Olmak
ve de olmamak
Beş yaş
insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar.
Ben
Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin
büyük kısmını pencerenin önünde, dışarıdaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak,
yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı.
Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık
ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben hızla yaşlanıyordum.
Hayatımdaki
tek iyi şey artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışımdı. Zarardan kâr. Uzun süre
annem ile babama anaokulunun bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştım
aslında. Bütün rasyonel dayanaklanyla. Hiçbir işe yaramamışa maalesef. İlla ki
uykumda kan ter içinde tepinmek, servis minibüsü kapıya geldiğinde küçük çaplı bir
sinir krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerekecekti derdimi anlamaları için.
Kepazelik. İnşam kendinden utandırıyorlardı.
Aslında
anaokuluna başlarken bu kurum hakkında iyi ya da kötü herhangi bir önyargıya
sahip değildim. Ama talihsiz bir başlangıç yaptım işte. Müdire Hanım’la, sınıf öğretmenimle
ve yuvadaki diğer çocuklarla tek tek tokalaştıktan sonra kustum. Annem çok
ulandı ama sınıf öğretmenimiz anlayışlı davrandı. Anneme ilk gün biraz heyecan
duymamın normal karşılanması gerektiğini, sık sık böyle şeyler yaşandığını falan
açıkladı. Keşke saçını öyle tuhaf bir biçimde topuz yapmasaydı. Belki o zaman
ona ben de inanabilirdim.
Bir şey
nasıl başlarsa öyle gidiyor. Bir türlü ısınamadım anaokuluna. Günün ilk kısmı,
genellikle öğretmenimizin bize yazın ne yetişir, kışın ne pişer türü saçmasapan
hilgiler vermesiyle geçiyordu. İşin kötüsü kadın katılımcı ders işleme metoduna
kafayı takmıştı ve durmadan, açtığı can sıkıcı konular hakkında bir yorumda
bulunmamızı bekliyordu. Bana bir şey soracak korkusuyla başımı önümden kaldıramıyordum.
Bir de şarkı söyleme muhabbeti vardı. Repertuarımız, dünyanın en kötü müzisyenleri
tarafından, eğitilebilir küçük embesiller için yazılmış bazı eserlerden oluşuyordu
ve açıkçası sınıf arkadaşlarımın müzikal yetenekleri heveslerinin çok altındaydı.
Ben tabii ki süregiden kakofoniye katılmayı reddettiğim için, şarkının durak
noktalarında öğretmen adımı bağırarak aklınca beni sanata teşvik ediyordu. Utancımdan
yerin dibine geçecek gibi oluyordum. Benden, evde Shostakovieh dinleyen benden,
“kestane, gürgen, palamut” diye yırtınmam bekleniyordu. Neyse ki asosyalliğim
ve ara ara içimde kopan fırtınaları dışa vuran mimiklerim sayesinde öğretmen
benim bir zihinsel özürlü olduğuma hükmetti de düştü yakamdan.
İki
saattik öğle uykusu da cehennem azabından farksızdı. Üç katlı bir ranzanın orta
katına yerleştirilmiştim. Bir dakika bile uyuyamadım orada. Tepemdeki suntanın üzerinde
bulup çıkardığım, benden başka kimsenin görmediği korkunç suratlarla bakışıp
durduk beş ay boyunca. Ayrıca susuzluktan geberiyordum. Yatağımıza işemeyelim
diye Öğleden önce su vermiyorlardı çünkü. Herkes osura osura uyuyor, ben diri
diri gömüldüğüm bu mezarda çile dolduruyordum. İki saat sonra öğretmen çıngırağını
sallayarak odaya girdiğinde gerinerek uyanıyormuş gibi yapıyordum.
