülemelerinin dışında, bütün uyarılmış bilincin dönem dönem katıldığı toplu büyüleme hareketleri vardır.

Böylece, daha yumurtası kabuğunda bir savaş, bir devrim, bir toplumsal kargaşa durumunda, birlik oluş bilinç sorgulanır ve kendini sorgular, yargısını da duyurur.

Onun kimi yankı uyandıran bireysel durumlarla ilgili olarak da doğurtulduğu ve kendinden çıkartıldığı olabilir.

Böylece, Baudelaire, Edgar Poe, Gérard de Nerval, Nietzsche, Kierkegaard, Hölderlin, Coleridge ile ilgili, üstünde herkesin anlaştığı büyülemeler olmuştur,
ve van Gogh’la ilgili de olmuştur.

Bu gündüz de meydana gelebilir, ama genellikle, tercihen, gece meydana gelir.

Böylece, acayip güçler kaldırılıp getirilmektedir yıldızlı gökyüzüne, kişilerin çoğunun kötü tininin zehirli saldırganlığının, bütün insan solukalışı üstünden, oluşturduğu şu bir çeşit karanlık kubbeye.

Böylece, yeryüzünde çırpınmış ender açıkgörür iyi niyetler, gündüzün ve gecenin bazı saatlerinde, kendilerini sahici ve uyanık bazı kabus durumlarının dibinde görürler, çevreleri, yakında törelerde açıkça belirdiği görülecek bir çeşit yurttaşlık büyüsünün müthiş emmesiyle, müthiş dokunaçlı baskısıyla sarılmış.


Bir yandan cinselliği, diğer yandan da, zaten, kilise ayinini, ya da başka ruhsal ayinleri, temel ya da dayanak noktası olarak elinde bulunduran bu oybirlikli pisliğin karşısında, motif üstünde bir manzara resmetmek için on iki mum bağlı şapkayla geceleri dolaşmakta sayıklama yoktur;çünkü nasıl yapacaktı zavallı van Gogh, kendini aydınlatmak için? geçen gün dostumuz, oyuncu Roger Blin’in, haklı olarak belirttiği gibi.

Pişmiş el ise, sadece ve sadece kahramanlıktır,
kesilmiş kulak, dolaysız mantık,
ve, tekrarlıyorum, kötü niyetini amacına ulaştırmak için
gece gündüz, ve gitgide daha çok, yenilmez olanı yiyen bir dünyaya 
bu noktada
çenesini kapamak düşer.



*çevirenin notu:Doktor L., doktor Jacques Latremoliére olabilir (Rodez akıl hastanesinin doktorlarından).

10 Ocak 2014 Cuma

DÜLGER BALIĞININ ÖLÜMÜ-SAİT FAİK ABASIYANIK

Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmağa değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?... 

Mümkün olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ü şeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki, büzülmüş böceklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim, size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle parıltılı, yanar döner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz.

Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim?

Rum balıkçıların hrisopsaros -Hristos balığı- dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel, Akdeniz'de dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, Beni İsrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; kopararır atar; çeker, parçalarmış. Akdeniz'in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, belâdan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş.

İsa, günlerden bir gün, deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. "Ne oluyorsunuz?" diye sorunca balıkçılara; "Aman" demişler balıkçılar, "elâman! Elâman bu canavardan! Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız."

İsa, yalınayak, başı kabak, dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş...

O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, destereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı.

Bütün bu alat ü edavatın dört yanını, şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmiştir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır.

Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kimbilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya, sesini! Bir o, bir de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir dülger balığının.

Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki; yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamandı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları titreyip duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez iç rüzgârının oyunuydu. Vücutta, görünüşte hiçbir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamışcasına.

Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken, deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte böyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu. Ancak, balığın ölmek üzere olduğu düşünülürse, bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama insan, yine de bu anlam’a almamağa çalışıyordu. Belki de bu, harikulâde tatlı bir ölümdür. Belki de balık, hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sanıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Denizin dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta, dişi yumurtaları, üstte erkek tohumları sallanıyor, sallanıyor, sallanıyordu. Vücudunu bir şehvet anı sarmıştır… Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmağa, rengini atmağa, hem de beyaz kesilmeğe giden bir hal almağa başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeğe, dikkatli bakmağa lüzum kalmadan, yanılmadığımı anladım.

Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmağa, balik da, git gide, saniyeden saniyeye pek belli bir halde beyazlaşmağa başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu, hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.

Artık her seyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti.. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek… Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak… Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti:

Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık su hava dediğimiz gaz suya alışmağa çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa, alışması mümkündür gibime geldi.

Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum.

Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize görünüsü dehşetli, korkunç, çirkin ama, aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini, birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa’nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kerpeteni, eğesi, testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.

Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir firsatı kaçırmayacağız. 

KUŞ SÜRÜLERİNDEN BİR DUVAR-EDİP CANSEVER


Eskişehirli bir tüccar tanırdım, bıyıkları
Gereksiz konuşan bir adamın sakarlığında
Enfiye çekerdi, bahçesindeki gülleri anlatırdı
Çocuksu yüzler bırakırdı bir takım ambarlarda

Sonbahar böyle geçerdi, o tüccarın sıkıntısı gibi
Deniz kıyılarında, hayvan leşleri arasında
Kış sanki iyi geçecek, bakıp duracaksın
Yılbaşında eski bir sevgilinin gönderdiği bir karta

Niye mektup yazmıyorum eskisi gibi
Kahverengi bir şeyler oluyordu mektuplarda
Yaşlı bir korsanın öğle uykusu doluyordu
İçime ve uykusuzluğuma

Kaypak bir haritam var şimdi, önüme seriyorum
Birbirine karışıyor Avrupa ve Asya
Bütün kara yollarında ölüme yakın bir şey var
O kadar yaklaşığım ki şu ölüm duygusuna

Okyanuslardan hiçbir şey anlamıyorum
Küçük denizlerde yaşadım da ondan mı acaba
Değilse neden bir türlü ısınamıyorum
Yoksa büyük acıların kaptanları mı dolaşır okyanuslarda

Ey büyük kaptan, Bodrumlu sarmaşıkçı
Ey gün günden yüreğimi kanatan ada
Bir yer istiyorum üstünde, doğduğum bir yer olsun
Ve uzun yollarda hiç konuşmayan şöförlerin yanında

Ey orman yollarındaki su sarnıçları
Duyuyorum içinizdeki eski ses yüklü plaklarda
Ölümün bitmiş yasını, sevincin yok olmuş fırtınasını
Sözlerini çok değişik aşkların da

Eskişehirli bir tüccar vardı. Var mıydı
Duygular, zamanlar da bir çeşit insan mıydı yoksa
Kuş sürülerinden bir duvar
Hangi kuşu çeksem ölüyor avucumda.

