"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

13 Ağustos 2012 Pazartesi

YAĞMUR ALTINDAKİ KEDİ-ERNEST HEMİNGWAY

Not: Enrique Vila-Matas’ın dediğine göre Gabriel Garcia Marquez bu öykünün dünyanın en iyi öyküsü olduğunu söylermiş. Matas, bunu bir romanında uzun uzun sorgular ve neden Marquez’in böyle düşündüğünü anlamaya çalışır. Öyküyü analiz eder ve dinleyicilerle çeşitli görüşler geliştirirler. Çok zevkli bir okuma parçasıdır bu.


YAĞMUR ALTINDAKİ KEDİ
Otelde kalan sadece iki Amerikalı vardı. Odalarına gelip giderken merdivenlerde karşılaştıkları insanların hiçbirini tanımıyorlardı. Odaları ikinci katta, denize bakıyordu. Aynı zamanda parkı ve savaş anıtını da görüyordu. Parkta büyük palmiyeler ve yeşil banklar vardı. Havanın güzel olduğu günlerde parkta daima bir elinde şövalesiyle bir ressam olurdu. Ressamlar palmiyelerin büyüme biçimlerinden denize ve bahçelere bakan otellerin parlak renklerinden hoşlanmışlardır. İtalyanlar savaş anıtını görmek için ta uzaklardan geliyordu. Anıt bronzdan yapılmıştı ve yağmurda parıldıyordu. Yağmur yağıyordu. Palmiye ağaçlarından damlıyordu yağmur. Çakıl taşlı patikada gölcüklerde birikiyordu su. Deniz yağmur altında uzun bir çizgi boyunca karaya abanıyor; yağmur altında tekrar karaya abanmak için sahile doğru kayıyordu. Arabalar anıtın yanındaki meydanı boşaltmıştı. Meydanın karşısındaki kafenin kapısı önünde bir garson dikelmiş, boş meydana bakıyordu.
Adamın karısı pencerenin yanında durmuş dışarıyı seyrediyordu. Dışarıda, pencerelerinin tam altında, üzerinden suların damladığı yeşil masalardan birinin altına bir kedi büzülmüştü. Daha fazla büzüşerek ıslanmamaya çalışıyordu.
“Aşağı gidip şu kediciği alacağım” dedi Amerikalı kadın.
“Ben yaparım” dedi kocası yattığı yerden.
“Hayır, ben alırım. Zavallı kedicik masanın altında ıslanmamak için didiniyor.”
Kocası, yatağın ucuna koyduğu iki yastığa yaslanmış, kitabını okumaya devam etti.
“Islanma” dedi.
Karısı aşağı indi, otel sahibi kadının ofisinin önünden geçtiğini görünce ayağa kalktı ve eğilerek selamladı. Masası odanın en uzak ucundaydı. Uzun boylu, yaşlı bir adamdı.
“Il piove! (yağmur yağıyor)” dedi kadın. Otelciden hoşlanıyordu.
“Si, si signora brutto tempo (evet evet sinyora, berbat bir hava). Çok kötü bir hava.”
Loş odanın uzak köşesinde, masanın arkasında duruyordu. Kadın hoşlanmıştı ondan. Adamın her türlü şikâyeti çok ciddiye almasını sevmişti. Ağırbaşlılığından hoşlanmıştı. Kendisine hizmet etme isteğinden hoşlanmıştı. Adamdaki bir otelci olma duygusundan hoşlanmıştı. Yaşlı, geniş yüzü, büyük elleri hoşuna gidiyordu kadının.
Adama duyduğu beğeni ile kapıyı açtı ve dışarı baktı. Yağmur hızlanmıştı. Muşamba bir pelerin giymiş bir adam boş meydanı geçerek kafeye gidiyordu. Kedi sağda bir yerde olmalıydı. Kadın saçakların altından gidebilirdi belki de. Kapı önünde öylece dururken arkasından bir şemsiye açıldı. Odalarına bakan temizlikçi kadındı.
“Islanmamalısınız” dedi İtalyanca gülümseyerek. Kuşkusuz, otel sahibi göndermişti onu. Hizmetçinin tuttuğu şemsiyenin altında çakıl taşlı patika boyunca yürüyerek pencerelerinin altına kadar geldiler. Yağmurda parlak yeşil bir renge bürünene kadar ıslanmış masa oradaydı ama kedi gitmişti. Aniden hayal kırıklığına uğradı kadın. Hizmetçi ona baktı.