Sonra
çocukların en çok bayıldığı faaliyete, oyun oynamaya geliyordu sıra. Oyun odasının
kapısı açılınca çocuklar gerçekten göz alıcı rengârenk tuğlalar, toplar,
arabalar ve daha bir sürü oyuncakla dolu odaya saldırıyorlardı. Onlar kurtlarını
dökerken sadece ben ve birkaç sersem kız, elişi masasının başına geçiyorduk. Öğretmen,
biz sakin mizaçlı öğrencilerine, takvim kâğıdından kolye yapımı zanaatını öğretmeye
çalışıyordu. Anneler Günü yaklaşırken iki üç günlüğüne tüm sınıfın elişi
dersine girmesi zorunlu tutuldu. Herkes annesine hediye olarak takvim kâğıdından
kolye yapabilsin diye. Sonuçta kolye yapmayı kıvıramayan tek çocuk bendim. Tabii
kimse yadırgamadı bu durumu. Ögreımen kendi yaptığı örnek kolyeyi verdi bana,
anneme götüreyim diye (sanıyorum bunu baştan planlamıştı) ama ben bu teklifi
kesin bir dille geri çevirdim. Öğretmen de durumu tüm sınıfa ilan etme gereği
duydu. “Arkadaşınız annesine hediye vermeyecekmiş çocuklar.” İşte o zaman ölmek
istedim. Meseleyi daha fazla uzatmasın diye kaptım zımbırtıyı elinden. Kapadı çenesini
sürtük.
Susuzluk
problemimi annem ile babama açmıştım ve bunun üzerine onlar da gelip durumu Müdire
Hanım’a bildirmişlerdi. Bunun üzerine Müdire Hanım ikindi kahvaltısındaki yarım
bardaklık su hakkımın bir bardağa çıkarılmasını buyurdu. Maalesef bu yeni düzenleme,
bana kendimi daha da kötü hissettirmekten başka işe yaramadı. Yemek masasının
en dibinde, duvar kenarında oturuyordum ve bana uzatılan bu torpilli su bardağına
uzanamıyordum bir türlü. Ben köşemde pısmış dururken, öğretmen bardağı cevval
arkadaşlarımın elinden kurtarmaya çalışarak, “Çocuğum alsana suyunu,” demek
zorunda kalıyordu. Üstelik Allahın cezaları, hiç gerek yokken bisküvi istihkakımı
da artırmışlardı. Herkese üç, bana beş bisküvi. “Çocuğum alsana tabağını!”
Her
neyse. O cehennemde yaşadığım bir diğer olay var ki, onun yanında tüm bu anlattıklarımın
ruhumda yarattığı hasar solda sıfır kalır. Oyun odasının bir köşesinde okulda
ilgimi çeken tek şey duruyordu: Pırıl pırıl parlayan, siyah, kuyruklu bir
piyano. Cuma akşamları, kalasına bir kutu jöle boca etmiş, hep aynı boktan takım
elbiseyle gezen bir ibibik gelip, isteyen -ve ailesinin maddi durumu buna yeten-
çocuklara iki saat piyano dersi veriyordu. Tabii benim işim olmazdı. Bir, ders ücreti
çok yüksekti; İki, herif berbat piyano çalıyordu. Yine de, o harikulade aletin
tuşlarına basmak için dayanılmaz bir istek duyuyordum. Artık bu arzu bende nasıl
bir saplantı haline gelmişse, bir gün öğle uykusu saatinde gizlice kalkıp oyun
odasına girdim. Yavaşça piyanonun yanına sokulup, klavyeyi örten kapağı kaldırdım.
Heyecandan donuma edecek gibiydim. Yüreğim gümbür gümbür çarpıyor, ellerim
titriyordu. Parmaklarımı tuşların üzerinde gezdirdim. Birileri gürültüye
uyanmasın diye sadece bir tek tuşa basacaktım. Ya siyah olacaktı bu tuş, ya
beyaz. Siyah. Tabii ki. Ruhum tekmelenmiş bir sokak köpeği gibi inledi odada “rediyezz”
diye. Gözümden bir damla yaş süzüldü. Sol gözümden. O anda bir tıkırtı işitip
arkama döndüm. Sınıf başkanı şişko, sadece çocuklarda görülebilecek türden
sadist bir zevkle beni izliyordu. Dolma gibi parmaklarından birini bana doğru
salladı. “Seni şikayet edeceğim!” istiyordu ki sefil bir yalan uydurmaya çalışayım,
beni daha da çok sıkıştırabilsin. Ayıyı ittirip tuvalete kaçtım. Öğretmen konu
hakkında bir şey söylemedi ama bildiğini gözlerinden okuyabiliyordum. Bir daha
oraya ayak basmamaya yemin ettim. Sonra da, işte dediğim gibi, evdeki cinnet gösterileri
falan.