5 Ocak 2014 Pazar

KAPANDI KİRVE KAPILARI-HAGOP MİNTZURİ

Yerelden evrensele giden bir edebiyat damarında, el emeği göz nuru ile işlediği öyküleriyle, Mıntzuri, köy gibi makro ölçekte bir düzlemden yola çıkıp, tüm insanlığa ait makro düzeydeki tasaların anlatıcısı olmayı bu kitapta da başarıyor. Ermeni edebiyatının son iki yüzylyında büyük önem taşıyan köy edebiyatı geleneğinin, Anadolu daki temsilcileri Palulu Melkon Gürciyan, Muşlu Keğam Der Garabedyan, Harputlu Hovhannes Harutyunyan, Siverekli Rupen Zartaryan dan sonraki son halkalardan biri olan Mıntzuri özenli Türkçe çevirilerle ölümünden 23 yıl sonra yeniden doğuyor. Türkçe okurun ilk olarak Tarih Vakfı yayınları arasında çıkan İstanbul Anıları adlı eseriyle tanıdığı Mıntzuri, Armıdan Fırat ın Öte Yanı ve Atina Tuzun Var Mı? adlı derlemelerden sonra yine Erzincan ve yöresini, artık tarih olmuş şölenleri ve capcanlı renkleriyle, köyü Armıdan ı, yörenin insanları, Ermenileri, Türkleri, Rumları, Lazları, Kızılbaşları anlatıyor Kapandı Kirve Kapıları'nda.



*

Yukarı Armıdan'dan Der Boğos'u getirdiler. Üzerindeki Kürt entarisi, belindeki kuşağı ve kısa saltasıyla Ermeni papazından çok bir Kızılbaş dedesini, Kürt seyidini andırıyordu. Hesso'yu oturttular, başına İncil okudu, haçıyla suyu kutsayıp şefaat diledi. Sılo, Ğına, Gaar, sıra mağaralarda ne kadar çocuk, kadın, erkek varsa, Sılo'nun hasta veya ayağı kırık olduğu için mağarada kalan birkaç keçisi dahi, hepsi ayağa kalktılar, sanki kendileri hastaymış gibi huşuyla dinlediler. Haçla kutsanan suyu Hesso'ya içirdiler, İncil'i, haçı öptürdüler, kendileri de öptüler.


Zınzınut'ta Mercan Bacı vardı. Karabudak kıyılarında, ta Hami'deki kızıl tuz ocaklarına kadar beş altı köyü vardı ki, ona bir aziz gibi taparlardı. Ruhun beden değiştirdiğine inanırlardı. Ölüm onlar için bir son değildi. Mercan Bacı ölümün bir aşama, değişimin başlangıcı olduğu fikrini yayardı. Belindeki kuşaktan üç çift tel gönderdi, hastanın boynuna bağladılar.


Dersim'in Ovacık'ından içeride, Behre Beli geçidinin devamında, Kuzucan yönünde uzanan Munzur dağlarında, Kutu Deresi'ne bakan bir tepenin üstünde Dujik Baba'nın mezarı vardır. Kutsal bir kilimle kaplıdır mezar. Eğer sonbahar rüzgarı mezarın üzerindeki kilimi hareket ettirir de üç kere havalandırır indirirse, bu iyiye alamet sayılır, soygun ve talan tehlikesinin olmadığına hükmedilir. Mezardan toprak aldılar, kilimin tellerinden getirip hastanın dudaklarına, vücuduna sürdüler.

31 Aralık 2013 Salı

KENDİNE AİT BİR ODA-VİRGİNİA WOOLF


SELİM İLERİ

Radikal Kitap 

'Kendine Ait Bir Oda'yı yıllar önce başka bir çeviriden okumuş, pek tadına varamamıştım

‘Kendine Ait Bir Oda’ beş-altı yıl sonra 90 yaşında olacak. Virginia Woolf bu eserinin çekirdeğini, 1928 yılında Cambridge Üniversitesi’nde bir konuşma olarak
var etmiş. ‘Kendine Ait Bir Oda’ yayımlandığı günden beri ilgi devşirmeye devam ediyor. 
‘Kendine Ait Bir Oda’yı bu kez İlknur Özdemir çevirmiş dilimize; Türkçe açısından kusursuz bir çeviri, hayranlık duyarak okuyorum. 
Öyle anlaşılıyor ki, Kırmızı Kedi Yayınevi Virginia Woolf külliyatına yol almakta. İlknur Özdemir, ‘Mrs Dalloway’i de Kırmızı Kedi için çevirmişti. Biraz
ürkmüştüm. Çünkü bu eşsiz romanı Tomris Uyar’ın çevirisinden okumuştum. Sonra, Özdemir’in çevirisini okumaya başlayınca, daha ilk cümlede önemli bir ayrım
çıktı karşıma. Bütün romanın anlatımını değiştirebilecek bir ayrım. Bence tartışılmaya değer. 
‘Kendine Ait Bir Oda’yı yıllar önce başka bir çeviriden okumuş, pek tadına varamamış, bulanık sularda gezinmiştim. Şimdiyse eser pırıl pırıl görünüyor, dupduru,
alabildiğine açık seçik. Bir kez daha ‘çevirinin önemi’ karşımıza çıkıyor. 
Ama bambaşka bir sorun da karşıma çıktı. Kadının edebiyatla, yazıyla çiziyle özgürce uğraşmasını dileyen Virginia Woolf, bir ara şöyle diyor: 
“Sizlere ancak önemsiz sayılacak bir hususta fikir verebilirdim – bir kadın eğer kurmaca yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır.” 
1928’e varan süreçte, kadın kurmaca yazarlarının çileli yaşamlarını, sarp yollarını söylüyor bir bakıma. Bense yakın dönem edebiyatımızın, Türk edebiyatının
çilekeşlerini düşündüm. Kadınların yanı sıra erkekler. Hatta erkek yazarlar sayıca daha kalabalık. Üstelik yıllar 1928 falan değil, 70’lere, 80’lere uzanıyor.
Bugüne uzanıyor. 
‘Handan’ 1912 tarihlidir. O çağda bir kadın yazarın kaleminden çıktığına inanılamayacak kadar cesur bir roman. Ufak tefek skandallar kopmuş ama, Halide Edib
Hanım yolunda yürüyüp gitmiş. Pek parası yokmuş, ne var ki kendine ait bir odası olduğunu anılarından, ‘Mor Salkımlı Ev’den öğreniyoruz. 
Çeyrek yüzyıl sonra Kemal Tahir, Orhan Kemal, A. Kadir, adsız sansız ötekiler, hiçbirinin parası yok, kendilerine ait odaları yok, cezaevindeler.

