"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

7 Mart 2012 Çarşamba

DÜŞKÜNLER KOĞUŞUNDA VE YAŞAM VE ÖLÜM-CHARLES BUKOWSKİ

Ambulans doluydu ama yukarda bir yer buldular bana ve yola koyulduk. Ağızdan kan kusuyordum, bol miktarda ve akımdaki insanların üstüne kusacağımdan korkuyordum. Sireni dinleyerek yol alıyorduk. Uzaktan geliyormuş gibiydi, bizim ambulanstan gelmiyordu sanki. Belediye hastanesine gidiyorduk, hepimiz. Yoksullar. Düşkünler. Hepimizin bir yerlerinde bir şeyler vardı ve bazılarımız geri dönmeyecekti. Tek ortak yanımız yoksul oluşumuz ve fazla bir şansımız olmayışıydı. Istiflenmiştik. Bir ambulansın bu kadar insan alabildiğini bilmiyordum.
'Tanrım, yüce Tanrım," dediğini duydum altımdaki siyah kadmm, "BENİM başıma böyle bir şey gelebileceğini düşünmemiştim hiç! Asla düşünmedim yüce Tanrım..."
Ben aynı duygulan taşımıyordum. Uzun bir süredir oynaşıyordum ölümle. Çok iyi dost olduğumuzu söyleyemem ama birbirimizi iyi tanıyorduk. O gece çabuk davranıp epey yaklaşmıştı bana. Uyanlar almıştım: mideme kılıç batinyorlarmış gibi sancılar ama ihmal etmiştim. Dayanıklı biri olduğumu düşünmüştüm, acı benim için talihsizlikti. Önemsememiştim. Sancılarımın üstüne viski içip işimi sürdürmüştüm. İşim sarhoş olmaktı. Viski açtı başıma bunu; şarapla yetinmeliydim.
İçerden gelen kan, o parmak kesiğinden akan berrak kırmızı değildir. İçten gelen kan, mor, nerdeyse siyahtır ve berbat kokar, boktan daha berbat. Bize hayat veren sıvı, bira sıçmığından daha berbat kokar.
Tekrar kusacak gibi olduğumu hissettim. Yediğiniz bir şeyleri kusmaktan farklı değildi bu duygu, kan geldiğinde insan biraz rahatlıyordu. Ama sadece bir yanılsamaydı bu... her ağız dolusu insanı Ölüm Baba'ya biraz daha yaklaştırıyordu.
"Ah Tanrım, Tanrım, hiç aklıma gelmezdi..."
Kan geldi ve ağzımda tuttum. Ne yapacağımı bilemiyordum. Bulunduğum yerden aşağıdaki dostlarımı fena halde ıslatabilirdim. Kanı ağzımda tutup ne yapacağımı düşündüm. Ambulans bir köşe döndü ve kan ağzımın kenarlarından sızmaya başladı. İnsan ölürken bile edepli olmak zorundaydı. Kendimi toparlayıp yuttum kanı. İğrençti. Ama problemi halletmiştim. Bir sonrakini sallayabileceğim bir yere çabuk varmayı ümit ettim sadece.
Gerçekten ölümü düşünmüyor insan; tek düşüncem şuydu: Bu çok rahatsız edici bir durum, olayları kontrol edemiyorum artık. Seçimlerinizi kısıtlayıp itip kakıyorlardı insanı.
Ambulans nihayet hastaneye vardı, bir masanın üstündeydim ve bana sorular soruyorlardı: dinim neydi? nerde doğmuştum? daha önceki ziyaretlerimden belediyeye borcum var mıydı? ne zaman doğmuştum? annem babam sağ mıydı? evli miydim? bildiğiniz şeyler. İnsanla hiçbir şeyi yokmuş gibi konuşurlar; her an ölebilirsin endişesini oynamıyorlardı bile. Ve hiç acele etmezler. İnşam sakin-leştiren bir tavırdı bu ama onların amacı sizi sakinleştirmek değildi. Artık bıkmışlardır ve ölüp ölmediğin umurlarında değildir, uçtuğun veya osurduğun bile. Hayır, osur-mamanı yeğlerler.
Sonra bir asansördeydim ve kapı, karanlık bir bodrumu andıran bir yere açıldı. Dışarı çıkardılar beni tekerlekli yatakta. Bir yatağa yerleştirip gittiler. Birden bir hademe çıktı ve bana küçük beyaz bir hap verdi.