“Ha perduto qualque cosa, Signora? (Bir şey mi kaybettiniz sinyora)”
“Burada bir kedi vardı” dedi Amerikalı genç kadın.
“Bir kedi mi?”
“Si, il gatto (Evet, bir kedi).”
“Bir kedi?” Hizmetçi gülüyordu, “Yağmurda bir kedi…”
“Evet” dedi, “Masanın altındaydı.” Ekledi: “Ah, öyle çok istemiştim ki onu. Bir kedicik istemiştim.”
İngilizce konuşunca hizmetçinin yüzü gerildi.
“Gelin sinyora” dedi “İçeri girsek iyi olacak. Islanacaksınız.”
“Sanırım öyle” dedi Amerikalı genç kadın.
Çakıllı patikadan geri döndüler ve kapıya geldiler. Hizmetçi şemsiyeyi kapatmak için dışarıda kaldı.
Amerikalı genç kadın otelcinin ofisinin önünden geçerken Padrone* masanın arkasından başını eğip selamladı. Kız içinde bir şeylerin küçülüp tıkandığını hissetti. Padrone ona kendini hem önemsiz ve aynı zamanda önemli hissettirmişti. Bir anlığına çok önemli olmanın hissini yaşamıştı. Merdivenleri çıktı. Odanın kapısını açtı.
George yataktaydı, okuyordu.
“Aldın mı kediyi” diye sordu kitabını elinden bırakırken.
“Gitmiş.”
“Nereye gitti acaba?” dedi okumaktan yorulmuş gözlerini dinlendirirken.
Kadın yatağa oturdu.
“Çok istemiştim o kediyi” dedi. “Neden bu kadar çok istedim onu, bilmiyorum. O zavallı kediciği istiyordum. Yağmur altında, zavallı bir kedicik olmak hiç hoş bir şey değil.”
George yine kitabına dönmüştü. Kadın kalktı ve makyaj masasına, aynanın önüne oturdu, el aynasında yüzüne bakıyordu. Önce bu yandan daha sonra diğer yandan yüzünü inceledi. Sonra da başının arkasını ve ensesini.
“Saçlarımı uzatsam sence de iyi olmaz mı?” diye sordu görünüşünü tekrar incelerken.
George başını kaldırdı, bir oğlan çocuğu gibi kısa kesilmiş ensesine baktı.
“Ben seviyorum bu halini.”
“Bıktım ben bundan” dedi kadın, “Bir oğlan gibi görünmekten bıktım.”
George yatış şeklini değiştirdi. Kadın konuşmaya başladığından beri gözlerini ondan ayırmamıştı.
“Çok güzel görünüyordun” dedi.
Elindeki aynayı masanın üstüne bıraktı ve pencereye yürüyüp dışarıyı seyretti. Hava kararıyordu.
“Saçımı arkada sıkıca, düz toplayıp varlığını hissedebileceğim büyük bir topuz yapmak istiyorum” dedi. “Kucağımda oturacak, ben okşadıkça mırlayacak bir kedicik istiyorum.”
“Öyle mi?” dedi George yattığı yerden.
“Kendi gümüş takımımla, mumlar eşliğinde masada yemek istiyorum yemeğimi. Bahar olsun istiyorum, saçlarımı bir aynanın önünde fırçalamak istiyorum, bir kedicik istiyorum, yeni elbiseler istiyorum.”
“E, kes artık. Al bir şeyler oku” dedi George. Tekrar okumaya başladı.
Karısı pencereden dışarıyı seyrediyordu. Hava iyice kararmıştı ve yağmur hâlâ palmiye ağaçlarını üstüne yağıyordu.
“Neyse işte, ben bir kedi istiyorum” dedi kadın. “Bir kedi istiyorum ve şimdi istiyorum. Saçlarımı uzatamasam da, eğlenecek bir şeyim olmasa da bir kedim pekâlâ olabilir.”
George dinlemiyordu onu. Kitabını okuyordu. Karısı pencereden dışarıya, ışıkların aydınlattığı meydana bakıyordu.
Biri kapıyı çaldı.
“Avanti” ** dedi George, kafasını kitaptan kaldırmıştı.
Hizmetçi kadın kapının önünde duruyordu. Elinde göğsüne sımsıkı bastırdığı, aşağı doğru sarkan, siyahlı beyazlı, büyükçe bir kedi vardı.
“Affedersiniz” dedi; “Padrone* bunu Sinyora’ya getirmemi istedi.”

*Patron
** “İleri.” Girin anlamında kullanılmıştır.


Çeviren: Behlül Dündar

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9