Tanıdığım şairler, hikâyeciler, bir ikisi dışında romancılar bir ömür boyu edebiyatla geçim sağlayamadılar. Behçet Necatigil öğretmendi. Edip Cansever babadan
kalma antikacılığı sürdürüyordu. Vedat Günyol, Rauf Mutluay öğretmenim oldular. Kemal Tair ‘Devlet Ana’ya kadar takma adla romanları, hatta Mayk
Hammer’ler yazdı. Dağlarca’nın kitabevi vardı. Oktay Rifat Devlet Demiryolları’nda avukattı. Örnekleri istediğinizce çoğaltabilirim. 
Demek, coğrafyadan coğrafyaya, kültürden kültüre koşullar adamakıllı değişiyor. 
Virginia Woolf yazmak dediğimiz edimin ıcığını cıcığını deşiyor. Başarıya giden yolda, yazarın, hiç değilse geçinecek kadar para kazanmasını zorunlu görüyor.
Sonra tabii kendine ait bir oda. Brontë Kardeşler’in serüvenini deşerken bu soydan kaygıları büsbütün gözler önüne seriliyor: 
“(...) hem de bu kadınlar, o saygıdeğer evde bütün ailenin oturduğu odada, ‘Uğultulu Tepeler’ ya da ‘Jane Eyre’i yazmak için her seferinde birkaç tabakadan fazla
kâğıt alamayacak kadar yoksuldular.” 
77. sayfadan alıntı. Bu kez de yazmak nasıl engelleneez bir dürtüdür diye düşündüm, durdurulamaz, frenlenemez. 
Emily Brontë ‘Uğultulu Tepeler’in ne kadar çok sevildiğini hiçbir zaman göremedi. Belki bu sevgiyi düşlemedi bile. Ama yazdı. 
Virginia Woolf’a gelince, çıldırıya varan bunalımlara rağmen yazdı. Daha güvençli, özgüvenli olduğu halde, yazdıklarından hep endişe duydu. Yirminci yüzyılın
en büyük romancılarından biri bugün. Büyüklüğün pahasını canına kıyışla ödedi. 
İlknur Özdemir’in çevirisinden ‘Kendine Ait Bir Oda’yı mutlaka okuyun. ‘Gerçek’ yazarlığın hangi sancılardan geçtiğine tanık olacaksınız. 



"Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir güç olmasaydı dünya hâlâ bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı... Çar ve Kayzer ne taç giyerler, ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. İşte bu yüzden Napoléon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi."
Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf'un 1928 yılında kapılarını kadınlara yeni yeni açmakta olan Cambridge Üniversitesi'ndeki kız öğrencilere hitaben yaptığı bir konuşması üzerine şekillenmiştir. İngiltere'de kadınların seçme ve seçilme hakkını elde etmelerinden bir yıl sonra yayımlanan kitap o tarihten günümüze feminizm tartışmalarının locus classicus'u olageldi. Jane Austen ve Charlotte Brontë'den, kadınların niçin bir Savaş ve Barış yazamadıklarına; Shakespeare'in hayali kız kardeşinden bugün de tartışılmaya devam eden kadının yoksulluğu ve namusu başlıklarına, hatta yaratıcılığın doğasına kadar uzanan geniş bir yelpazede kalemini özgürce oynatan Woolf, kadınlara edebiyat alanında bir çıkış yolu gösteriyor.

"Bir kadın eğer kurmaca yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır," diyen Virginia Woolf'un sesi, aradan geçen sekseni aşkın yıla rağmen gücünü ve etkinliğini koruyor.


*

“Yazmak istediklerinizi yazdığınız sürece önemli olan tek şey budur; bunun yüzyıllarca mı yoksa yalnızca saatlerce mi önemli kalacağını kimse söyleyemez. Ama kafanızda yarattığınız dünyanın tek bir telini, elinde gümüş bir kupa tutan bir başöğretmenin ya da bir ölçü defteri tutan profesörün sözüne uymak için gözden çıkarmak en aşağılık ihanettir ve eskiden insanların başına gelebilecek en büyük felaketler arasında sayılan bekaretin ve servetin gözden çıkarılması bunun yanında yalnızca bir pire ısırığı gibi kalır.” 

"Yoksa öfke, gücün o bildik refakatçi cinlerinden miydi?"

"Sekiz çocuk doğurmuş bir kadın dünyanın gözünde yüz bin pound kazanmış bir avukattan daha mı değersizdi?"



"Evlilik, özellikle şövalye niteliklerine sahip yüksek sınıflarda, kişisel bir beğeni olayı değil, ailesel bir açgözlülük meselesiydi."

"Düşsel planda kadın son derece önemlidir; gerçek yaşamda ise tümüyle önemsiz. şiiri bir baştan öbür başa kaplar; tarihte ise hiç görülmez. kurmaca yazında kralların ve fatihlerin yaşamlarına hükmeder; gerçek yaşamda ailesinin parmağına bir yüzük geçirdiği herhangi bir oğlanın kölesidir. kurmaca yazında en esin dolu sözler, en derin düşünceler onun dudaklarından dökülür; günlük yaşamda hemen hemen hiç okuyup yazamaz ve kocasının malıdır. tarih kadından hemen hemen hiç söz etmez."

"Kadının eleştirisi karşısında duydukları tedirginliği ve bir kadının herhangi bir eleştiriyi, bir kitabın kötü, bir resmin yetersiz olduğunu ya da başka bir şeyi, aynı eleştiriyi getiren bir erkekten çok daha fazla acı vermeksizin söylemesinin olanaksızlığını da açıklar. çünkü kadınlar gerçeği söylemeye başlarsa erkeğin aynadaki görüntüsü küçülmeye başlar; yaşam karşısındaki uyumsuzluğu yok olur. aynadaki görüntü son derece önemlidir, çünkü canlılığı pekiştirir. bunu elinden aldığımızda erkek, kokaini elinden alınan bir uyuşturucu bağımlısı gibi ölüp gidebilir."

"İmzasız birçok yapıtın ardında bir kadının gizlendiğini varsayacak kadar ileri gidebilirim.

"Her şey, dahiyane bir yapıtın bir bütün olarak ve hiç örselenmeden yazarın usundan çıkabilme olasılığına karşıdır. genelde maddi koşullar buna karşıdır...üstüne üstlük tüm bu güçlükleri belirginleştirip katlanılmasını daha da güçleştiren, dünyanın o meşum vurdumduymazlığı vardır. maddi güçlükleri aşmak olanaksızdı; ama daha kötüsü, maddi olmayanlardı. keats ve flaubert ile öbür erkeklerin güçlükle katlandıkları dünyanın aldırmazlığı, kadınların durumunda aldırmazlık değil, düşmanlıktı. dünya erkeğe dediği gibi kadına da istersen yaz, beni hiç ilgilendirmiyor, demiyordu. dünya kaba bir kahkahayla, yazmak mı diyordu. yazmak senin neyine? her zaman karşısında başkaldırılacak, üstesinden gelinecek, bunu yapamazsın, onu beceremezsin diyen o iddia vardı."