"Âl bunu," dedi. Hapı yuttum, bana bir bardak su verdi ve kayboldu. Uzun zamandır bu kadar şefkat göstermemişti kimse bana. Arkama yaslanıp etrafımı inceledim. 8 veya 10 yatak vardı, hepsinde erkek Amerikalılar yatıyordu. Hepimizin teneke kovada suyu ve komodinimizin üstünde bir bardağı vardı. Çarşaflar temizdi. Çok karanlıktı orası ve soğuk, bir apartman dairesinin kileri gibi. Tek bir ampul yanıyordu, çıplak. Yanımızdaki yatakta çok iri biri yatıyordu, yaşlıydı, 55 gibi, ama azmandı; cüssesinin büyük kısmı yağdı, ancak çok güçlü bir görünümü de vardı. Yatağına bağlanmıştı. Dümdüz tavana bakıp konuşuyordu.
"... ve öyle hoş bir çocuktu ki, öyle temiz ve hoş, işe ihtiyacı olduğunu söyledi, ben de 'görünümün hoşuma gitti, iyi bir ızgara aşçısına ihtiyacımız var, iyi ve namuslu birine, ve namuslu yüzü gördüm mü tanırım evlat, karakteri okurum, ben ve kanınla çalış, kendine ömür boyu bir iş buldun evlat...' dedim, 'Olur efendim,' dedi, aynen böyle söyledi, işe alındığı için mutlu olmuştu ve dedim ki, 'Martha, iyi bir çocuk bulduk, temiz ve iyi biri, diğer orospu çocukları gibi kasayı tırtıklamayacak.' Gidip özel bir fiyata tavuk aldım, çok hesaplı. Martha tavukla çok çeşitli şeyler yapabilir, iş tavuğa gelince elleri sihirlidir. Albay Sanders eline su dökemez. Çıkıp hafta sonu için 20 tavuk satın aldım. İyi bir hafta sonu olacaktı, tavuk spesiyal. 20 tavuk aldım gidip. Albay Sanders'in mesleğini elinden alacaktık, iyi bir hafta sonu 200 dolar net kâr bırakabilirdi. Çocuk tavukları yolup temizlememize bile yardımcı oldu, kendi zamanından feda ederek. Martha ve ben çocuksuzduk. Giderek seviyordum çocuğu. Neyse, Martha arka tarafta tavukları pişirdi, bütün tavuklar hazırdı... 19 değişik tarzda tavuk yapmıştı, kıçımızın deliğinden tavuk çıkacaktı nerdeyse. Çocuğun tek yapması 'gereken, hamburger, stek gibi diğer şeyleri kızartmaktı. Tavuk hazırdı. Ve allah için iyi bir hafta sonuydu, cuma akşamı, cumartesi ve pazar. Çocuk çok iyi çalışıyordu, ve iyi huyluydu. Yanında olmaktan zevk duyuyordunuz. Çok komik espriler yapıyordu. Bana Albay Sanders diyordu, ben de ona oğlum diyordum. Albay Sanders ve Oğlu, buyduk biz. Cumartesi akşamı kapattığımızda hepimiz yorgun ama mutluyduk. Tek parça tavuk bile kalmamıştı. Acayip dolu olmuştuk, boş masa bekleyenler, görülmemiştir böyle bir şey. Kapıyı kapattım ve bir şişe viski çıkardım, hepimiz orda yorgun ve mutlu oturup birkaç tane içtik. Çocuk bulaşıkları yıkayıp yerleri süpürdü. 'Tamam Albay Sanders, sabah kaçta tekmil veriyorum?' dedi. Gülümsüyor-du. 'Sabah 6.30,' dedim ona ve kepini alıp gitti. 'Müthiş iyi bir çocuk bu, Martha,' dedim ve paraları saymak için kasaya gittim. Kasa BOŞTU! Ve diğer iki günün hasılatının içinde olduğu puro kutusu gitmişti, onu da bulmuştu. Öyle temiz pak bir çocuk... anlayamıyorum... ömür boyu çalışabileceğini söylemiştim ona, öyle demiştim. 20 tavuk... Martha tavuklarını iyi bilir... Ve o çocuk, o beş para etmez ödlek orospu çocuğu, lanet parayı alıp kaçtı, o çocuk..."