Annem
derhal başka bir anaokuluna gönderilmem fikrini ortaya attı. Babamla ikisi işteyken
benim evde yalnız kalmamı istemiyordu. Nedense evdeki tüm ilaçları yutup
kendimi öldüreceğim gibi tuhaf bir düşünceye kapılmıştı. Oysa kim böyle bir
salaklık yapar ki? Kendini camdan aşağı atmak varken. Anneler böyledir zaten. Olur
olmadık konularda evhamlanırlar. Evrimsel nedenlerle. Girmeyeceğim ayrıntıya. Babam
ise, şu ya da bu anaokuluna gitmemin bir şeyi değiştirmeyeceği gerçeğini anlamış
görünüyordu ve evde yalnız kalmamın herhangi bir problem yaratmayacağını savunuyordu.
Kim bilir, belki içten içe anaokulu masrafından kurtulmak da istiyordu. Ama
bunun için ona hiç gücenmiyordum. Bir devlet memurunun eti ne budu ne? Çocuklarına
işkence etmek için maaşının yansını isteyen o iğrenç sömürgenler utansın. Bir de
ona o maaşı layık görenler. Sonunda babam tartışmayı noktalayan ve kurtuluşumu
müjdeleyen kararını açıkladı: “Ecdadını sikerim ben anaokulunun !”
Evde
ayak altında dolaşıp işime burnunu sokan insanlar yokken geçirdiğim sonraki iki
üç hafta hayatımın en iyi günleriydi diyebilirim. Erkenden kalkıyor, kahvaltımı
edip öğle yemeğine kadar kitap okuyordum. Dostoyevski, Oğuz Alay ve çerez
niyetine de Nietzsche. (Şaka yapıyorum canım, sıkı adamdır Posbıyık. Korkaklığın
insanı bu kadar yaratıcı kılması büyüleyici!) Öğleden sonralarımı ise ya
sokakta arkadaşlara takılarak ya da divanın altında geçiriyordum. Böylece
unutuyordum zamanı işte.
Sonra
o doğum günü faciası yaşandı. Ben beş yaşına geldim diye oturmuş karalar bağlarken,
bunu bir kutlama havasına soktuklan için annemle babama Fena bozulmuştum. Onları
anlıyordum tabii. Kendilerince beni mutlu etmeye çalışıyorlardı ama biraz daha
iyi düşünmeleri gerekmez miydi? Böyle küçük burjuva adetlerinden nasıl tiksindiğimi
belki bin kere söylemişimdir onlara. Netice itibarıyla yüzünü görmek istemeyeceğim
ne kadar akraba, komşu ve tanıdık varsa bizim eve doluştu. Hepsi de hediye
niyetine bir sürü boktan şey getirmişti. Sadece hayatını bir askerlik şubesinin
evrak kayıt odasında tüketen, annemin çocukluk arkadaşı Gönül Teyze’nin getirdiği
Dallas Gold marka, makul bir şiddetle plastik mermiler atan tabanca hoşuma
gitmişti. Tabancanın yanındaki püsküllü kılıf, kovboy şapkası ve şerif yıldızı falan
maskaralıktı, o başka. Annem yarım ağızla mahalle arkadaşlarımı da çağırabileceğimi
söylemişti ama tabii ki bu kepazeliği görsünler istemediğim için hiçbirine
haber vermedim.
Gelenler
arasında varlığından hoşnutluk duyabileceğim tek kişi Alev Abla’ydı. Bir blok
yanda, bizimkine hemen bitişik dairede annesiyle birlikte oturan komşumuzdu Alev
Abla. Anlaşıldığı kadarıyla anası Remziye Hanım, kocasını öbür tarafa postaladıktan
sonra iyi saatte olsunlarla yakın ilişkiler içine girmişti, Bir sürü ahı gitmiş
vahı kalmış herif, cinini çıkartmak, kurşun döktürmek için falan ziyaretine
giderdi. Alev Abla yirmi yaşında vardı. Açık Öğretimde okuyordu. İşletme. Ne işletecekse?