"Kendileri için söylenenlere en çok aldıranlar, tam tersine deha sahibi kadınlar ve erkeklerdir... yazın, başkalarının düşüncelerine mantığın ötesinde aldırmış kimselerin enkazlarıyla kaplıdır."

"Başyapıtlar, tek ve her şeyden ayrı olarak doğmazlar; yılların ortak düşüncesinin ürünüdürler."

"Her durumda roman, insanın iç gözünde belli bir biçimin izlerini bırakan bir yapıdır."

"Kabaca dile getirilecek olursa, 'önemli' olan futbol ve spordur; modaya taşınmak, giysiler satın almak 'önemsiz'dir. ve bu değer ölçütleri kaçınılmaz biçimde yaşamdan yazına aktarılırlar. eleştirmen, 'bu önemli bir kitap' diye düşünür çünkü savaşı ele almaktadır. 'bu önemsiz bir kitap' diye düşünür, çünkü oturma odasındaki kadınların duygularını ele alıyor. değer ölçütlerinin farklılığı, daha incelmiş biçimlerde her yerde varlığını sürdürür."

"Kitaplıklarınızı istediğiniz kadar kapatıp kilitleyin; ama benim aklımın özgürlüğüne vurabileceğiniz hiçbir kilit, hiçbir kapı, hiçbir sürgü yoktur..."

"Bir kitap art arda dizilen cümlelerden değil, bir benzetme yapmak gerekirse, kemerlere, kubbelere dönüştürülmüş cümlelerden meydana gelir."

"Kadınlar erkekler gibi yazıp erkeklere benzerlerse, çok yazık olur; çünkü dünyanın büyüklüğü ve çeşitliliği göz önüne alındığında, iki cins bile yetersiz kalırken, yalnızca bir tanesi ile nasıl idare ederiz? eğitim, benzerlikler yerine farklılıkları ortaya çıkarıp güçlendirmemeli midir?"

"İki cinsin birbirine kışkırtılması; üstünlük iddialarının ve zayıflığın bir tarafın üstüne yıkılması, insanlığın taraflara bölünmüş olduğu ve bir tarafın öbürünü yenmesi gerektiği gibi konular, kürsüye çıkıp başöğretmenin elinden süslü püslü bir kupa almanın çok önemli olduğu ortaokul aşamasına aittir.

"Eğitim, benzerlikler yerine ayrılıkları ortaya çıkarıp güçlendirmemeli midir?"

"Akşam insanın yanında önemli bir görüş ve güvenilir bir gerçekle eve dönmemesi umut kırıcıydı."

"İnsanlar olgunlaştıkça "taraflara" inanmayı bırakırlar."

"Aynı kitaba bu "bu müthiş bir kitap" hem de "bu değersiz bir kitap" denmektedir. Hayır, değerlendirme yapmak, zamanın hoş geçmesini sağlamakla birlikte, tüm uğraşların en gereksizidir ve değerlendirme yapanların dediklerine boyun eğmek tutumların en onursuzudur. Yazmak istediklerini yazdığın sürece önemli olan tek şey budur, bunun yüzyıllarca mı yoksa yalnızca saatlerce mi önemli kalacağını kimse söyleyemez."

"Tutulacak en iyi yol... akıldakilerin hepsini havayla temas ettirmekti..."

"Sağımda ve solumda bir tür altın sarısı ve koyu kırmızı çalı, ateşin ısısıyla yanarmışçasına rengarenk ışıyordu. Kıyının biraz ilerisinde söğütler, saçlarını omuzlarına dökmüş, sürekli bir yas içinde ağlaşıyorlardı. Nehir gökyüzünde, köprüden o an için seçtiğini yansıtıyordu ve bir üniversiteli sandalını yansımaların içinden kürek çekerek geçirdikten sonra, sulardaki yansımalar sanki oradan hiç geçilmemiş gibi yeniden bütünleniyorlardı. İnsan orada, düşüncelere dalmış, saatlerce oturup kalabilirdi. Hak ettiğinden daha onulu bir sözcükle adlandırdığım aklım, oltasını nehre sallandırmıştı. Dakikalar birbiri ardından gelip geçtikçe, o da yansımaların ve yeşilliklerin arasında, kendini sulara bırakmış, bir batıyor, bir çıkıyor, bir o yana bir bu yana sallanıyordu, ta ki sonunda ucuna bir düşünce takılana dek. Ve sonra ip, sakınımlı biçimde yukarı çekilip yakalananlar özenle yere seriliyor. Yazık, çimenlerin üzerine yatırılınca düşüncem ne denli önemsiz, ne denli basit görünüyor, usta bir balıkçının semirip günün birinde pişirilip yenmeye değer olabilmesi için suya geri bıraktığı türden bir balık."

*

Kadınlar yüzyıllardır, erkek görüntüsünü gerçek boyutlarının iki katında gösterebilen enfes bir güce sahip büyülü birer ayna görevini yerine getirmişlerdi.

Uygar toplumlarda kullanımları nasıl olursa olsun, aynalar, tüm şiddete dayalı ve kahramanca eylemler için gereklidir. Napolyon ve Mussolini, her ikisi de bu nedenle kadınların zayıflığı üzerinde önemle dururlar, çünkü kadınlar daha aşağı düzeyde olmasalardı büyüteç işlevini yerine getiremezlerdi.

Kadın gerçeği söylemeye başlarsa erkeğin aynadaki görüntüsü küçülmeye başlar; yaşam karşısındaki uyumluluğu yok olur. Erkek sabah kahvaltısında ve akşam yemeğinde kendini gerçek boyutlarının en az iki katında göremezse, kararlar vermeyi, yerlileri uygarlaştırmayı, yasalar koymayı, kitaplar yazmayı nasıl sürdürecektir?

Her bir onluğu bozdurduğumda pasın ve çürümüşlüğün birazı silinip çıkıyor; korku ve burukluk yok oluyor. Bozuklukları çantama koyarken o günlerin burukluğunu anımsayıp, belirli bir gelirin insanda yarattığı huy değişikliği gerçekten olağanüstü, diye düşündüm.