Sonra bağırdı. Birçok insanın bağırdığına şahit olmuştum ama hiçbiri böyle bağırmamıştı. Kayışları koparacaktı nerdeyse. Yatak yerinden oynadı, duvarlar bağırışı bize geri yansıttı. Adam tam bir ısürap içindeydi. Kısa bir bağırış değildi. Bir türlü kesilmedi. Sonra durdu. Biz, 8 veya 10 Amerikan erkeği, hasta, yataklarına uzanmış, sessizliğin tadını çıkardık.
Sonra tekrar konuşmaya başladı. "Öyle iyi bir çocuktu ki, görünümü hoşuma gitmişti. Ömür boyu bir işi olduğunu söylemiştim. Komik espriler yapıyordu, yanında olmak keyifliydi. Gidip 20 tavuk aldım. 20 tavuk, iyi bir hafta sonunda 200 dolar kaldırabilirsiniz. 20 tavuğumuz vardı. Çocuk bana Albay Sanders diyordu..."
Yatağımdan dışan eğilip bir ağız dolusu kan kustum...
Ertesi gün bir hemşire gelip tekerlekli bir yatağa yatmama yardımcı oldu. Hâlâ kan kusuyordum ve güçsüzdüm. Beni asansöre soktu.
Teknisyen makinesinin arkasına geçti. Göbeğime bir sivri uç dayayıp orda durmamı söylediler. Çok güçsüz hissediyordum kendimi.
"Ayakta duramayacak kadar güçsüzüm," dedim.
"Sadece dur," dedi teknisyen.
"Durabileceğimi sanmıyorum," dedim.
"Kımıldama," dedi.
Arkaya doğru yavaşça düşmeye başladığımı hissettim.
"Düşüyorum," dedim.
"Düşme," dedi.
"Kımıldama," dedi hemşire.
Sırt üstü düştüm. Lastik gibi hissettim kendimi. Yere çarptığımda hiçbir şey hissetmemiştim. Çok hafifmişim gibi geldi bana. Öyleydim herhalde.
"Allah kahretsin!" dedi teknisyen.
Hemşire ayağa kalkmama yardım etti ve makinenin sivri ucunu göbeğime dayadılar tekrar.
"Duramıyorum," dedim, "galiba ölüyorum.' Ayakta duramıyorum: Üzgünüm ama duramıyorum."
"Kımıldama," dedi teknisyen, "öyle dur."
"Kımıldama," dedi hemşire.
Düştüğümü hissettim. Sırt üstü düştüm tekrar.
"Kusura bakmayın," dedim.
"Allah belanı versin!" diye bağırdı teknisyen, "iki film harcattın bana! Bu kahrolası filmler para ile alınıyor!"
"Özür dilerim," dedim.
"Çıkar onu burdan," dedi teknisyen.
Hemşire kalkmama yardım edip tekrar tekerlekli yatağa yatırdı beni. Bir şarkı mırıldanarak asansöre soktu.
Beni o bodrumdan aldılar ve geniş bir odaya koydular, çok geniş bir odaya. Orda ölmekte olan 40 kadar insan vardı. Çağrı düğmelerinin telleri kopanlmışü ve her iki tarafı kurşun levhalarla kaplı tahta bir kapı bizi doktor ve hemşirelerden ayrı tutuyordu. Yatağımın kenar demirlerini kaldırmışlardı ve sürgü kullanmam istenmişti ama hoşlanmıyordum sürgüden, özellikle içine kan kusmak ve hele sıçmak zorunda olduğumda. Kullanışlı bir sürgü icat eden kişi, doktor ve hemşirelerin sonsuza dek nefretlerine hedef olacak.
Sıçma isteği duyuyordum ama olmuyordu. Tabii ki tek besinim süt olduğu ve midem yırtık olduğu için makata fazla bir şey yoUayamıyordum. Bir hemşire bana sert bir rosto ile yan haşlanmış havuç ve yan püre halinde patates teklif etmişti. Reddettim. Boş bir yatağa ihtiyaçları olduğunu biliyordum. Neyse, sıçma isteğim geçmiyordu. Tuhaf. Ordaki ikinci veya üçüncü gecemdi. Çok güçsüzdüm. Yatağımın bir yanını indirmeyi başardım ve yataktan kalkabildim. Helaya gidip oturdum, ilandım ve oturdum orda ve ıkındım. Sonra kalktım. Hiç! Sadece biraz kan. Sonra bir atlı karınca dönmeye başladı beynimde, bir elimle duvara yaslanıp bir ağız dolusu kan kustum. Sifonu çekip dışan çıktım. Yan yolda kan geldi tekrar ağzıma. Düştüm. Sonra yerde bir ağız dolusu daha kustum, insanların içinde bu kadar kan olduğunu bilmiyordum. Bir ağız dolusu daha saldım.