Herhalde benim gibi ailesinin tek çocuğu olduğu için yakınlık duyuyordum ona. Belki
bir de, sızılı gözlerinde hep yıldızlar kaydığı için. Bazen evlerinin
balkonunda çiçekleriyle uğraşırken görürdüm onu. Yere gazete kâğıtları yayıp, üzerine
bir çuval toprak dökerdi. Sonra envai çeşit bahçecilik ıvır zıvınyla bunları saksılara
doldurur, içlerine çiçek tohumları yerleştirirdi. O zaman ben de tesadüfen
balkona çıkmış gibi yapardım. Konuşmaya başlardık. Okumayı severdi ama dandik
kitaplar okurdu çoğunlukla. Bana Pamuk Prenses, Hansel ile Gretel falan gibi
hep bildiğim, aptalca masallar anlatırdı. Ses etmezdim. Hoşuma giderdi bunları ondan
dinlemek. Bir yandan da incecik parmaklarıyla çiçek tohumlarım saksılara gömüsünü
izlerdim. Neyse. Romantizmden nefret ederim. Belki günün anlam ve öneminin
yarattığı burukluktan, belki bu şaklabanca organizasyonun kahramanı olmaktan
duyduğum utançtan, doğum günümde fazla sokulmadım yanına, O da yarım saat falan
oturduktan sonra çekip gitti. Sanki ilgi göstersem farklı olacakmış gibi? O
gidince ben büsbütün öfkelendim ve bir köseye çekilip somurtmaya başladım. Alev
Ablaya karsı zaafımı hayli başarıyla gizlediğimi düşünüyordum ama doğal eğilimlerimin
sorumlusu olduğuna inandığım babam çakozlamıştı durumu anlaşılan. Bir ara yanıma
gelip, “Eh. sen de Alev Ablan gibi okullu oluyorsun seneye,” dedi. Uyanık. Aklınca
durumdan istifade edip beni okula imrendirecekti. Ben bunun bizi büsbütün
uzaklaştıracağını görmeyecek kadar aptaldım sanki.
Artık
bunaltıdan patlama noktasına gelmiştim ki. babamın müdürü Erdoğan Bey yanıma
sokuldu. Kolormatik gözlükler takan, dudaklarıyla burnu arasında kendisine hiç yakışmayan
incecik bir bıyık bulunan, bodur, boyunsuz bir dangalak. Babam nefret eder bu
adamdan. Babamla aynı devlet dairesinde, ama başka bir kısımda çalışan annem
davet etmişti herhalde onu. Annemin otoriteyle arası hep iyi olmuştur zaten. Aslında
çalışanlarının davetlerine gitmeye gönül indirecek bir tip değildir Müdür Bey. Hastalık
hastası anasının bir ay önceki çekap işini, teyzemin üniversite hastanesinde
dekanlık yapan oğlu sayesinde bedavaya getirmiş olmasa dünyada şereflendirmezdi
bizi. Yılışıkça gülerek kafamı okşadı. “Söyle bakalım küçük, ne yapmayı düşünüyorsun
büyüyünce?”
“Cehennemde
çiçeklendirme yapmayı düşünüyorum.” Hemen çekti elini kafamdan. Defolup gitti
sonra da başımdan. Nereden türedigini bilemediğim bir başka hıyarla muhabbete
başladı bir köşede. Bu öteki hıyarın bir ahbabı da ne zamandır devlet memuru
olmak istiyormuş ama hep torpillileri aldıklarından sınavları kazanamıyormuş bir
lürlû Talan. Bunları anlatırken iki lafının arasına bir yaranma sözcüğü sıkıştırmayı
da ihmal etmiyordu tabii. Erdoğan Bey, kim bilir nasıl bir menfaat beklentisi içinde,
kasım kasım kasılarak söz konusu geri zekâlı ahbabın adını soyadını aldı: Tuğrul
Tanır. Midemi bulandiriyorlardı.
Ertesi
gün öğlene kadar çıkamadım yatağımdan. Dünyayla yûzleşecek gücü bulamıyordum
kendimde bir türlü. Derken saat bir sularında telefon uzun uzun çaldı ve ben de
dayanamayarak cevap verdim. Arayan Hakan’dı; mahalledekiler arasında, annemin
arkadaşlık etmeme hoş baktığı tek çocuk. iyi aile çocuğu. “Nasılsın?” diye
sordu çekingen bir sesle.
“Yatıyordum.”
“Yuh!
Ben okuldan bir saat önce döndüm.”
“İyi
bok yedin.” Hakan ilkokula başlamıştı ve vargucüyle okuma yazmayı sökmeye çalışıyordu.
Yalnız, biraz mankafa olduğu için başaramıyordu bir türlü. Tahminime göre
kendisini çalıştırmamı isteyecekti.
“Bize
gelsene,” dedi nitekim. “Annem çok güzel börek yaptı. Hem biraz da ders çalışırız
belki…”
Karnım
iyice acıkmıştı ve sofra kurup kaldırmak zor geliyordu. Kabul ettim. Beş dakika
sonra onlardaydım. Annesi abartılı bir neşeyle karşıladı beni. Oğluna yardım
edeceğim ya.