1470 yıllarında yani Chaucer’in yaşadığı çağın hemen sonrasında: Evli kadınların kocalarınca dövülmesi erkeklerin yasal hakkıydı ve bu hak, yüksek sınıflarda olduğu gibi aşağı sınıflarda da utanç duyulmadan uygulanırdı! Aynı biçimde, anne babasının seçtiği beyefendiyle evlenmeye karşı çıkan kız çocuk, kamuoyunda hiçbir tepki uyandırmadan odaya kilitlenip dövülebiliyor, yerden yere savrulabiliyordu. Evlilik, özellikle ‘şövalye’ (nezaket ve cömertlilik) niteliklerine sahip yüksek sınıflarda, kişisel bir beğeni olayı değil, ailesel açgözlülük meselesiydi… Evlenecek taraflara çokluk beşik kertmesi yapılır, evlilikse 

Kadınlar yüzyıllardır, erkek görüntüsünü gerçek boyutlarının iki katında gösterebilen gerçekleştirilirdi!

Bundan sonraki değinme iki yüzyıl sonrasına aitti, Stuartlar zamanında: Yüksek ve orta sınıf kadınlarının kocalarını kendilerinin seçmesi hala kuraldışı olmayı sürdürüyordu ve koca bir kere seçildi mi, efendi ve sahip oluyordu, en azından yasa ve gelenekler izin verdiğince.

Kurmaca yazın yazarları arasında… Anna Karenina, Emma Bovary, Madame de Guermontes akla bir çığ gibi üşüşen bir sürü ad ve bunlardan hiçbiri ‘kişilik ve kişilik yapısından’ yoksun kadınları anımsatmıyor. Gerçekten de kadınlar, yalnızca erkeklerin yarattığı kurmaca yazında varolsalardı, kişi onları son derece önemli, çok çeşitli, kahraman ve kötü, görkemli ve aşağılık, olağanüstü güzel ve iğrenç, bir erkek denli yüce, kimilerinin düşündüğü gibi daha da üstün bir insan sanabilirdi.

Ama ne yazık ki, kendileri için söylenenlere en çok aldıranlar, tam tersine, deha sahibi kadınlar ve erkeklerdir.

Sağlam kütlesi ve kubbeleriyle İstanbul’daki Ayasofya belirir karşımızda.

Örgü ve yergi, her ikisi de bir anlam taşımazlar. … bir değerlendirme yapmak, … tüm uğraşların en gereksizidir  ve yapanların dediklerine boyun eğmek tutumların en onursuzudur. Yazmak istediklerinizi yazdığınız sürece önemli olan tek şey budur, bunun yüzyıllarca mı yoksa yalnızca saatlerce mi kalacağını kimse söyleyemez. Ama kafanızda yarattığınız dünyanın tel bir telini, elimde gümüş bir kupa tutan başöğretmenin ya da bir ölçü cetveli tutan profesörün sözüne uymak için gözden çıkarmak en aşağılık ihanettir.

ÇENGELLİİĞNE-MIGIRDİÇ MARGOSYAN

Aras Yayıncılık, Kasım 2009'da kitapçı raflarındaki yerini alan Zurna'dan sonra, Mıgırdiç Margosyan'ın çeşitli gazetelerde, o her zamanki sıcak, mizahi üslubuyla yazdığı yazılardan oluşan iki kitabı daha okurlarla buluşturdu: Margosyan'ın Yeni Yüzyıl ve Yeni Gündem yazılarını bir araya getiren Kürdan ve Evrensel'de yayımlanan makalelerinden yapılmış bir seçki olan Çengelliiğne.

1995'ten 2000'e uzanan bir dönemde Türkiye ve dünyada yaşanan olayları kapsayan bu denemelerinde Margosyan, siyasi, toplumsal ve kültürel gelişmelerin derinliklerinde yatan, çoğu zaman görülmeyen ya da görülmek istenmeyen olguları seriyor gözlerimizin önüne. Bunu yaparken, didaktik bir öğreticilikten her zaman uzak durmayı başaran usta yazar.

*
Mıgırdiç Margosyan, 23 Aralık 1938'de Diyarbakır'da, Hançepek Mahallesi'nde (Gâvur Mahallesi) doğdu. Eğitimini Süleyman Nazif İlkokulu, Ziya Gökalp Ortaokulu, daha sonra İstanbul'daki Bezciyan Ortaokulu ve Getronagan Lisesi'nde sürdürdü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdi.
1966-1972 yılları arasında Üsküdar Selamsız'daki Surp Haç Tıbrevank Ermeni Lisesi'nde müdürlüğün yanı sıra felsefe, psikoloji, Ermeni dili ve edebiyatı öğretmenliği yaptı. Daha sonra öğretmenliği bırakarak ticarete atıldı. Edebi çalışmalarını aralıksız sürdürdü. Marmara gazetesinde yayımlanan Ermenice öykülerinin bir bölümü Mer Ayt Goğmerı [Bizim Oralar] adıyla kitap haline getirildi (1984) bu kitabıyla 1988'de, Ermenice yazan yazarlara verilen Eliz Kavukçuyan Edebiyat Ödülü'nü (Paris-Fransa) aldı. Gâvur Mahallesi (1992), Söyle Margos Nerelisen? (1995) ve Biletimiz İstanbul'a Kesildi (1998) adlı Türkçe kitaplarını, 1999'da ikinci Ermenice kitabı Dikrisi Aperen [Dicle Kıyılarından] izledi. Gâvur Mahallesi Avesta Yayınları tarafından Li Ha Me, Li Wan Deran [Bizim O Yöreler] adıyla Kürtçe olarak yayımlandı (1999). Türkçe kaleme aldığı Kürdan (2010) adlı deneme yazarın yayınevimizden çıkan son kitabı.

Evrensel gazetesinde yazdığı makalelerin bir bölümü Belge Yayınları tarafından Çengelliiğne adıyla yayımlandı (1999). Aynı gazetede "Kirveme Mektuplar" adlı köşesinde yazmayı sürdüren Margosyan'ın bu makalelerinin bir bölümü Lis Basın-Yayın tarafından Kirveme Mektuplar adıyla kitaplaştırıldı (Diyarbakır, 2006).


*
Gavuru gitti mahallesi kaldı

Margosyan, babası tarafından ana dilini öğrenmesi için Diyarbakır’dan İstanbul’a zorla yollanmasa, ismini belki de gogıl bile tanımayacaktı bugün

Ermeni Edebiyatının büyük ismi Mıgırdiç Margosyan, 15 yaşında babası tarafından ana dilini öğrenmesi için Diyarbakır’dan İstanbul’a zorla yollanmasa, ismini belki de gogıl bile tanımayacaktı bugün. Dayısı Demirci Haço’nun yanında yetişmiş iyi bir demirci ustası muhtemelen İnternet aleminde bile yer bulamayacaktı zaar. Bunu, “eğitim şart” demiş olmak için aktarmadım elbette. Sokağında Kürtçe konuşulan, okulunda Türkçe okutulan bir memlekette Ermenidir kendisi. Atasının topraklarında, anasının dizinin dibinde, kendi dili ile eğitim görme olanağı bulamadığı için İstanbul’a gitmek zorunda kalır. Zorunda kalır diyorum çünkü bu gidiş sürgünden farksızdır. İstanbullu Ermeni çocuklar bile; ‘Anadolu’dan Kürtler gelmiş” diye karşılar Margosyan ve diğer Anadolu’dan getirtilen Ermeni çocukları. Diyarbakır’da ‘gavur’ sayılan Margosyan, İstanbul’da da ‘Kürt’ olarak karşılanmıştır.