"Seni orospu çocuğu," diye bağırdı yaşlı bir adam yatağından, "sus da uyuyalım biraz."
"Bağışla yoldaş," dedim, ve kendimi kaybettim.
Hemşire öfkeliydi. "Sana yatağının yanlarını indirme demedim mi orospu çocuğu? Gecemi piç edip duruyorsunuz pis herifler!"
"Bacaklannın arası leş gibi kokuyor," dedim ona, 'Tijuana kerhanelerinde olmalıydın."
Saçımdan tutup başımı kaldırdı ve yüzümün sol yanına sert bir tokat attı, elinin tersi ile bir tane de sağa.
"Sözünü geri al!" dedi, "Geri al sözünü!"
"Florence Nightingale," dedim, "seni seviyorum."
Başımı tekrar yere koyup dışan çıktı. Kadının içinde ruh ve ateş vardı; hoşuma gitmişti. Kendi kanımın üstünde yuvarlanıp, hasta gömleğimi kirlettim. Bu ona iyi bir ders olurdu. . Florence Nightingale başka bir dişi sadist ile geldi ve beni bir tekerlekli iskemleye oturtup yatağıma götürdüler.
"Çok fazla lanet gürültü var!" dedi yaşlı adam. Haklıydı.
Beni yatağa yatırdılar ve Florence yan parmaklığı kaldırdı tekrar. "Orospu çocuğu," dedi, "yataktan çıkma yoksa canına okurum."
"Em beni," dedim, "gitmeden önce em beni."
Demir parmaklıkların üstünden bana doğru eğildi ve yüzüme baktı. Çok trajik bir yüzüm var. Bazı kadınlara çekici gelir. Gözleri iri ve tutkuluydu, benimkilere bakıyorlardı. Çarşafı indirip, gömleğimi kaldırdım. Yüzüme tükürüp dışarı çıktı...
Sonra başhemşire geldi.
"Bay Bukowski," dedi, "size daha fazla kan veremiyoruz. Kan krediniz yok."
Gülümsedi. Beni ölüme terk edeceklerini bildiriyordu
bana.
"Peki," dedim.
"Bir rahip görmek ister misiniz?"
"Ne için?"
"Giriş kartınızda Katolik olduğunuz yazılı."
"Öylesine yazdım."
"Neden?"
"Katoliktim. Ama 'dinsiz' yazınca insanlar bir sürü soru soruyorlar."
"Biz sizi Katolik olarak kaydetmiş bulunuyoruz, Bay Bukowski."
"Dinle, konuşmakta zorluk çekiyorum. Ölüyorum. Tamam, tamam, Katoliğim, öyle olsun."
"Size daha fazla kan veremiyoruz, Bay Bukowski."
"Babam belediye için çalışıyor. Onların bir kan programı olmalı. Los Angeles Belediye Müzesi. Bay Henry Bukowski diye biri. Benden nefret eder."
"Araştıralım."...
Ben yukardayken evraklarımın aşağı inmesi gerekti. Dördüncü günüme kadar doktor görmemiştim, dördüncü gün benden nefret eden babamın iş güç sahibi iyi biri olduğunu, işi olmayan ve ölmekte olan ayyaş bir oğlu olduğunu ve kan programına kan verdiğini öğrenmişlerdi, bir şişe kanı çengele takıp bana verdiler. 13 şişe kan ve 13 şişe glikoz verdiler, aralıksız. Hemşire iğneyi sokacak yer bulmakta zorlanıyordu...
Bir keresinde uyanmıştım, başımda bir rahip duruyordu.
"Peder," dedim, "lütfen gidin. Bunsuz da ölebilirim."
"Gitmemi mi istiyorsun oğlum?"
"Evet, peder."
"İnancım vitirdin mi?"