“Haydi
birlikte senin odana geçin Hakan. Ben çayınızla böreğinizi getiririm. Fazla ses
etmeyin ama, kızı yeni uyuttum.”
Hakan
odaya girer girmez, kapağı açık bir kitap ile bir defter bulunan çalışma masasının
başına geçti. “Çok zor bunlar yahu!”
Zor
dediği şeye baktım. Oya ile Kaya adında bir kitap müsveddesi. Toplam sekiz
sayfa. Her sayfanın üst yarısında Oya ile Kaya adlı bön çocukların göl başında…
*
''Tanrı,içindeki
tahammülfersa boşluğu doldurmak için evreni yaratır.Evrenin içine gezegenleri,gezegenlerin
içine dünyayı,dünyanın içine hayatı,hayatın içine insanı yerleştirir.Ve onun içine
koyacak bir şey bulamaz.İşte insan denen tuhaf hayvanın,varlıkların en yücesi
en anlamsızı kılışının hikayesi.Evrenin sanatla,aşkla,hatta ironik bir biçimde
Tanrı'yla bezerken,ortak anlamsızların en küçüğünün elbette bir gerçeği unutması
gerekmektedir:Hakikatte bütün kitaplar sayfaları doldurmak için yazılır.''(Sayfa:108-109)
''Hayat
her durumda sonu kötü biten bir hikaye değil midirzaten?'' (Sayfa:201)
*
Editörün
Eleştirisi
2004
yılının art arda yayımlanan ilk üç kitabının polisiye öğeler içermesi, türü sevenleri
bu yıl için de ümitlendirdi. Celil Oker’in “Son Ceset”i her zamanki gibi bir “Remzi
Ünal” polisiyesiydi. Murat Gülsoy’un “Bu Filmin Kötü Adamı Benim”de cinayet
psikolojik ve ahlaki bir sorgulamanın aracı olarak çıkıyordu ortaya. Alper Canıgüz’ün
“Oğulllar ve Rencide Ruhları” ise bir yandan polisiyelerin bütün kalıp ve
kurallarına harfiyen riayet ediyor diğer yandan polisiyeleri “ti”ye alıyor
inceden inceye.
Polisiye
Parodisi
Daha
kitabın ilk sayfadaki hayat hikayesiyle adım atıyoruz parodi dünyasına. Kitap
girişlerinde ne zaman, nasıl ve neden gelenekselleştiğini kestiremediğimiz
yazarların hayat hikayesi ve kariyer takdimi, Alper Canıgüz’ün elinde bakın ne
hale gelmiş; “İstanbul’da orta halli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasının
işi nedeniyle küçük yaşta kırtasiye malzemeleriyle haşır neşir oldu; onları sevdi.
Darüşşafaka Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü bitirdi. Erkek
Japon bıldırcınlarının cinsel hayatı konusunda otoriterdir ve orta boyludur”…
İlk
romanı “Tatlı Rüyalar”(2000) “psiko-absürd romantik komedi” yazısıyla tanıtılmıştı.
Aynı hayatın iki yanını paylaşan Hector Berliöz ve Şevket Hakan Tucel, hayatının
bir bölümünü Hector’a satan Hamit, her gördüğü erkeğe aşık olan Nalan, Şevket’i
tedaviye çalışan Profesör Olcayto Fişek tiplemeleri ve para dolu bir çanta peşindeki
gangsterleriyle tam bir şenlik havasında sürüp giden bu ilk romanıyla romanın
parodisini yapıyordu Alper Canıgüz. Artık edebiyat dünyamızda çok uzun bir ara
sayılabilecek dört yıldan sonra yazdığı “Oğulllar ve Rencide Ruhlar”da aynı anlayışını
sürdürüyor.