Evrensel’in en kıdemli yazarlarından birisiniz…

Gazetenin ilk çıktığı gün yazı yazdıydım, çarşamba günüydü. Köşe yazısı yazma açısından Evrensel ilk göz ağrımdı ve doğrusu daha önce aklımdan köşe yazmak hiç geçmemişti. Türkçe gazetelerde yazmaya da ilk defa Evrensel’de başladım. ‘Çengelli İğne’ diye bir köşem vardı. Sonra bir müddet böyle devam ettikten sonra -ne kadar doğru bilmiyorum ama- “senin yazıların çok seviliyor bu köşeyi pazar gününe alalım” dendi. Benim için fark etmez “Pazar gavurlar azar” diye matrak da bir laf ettim. Epeyce yazdıktan sonra 1-2 sene kadar ara verdik. Yine “Hocam seninle bir görüşelim” dediler. Dedim: “Gavurdan dost, ayıdan post olmaz.” (Gülüyor) Bu kez “Kirveme Mektuplar” dedim, öyle devam ediyoruz.

Ahmet Arif’in şiirindeki ‘Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz’ demesi gibi bir esprisi mi var köşenizin adının?

Anadolu’da kirvelik konusu çok önemlidir. Erkek çocuklar sünnet olurken onu kucaklayan kişidir kirve. Sırrınızı kirveye anlatırsınız, problemlerimizi kirve çözer, kardeşin ötesinde bir şeydir. Amca çocukları bile evlenebilir ama kirvenin çocuğuyla nikah düşmez. Uzak mesafedir, saygındır ama aynı zamanda yakındır da. Kürtlerde de vardır. Ermenilerde de var bu kirvelik ama Müslümanlardaki sünnet olayında olduğu gibi değil. Gelin ve damat evlenecekleri zaman kilisede ayin esnasında onların başında bir haç tutulur, o haçı tutan kirvedir. Sokaktan geçen biri o haçı tutamaz yani.

Yazı başlıklarınız mutlaka ‘bilmem ne meselesi’ olur. Bunun sebebi nedir?

Evrensel’de ilk günden ‘mesele’ olarak yazdım. Biraz kendiliğinden oluştu. Birinci yazı mesele, iki öyle, üç öyle… O artık sıradan bir şey gibi geldi. Sonradan dikkatimi çekti, bizim ülkemizde mesele hiç bitmiyor. Herkes gelir, bir şeyler söyler, yapar, eder ama o mesele kalır. Şu veya bu şekilde yozlaşır, üç, beş sene sonra aynı meselenin değişik bir hali karşına çıkar.

Mesele bitmez yani...

Maalesef. Aynı meseleleri çözememenin verdiği kısır döngülü bir zihniyet meselesi de var. Halletmeniz gereken nedir? Kürt sorunu. Bu bir meseledir. Kaç senedir var? Otuz senedir var. Daha gerilere giderseniz taa ittihat döneminden Ermeni meselesi var. Çözülmemiş, bugüne kadar gelmiş, değiştirilmiş, şu veya bu şekilde üstü örtülmüş ama bitmeyen bir haldedir. Kötü olan, bir meseleyi çözememiş olmanın verdiği sıkıntıyı tekrar tekrar yaşamak.

GET OĞLUM GET, ANA DİLİMİZİ ÖĞREN

Babanız siz 15 yaşında iken ana dilinizi öğrenmeniz için ananızın yanından çok uzaklara İstanbul’a yollamış sizi. Neden?

Diyarbakır’da ana dilimi konuşamamak, yazamamak yalnız benim değil, benimle yaşıt Ermeni çocuklarının hepsinin gerçeğiydi. Çünkü Diyarbakır’da Ermeni okulu yoktu. Babam 1915 olaylarında 4 yaşındayken kafleye çıktığında…

Kafle?

Diyarbakır’da hiçbir zaman soykırım denmez. Kıyım denebilir; belki, tehcir, göç denebilir ama hepsini içeren bir şey vardır, o da kafle. Kafile halinde yola çıkanların bir kısmı meçhule gitmiştir. Bu lafı çocukluğumdan beri duyduğum için soykırımdan öte çok değişik bir anlamı var benim için.

Babanız kafleden kurtuluyor yani…

Kafle darmadağın oluyor. Babam orada kalıyor, kafile yürüyor gidiyor. Siverek yakınlarında köylülerden birinin yanında büyüyor 15-16 yaşına kadar, Müslüman olarak. Sünnet ediliyor, ismi Ali oluyor, çobanlık yapıyor falan filan.

Peki Ermeni olduğunun bilincinde mi?


Hayır ama tabii bazı şeyleri anımsıyor. Annesiyle Ermenice konuşmuş, Zazaca konuşmuş. Seneler sonra annesini bulduğunda annesi tabiri caizse keçileri kaçırmış; iki tane çocuğunu kaybetmiş falan… Tabii bu travmayı yaşayınca benim Ermenice öğrenmemi çok arzu ediyordu babam. 1953 yılında İstanbul’da bir ruhban okulu açıldı veya açılacak. Bir rahip geldi ve dedi ki: “Buradaki Ermeni çocuklarından ilkokulu bitirenleri alıp İstanbul’da yatılı bir okula götüreceğiz.” Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun o bölgelerinden okullara öğrenci kaydettiler. İşte ben o ilk öğrencilerin içerisindeydim. Okul yeni kurulduğu için 6. sınıftan başlayacaktı okutmaya. Babam: “Get oğlum get, üç sene kaybet, 6. sınıftan başla ama yeter ki ana dilimizi öğren” dedi.



DİYARBAKIR’DA ERMENİYDİM, İSTANBUL’DA KÜRT OLDUM!

Buraya gelince de sizi Kürt sanmışlar!

İlk geldiğimiz yıl okulun badana boyası daha bitmediği için bizi bir müddet Şişli’deki Karagözyan Yetimhanesinde konuk ettiler. Anadolu’dan gelmişiz “Geliyem, gidiyem” diyoruz; Kayserili “Nörüyon” falan diyor. Bizi Kürt zannettiler. Diyarbakır’da Ermeniydim, İstanbul’a gelince bir anda Kürt oldum!

Diyarbakır’dasınız, ana diliniz Ermenice ama onu bilmiyorsunuz çünkü okuma şansınız yok, her taraf Kürt dolu, haliyle Kürtçe biliyorsunuz ama okulda da Türkçe eğitim görüyorsunuz… Bayağı karışıkmış haliniz…

Bizim evimizde dört dil konuşulurdu Diyarbakır’da. Nenem, dedem daha çok Ermenice konuşurdu fakat bizim şu an konuştuğumuz temiz Ermenice değil, Diyarbakır yöresine mahsus bir Ermenice. Zaza köyünden geldikleri için ana dilleri kadar Zazaca biliyorlardı. Keza Diyarbakır’da yaşadıkları için Kürtçeyi iyi biliyorlardı. Bir de çat pat da olsa Türkçe konuşuyorlardı. Biz çocuklar biraz Kürtçe anlıyorduk, Zazacayı ise hiç bilmiyorduk. Dayımın yanında demirci çıraklığı yapıyordum o zaman. Müşterilerin çoğu Kürt olduğu için Kürtçe öğrenmiştim. İstanbul’a gelince zaman içerisinde unuttum. Şimdi Diyarbakır’a gittiğimde yavaş yavaş başladım tekrar çözmeye.

Sizin edebiyatınızın çok dilli olması, böyle bir ortam içerisinde büyümemiş olsanız mümkün olabilir miydi?

Geçenlerde bir Mazxana (Büyük Ev) diye bir sergi yapıldı. Oraya fotoğraf altları yazdık gönderdik. Şimdi bizim Diyarbakır’da büyük bir ev vardı ona Mazxana derlerdi. Mazxana Ermenice ‘Metz Xana’dır. Metz ‘büyük’, Xana da bildiğin ‘ev’ demek. Kürtlerde ‘Mezin Xana’ der. Ben öyle zannediyorum ki o ‘Metz Xana’ Kürtçeye ‘Mezin Xana’ olarak geçmiş veya Kürtçe’deki mezin sözcüğü Ermeniceye metz olarak geçmiş. Ben yerel söylemleri edebiyata aktarmaya çalıştım. Çünkü aksi olan yapmacık gelecekti. Mesela babamı kendi şivesiyle konuşturmadığım takdirde sırıtır. “Ula oğlum sen hiç adam olmazsan” derdi. Kürt sokakta su satıyor: “Soğuk su, kızmemesi gibi, ceviz içi gibi, soğuk su...” reklamını böyle yapıyor. Eee şimdi böyleyken siz kendi kafanıza göre bir şey kullanırsanız güzel değildir. 

HELAL OLSUN LA GAVURUNOGLİ!

Sizin mahallenize “gavur” diyenlerin diliyle anlatıyorsunuz hikayelerinizi. Bu da ironik bir durum değil mi?

Türkiye’nin en büyük meselelerinden biri şu an Kürt meselesidir dedik. İyi de bu insanlar Madagaskar’dan gelmediler ki! Zaten bu topraklarda yaşıyorlardı Kürtler de, Ermeniler de. Buranın yerleşik kadim halkları. Yaşamları o kadar iç içe geçmiş ki; ben de acısıyla, tatlısıyla birbirleriyle olan iletişimlerini güncel yaşamımda neyse öyle koydum. Mesela Kure Mama… Halktan bir kadın, diploması yok, asistanları da kendi gibi birtakım kadınlar. Bir kadın hamile kalacak, öyle hastane bilmem ne falan yok! Kure Mama var. Kure Mama hangi kadının başına çağrılırsa çağrılsın, artık o kadın Ermeni mi, Kürt mü, Laz mı, Çingene mi onun için bir önemi yok! O bir insanın yardımına koşuyor, o doğacak çocuk Kure Mama’nın el becerisiyle doğacaktır.

Ben Batıda doğup büyüdüm… Bazı yerleşik söylemlerin sorunlu olduğunu ileri yaşlarda anlayabiliyorsun… “Ne vuruyorsun gavur gibi!” derdik. “Gavur ölüsü” gibi ağır denirdi...

“Gavur ölüsü gibi ağır”. Niye ağır? Çünkü o kadar günahkar ki gavurlar, ölüleri ağır olur. Mesela zaman zaman gavur tabirini iyi anlamda kullanırlar ki o da bir dışlamadır. Babam iyi bir dişçi, mesleğini iyi yapıyor. O diş çektiği zaman “Helal olsun la gavurunogli! Ele bi dişimi çekti ki desen zaar sivrisinek dişimi ısırdı.” Burada bir olumlu durum var ama bir yandan da gavurluğu sıkıştırıyor araya. Bırakın Anadolu’daki gariban insanı Profesör olmuştur ama daha hâlâ “gavurlarla alışveriş yapma!” der, daima bir ön yargısı vardır.

Bu söylemler kanıksandığında işimiz daha da zorlaşmıyor mu?

Kültür dediğiniz şey insanların kulağına huniyle doldurulmuyor. Zaman içerisinde, gündelik yaşantınızda, babadan, dededen gel gele bir yere varıyor. Diyarbakır’da 7 yaşındaki bir velet bana gavur dediği zaman onun ne olduğunu bilmiyor ki. Belki bir on yıl kadar önce Evrensel Kültür Merkezinin İzmir’deki bir toplantısına katılmıştım. Yaklaşık 100-150 kişilik bir grup, çoğunluğu üniversite öğrencileri falan. Gençlerden biri gayet safiyane ve içtenlikle: “Ermeniler nasıl insanlardır?” diye sordu! “İki eli, ayağı olur, sizin gibi, benim gibi, iki yüzlü olurlar, sizin gibi, benim gibi...” dedim. Bu soru sorulduğu zaman cevabını bilmiyordum ama sonra buldum! Türk Standartları Enstitüsü bir kitap yayınlamıştı. İşte o kitapta “Ermeniler nasıl insanlardır?” sorusunun cevabı var.

Nasıl insanlarmış?

“Türkiye’de sizi aldatan birine mi rastladınız, bilin ki bu muhakkak Ermenidir. Ama bir Türk’e mi iş yaptıracaksınız? Mukaveleye gerek yok sözü kafidir.” Bunu devletin resmi bir makamı yapıyor ve bu kitap okullara öneriliyor. Duyunca insanın tüyleri diken diken oluyor. Siz bu ülkede yaşayan bir Ermeni’yi kaymakam yapmıyorsunuz, bırak kaymakamı çöpçü bile yapmıyorsunuz, askeri okula almıyorsunuz… Anayasal olarak bunların bir engeli yok ama almıyorsunuz.

Asker asla yok öyle mi?