Sakin
bir mahallenin göze çarpmayan apartmanlarından birindeki dairesinde boynu
kesilerek öldürülen komşusu emekli emniyet müdürü Hicabi beyin cesedini bulan
kahramanımız, cinayeti işlediği söylenen mahallenin delisi Ertan’ın masum olduğunu
düşünmektedir. Bu iddiasını kanıtlamak için işe koyulur. Olayı soruşturan
komiser yardımcısı Onur Çalışkan ve savcı Metin Bilgin’in aksine, cinayetin ardında
daha karmaşık ilişkilerin varlığını sezer, gizli gizli araştırmaya koyulur. Bir
süre sonra o sakin görünümlü mahalledeki kirli çamaşırlar ortaya dökülecek,
Hicabi beyin cinsel sapkınlıkları anlaşılacak ve sürpriz bir finalle
noktalanacaktır hikaye…
Yaptığım
özet polisiye okuyucularını şaşırtmamıştır. Klasiklerin kapalı mekan muammasını
özel detektifin karanlık sokaklardaki heyecanlı maceralarıyla birleştiren çağdaş
bir polisiye hikaye bu. Ne var ki kahramanımız sadece 5 –evet beş- yaşında..! Ama
Agatha Christie’nin o karmaşık cinayetlerini aydınlatan Miss Marple’ı da kendi
halinde “ihtiyar bir kızkurusu” değil miydi? Ya da Rex Soult’un Nero Wolf’u haşmetli
gövdesi ve titizlik takıntısı nedeniyle kapı dışarı çıkmadığı halde oturduğu
koltuktan çözüvermiyor muydu cinayetleri? Mayk Hammer’i hangi kurşun öldürebilmiş,
Philip Marlow’un dağıttığı adaleti hangi güzel kadın hangi kötü adam
engelleyebilmişti? Polisiye endüstrisinin farklılık arayışları gereği deteklif
rolü üstlenen kedi ve köpekleri de unutmuyoruz elbette. Polisiye olmasalar bile
bizdeki örnekler de yabana atılır gibi değil; Murathan Mungan’ın “Yüksek
Topuklar”daki “femme fatal”i Tuğde de beş yaşındaydı. Orhan Pamuk, “İstanbul
Hatıralar ve Şehir”de aynı yaş döneminde ne kadar olgun düşünceleri dillendirmişti.
Onlara kayıtsız şartsız inandığımıza göre Alper Canıgüz’ün bu küçük canavarına
inanmamak hakkına sahip miyiz? Doğrusu bu dibaz ve oyunbaz detektif tiplemesi
en az gri hücrelerini ya da yumrukların çalıştıran hafiyeler kadar sahici,
dahası çok daha eğlendirici.
Sadece
bu kadar değil
Cinayetin
estetize edilişinin ironik eleştirisi polisiye edebiyatın tarihi kadar eskidir
aslında. Poe’nun ilk polisiye hikayelerini yazdığı tarihlerde Thomas De Quincey
de "Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet"i(1854) kaleme almış, “cinayeti
ahlakçılıktan sıyrılarak değerlendirdiğimizde zevkin, beğeninin, güzel sanatların
sırası gelmiştir” dedikten sonra cinayet sanatı için bazı kurallar sıralamış; öldürülecek
kişinin çok tanınmış olmaması, öldürülecek kişinin iyi bir insan olması ve seçilenin
sağlığının yerinde olması gibi kıstaslarının nedenlerini de mizahi bir
ciddiyetle kanıtlamaya girişmişti. Polisiyelerin en parlak döneminde Adolfo
Biory Casares'la birlikte Bustoc Domecq müstearını kullanarak yazdığı "Don
İsidro Parodi'ye Altı Bilmece"de Jorge Louis Borges de rasyonel aklın gücüne
dayalı salon polisiyelerini ve snob detektif tipini –polisiyelerin kurallarına
bütünüyle sadık kalarak- alaya almıştı.
Kahramanının
akıl almaz yeteneklerine, analitik düşünme kabiliyetine, yüksek estetik beğenisine
rağmen “Oğullar ve Rencide Ruhlar”ı sadece bir polisiye parodisi olarak değerlendirmek
haksızlık olur. Bu eğlenceli macera gerçek bir toplumsal ilişkiler ağının üzerinde
yükseliyor. Mahalle ilişkileri, çocukların ve yetişkinlerin kaygan ahlaki değerleri,
gerçeklere karşı üç maymunları oynayan toplumsal “sağduyu”, hayatı ıskalamış insan
tipleri, içki masalarında dindirilen dertler, kısaca tekmili birden bizim
hayatlarımız çok renkli ve mizahi bir dille canlandırılmış. Küçük bir çocuğun büyükler
dünyasına fırtına gibi dalışı ilk bakışta saçma gibi görünmekle birlikte,
buradaki saçmalık ciddi ve anlamlı kabul ettiğimiz o dünyanın saçmalığını çarpıcı
biçimde açığa çıkarıyor. Polisiyelerin saçmalığı ile de yüzleşiyoruz elbette. Ama
polisiye tutkunlarını çeken tam da bu saçmalık değil mi zaten?
A. Ömer
Türkeş