Asla, alabileceğiniz en üst rütbe asteğmenliktir o kadar. Kamu kuruluşunda çalışamazsınız. Enteresan olan, seçilebilirsen milletvekili olabiliyorsun ama kaymakam olamazsın! Çünkü kaymakam, vali, devleti temsil ediyor. Devlet ile millet arasındaki ayrılığı bundan daha bariz başka bir şey gösteremez.

KÜRT OLMAZSA MESELESİ DE OLMAZ

1915 öncesi Ermeni nüfusu ne kadar Diyarbakır’da?

Afaki bir şey söylemeyeyim ama 1915 olaylarından evvel Diyarbakır’da nüfusun yaklaşık yüzde 30’u Ermeni.

Çok büyük bir rakam!

Evet. Ha keza okullar da öyle. Hemen bütün Diyarbakır’da ve Anadolu’nun birçok yerinde Ermeni okullar var. Çok önemli liselerimiz olmuştur; Erzurum’da, Kayseri’de, Diyarbakır’da…

Hâlâ çözümsüzlüğünde ısrar edilen ana dilde eğitim yüz sene önce varmış yani… Kürt okulu yok ama değil mi?

Yok tabii, Kürt’ün kendisi de otuz sene evveline kadar yoktu. Otuz sene evveline kadar kart kurtla geçti ömrümüz. Sonra jeton düştü: “ A Kürt var ya pardon!” dedik. Ondan sonra da şimdi başımıza bir mesele çıktı; Kürt meselesi. Tabii Kürt olmazsa meselesi de olmaz. Ama varken onu inkar ederseniz bak o zaman meseleye dönüşüyor işte.

GÜCÜ YETEN YETENEYDİ

Oturdukları mahalleye Gavur Mahallesi denmesi Ermeniler açısından incitici bir şey değil mi?

Orası niye gavur mahallesi? Çünkü Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı yer. Bir nevi gettolaşmış orada. Kilise ve kilisenin etrafındaki Ermeniler. Keza bugün Diyarbakır’da Kore Mahallesi denen bir yer var ki orada eskiden Museviler yaşardı, onlara da Moşe derlerdi. Süryanilerin yaşadığı mahalleler vardı. Hançepek’te on Ermeni evinin yanında bir Müslüman’ın evi falan vardı. Gavur Mahallesi’nde yaşayanların kendisi belki o gavurluğu özümsemiştir, o anlamda bir sorunları yok. Ama zaman içerisinde şu veya bu şekilde sürtüşmeler olabiliyor. Mesela çocukluğumda hatırlarım… Top oynarken, gelir Müslüman çocuklar ve “Gidin la gidin gavuroğlu gavurlar, biz oynucaz!” Orada biri oynayacaksa ilk hak onundur, siz ikinci sınıfsınız.

Birlikte oynamaz mıydınız?

Arada bir olurdu tabii. Ermeni çocukların kendi takımı vardı “Ay Şen” diye. O zaman Diyarbakır’da “Ay Spor” vardı biz de oradan uydurduk işte. Sempati duyuyorduk, renkleri Fenerbahçe renkleriydi. Müslümanlarınki de “Yıldız Şen”idi. O da “Yıldız Spor”dan uydurma, onun renkleri de Galatasaray renkleriydi. Ay Şen ile Yıldız Şen bir araya gelip maç yapardık hesapta. O maç muhakkak kavga ile biterdi. Hakem de Yahudi olurdu ve sonra kızar hep beraber Yahudi hakemi döverdik.(Gülüyor) Gücü yeten yeteneydi yani. Bunu söylerken bir espri olarak algılamayın, maalesef bir gerçek bu. Gavur Mahallesi’nden geçen Süryani çocuklara Ermeni çocuklar kavun, karpuz kabuğu atabilirlerdi çünkü Museviler sayı olarak Ermenilerden daha azdı. Ermeni ve Süryani çocuklar birleşip Musevi çocukları taş yağmuruna tutar çünkü onlar daha da az! Öte yanda Müslüman’ın borusu daha çok ötüyor çünkü o daha çok! Bugün de öyle değil mi? Çoğunluk genelde azınlığı hallediyor. Oysa hakiki demokrasilerde azınlığın borusunun daha çok ötmesi lazım. O boruyu susturursanız o demokrasi olmaktan çıkar.

HÂLÂ BİR TAT, BİR KOKU, BİR SES BANA BİR SÜRÜ ŞEYİ ÇAĞRIŞTIRIR

15 yaşına kadar Diyarbakır’da kaldığınız düşünülürse bu kadar kısa sürede nasıl bu kadar Diyarbakır hikayesi biriktirebildiniz?

Bu soru bana sık sık sorulur. Gerçekten de ben 15 yaşıma kadar Diyarbakır’da herhalde farkında olmadan çok iyi bir gözlemci olmuşum. İstanbul’a geldikten sonra lisede okurken, ufaktan başlamıştım Ermenice hikayeler yazmaya. Edebiyat hocam: “Sen Anadolu hikayeleri, doğduğun yerleri anlat” dedi bana. O bana mihenk noktası gibi oldu. Ben de Anadolu’yu, memleketimi, Diyarbakır’ı, Gavur Mahallesi’ni anlatmaya kalkınca baktım ki, aklımda o zamana kadar düşünmediğim birçok şey çağrışıyor. Bugün de hâlâ bir tat, bir koku, bir ses bana bir sürü şeyi çağrıştırır.

NE İŞİM VARDI BENİM İSTANBUL’DA

Bir hayal kuracak olsanız nasıl bir Gavur Mahallesi istersiniz?

İnsanların etnik kimliklerini öne çıkaran bir dünya düzeni kurmak istemezdim. Esas olan insandır benim için. Gavur Mahallesi dediğimiz yerde zaten gavur gitmiş, mahallesi kalmış. Böyle “ah keşke” diye hayallere dalıp orada böyle bir yaşamı ne kadar hayata geçirebilirsiniz bilmiyorum. Ama keşke hayal kurmak zorunda kalmasaydım; dedem, babam, ailem bunları yaşamasa; İstanbul’a gelmesem, ana dilimi orada öğrensem; öğretmen olmasam, demirci olsaydım… Kendime göre bir hayatım olsaydı. Ne işim vardı benim İstanbul’da? Hadi ben bu topraklardayım ne işi var insanların Amerika’da, Fransa’da? Geride ailesini bırakmış, annesini kaybetmiş, tehcir yollarında bilmem ne olmuş. Amerika’da yaşayan dayım Demirci Haço’nun ne işi vardı orada? Kalktı çocuklarının peşinden gitti. Hiçbir zaman mutlu olmadı çünkü burada yediği domatesi orada yetiştirmeye çalıştı kendi bahçesinde. Amerikalı izin verir mi bahçede domates yetiştirmeye… 

Devrim Büyükacaroğlu - Evrensel

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9