"Evet, inancımı yitirdim."
"Bir kez Katoliksen, hep Katoliksindir oğlum."
"Saçmalıyorsun peder."
Yanımdaki yatakta yatan yaşlı adam, "Peder, peder, ben sizinle konuşurum, benimle konuşun peder," dedi.
Rahip yanma gitti. Ben ölmeyi bekledim. Ölmediğimi gayet iyi biliyorsunuz, yoksa size bunları anlatıyor olamazdım şimdi...
Beni bir siyah ve bir beyaz ile aynı odaya koydular. Beyaz adama her gün taze güller yolluyorlardı. Gül yetiştirip çiçekçilere pazarlayan biriydi. O sıralar gül mül yetiştirmiyordu. Siyah olan benim gibi iç kanama geçirmişti. Beyaz adamın kalbi kötüydü, çok kötü. Öylece yatıp duruyorduk ve beyaz adam gül yetiştirmekten söz edip duruyordu; bir sigara için neler vermezdi. Ben artık kan kusmuyordum. Şimdi kan sıçıyordum sadece. Yırttığımı hissediyordum. Bir kan şişesini yeni boşaltmıştım ve iğneyi çıkarmışlardı.
"Sana sigara bulabilirim Harry."
'Tanrım, sağol Hank."
Yataktan kalktım. "Biraz para ver."
Harry bana biraz bozukluk verdi.
"Eğer içerse ölür," dedi Charley. Charley siyah adamdı.
"Palavra Charley, birkaç sigaranın kimseye zararı olmaz."
Odadan çıkıp koridorun sonuna gittim. Bekleme odasında bir sigara makinesi vardı. Bir paket alıp geri döndüm. Sonra Charley, Harry ve ben uzanıp sigaralarımızı tüttürdük. Bu, sabah oluyordu. Öğleden sonra bir doktor geldi ve Harry'yi bir makineye bağladı. Makine tükürdü, osurdu, kükredi.
"Sigara içiyorsun değil mi?" diye sordu doktor Harry'ye.
"Hayır doktor, yemin ederim, içmiyorum."
"Hanginiz aldınız ona sigaraları?"
Charley tavana baktı. Ben tavana baktım.
"Bir sigara daha iç ve öldün," dedi doktor.
Sonra makinesini alıp dışarı çıktı. O çıkar çıkmaz sigara paketini yastığınım altından çıkardım,
"Ver bir tane," dedi Harry.
"Doktorun ne dediğini duydun," dedi Charley.
"Evet," dedim, harikulade bir mavi duman bulutu üfleyerek, "doktorun ne dediğini duydun 'bir sigara daha iç ve öldün.' "
"Böyle çekmektense mutlu ölmeyi yeğlerim," dedi Harry.
"Senin ölümünden ben sorumlu olamam Harry," dedim, "bu paketi Charley'ye fırlatıyorum, isterse o sana bir tane versin."
Sigaraları orta yatakta yatan Charley'ye fırlattım.
'Tamam, Charley," dedi Harry, "ver onları bana."
'Yapamam Harry, seni öldüremem."
Charley sigaraları bana geri fırlattı.
"Hadi Hank, bir tane."
"Hayır, Harry."
"Lütfen, yalvarırım, bir tane, tek bir tane!"
"Off, Tanrım!"
Paketi fırlattım ona. Bir tane çıkarırken elleri titriyordu.
"Kibrit yok. Kibritler kimde?"
"Allah kahretsin," dedim.
Kibritleri fırlattım...
İçeri girip yeni bir şişe kan bağladılar bana. On dakika kadar sonra babam geldi. Vicky yarımdaydı, sarhoştu, ayakta zor duruyordu.
"Sevgilim!" dedi, "Aşkım benim!"
Yatağın kenarına doğru sendeledi.
ihtiyara baktım. "Orospu çocuğu," dedim, "onu buraya sarhoş getirmen gerekmezdi."
"Sevgilim, beni görmek istemiyor musun, ha? Ha, sevgilim?"
"Böyle bir kadına bulaşma diye uyarmıştım seni."
"Beş parası yok. Ona viski alıp sarhoş ettin ibne, sonra da buraya getirdin."
"iyi bir kadın olmadığım söylemiştim sana Henry. Söylemiştim kötü bir kadın olduğunu."
"Beni sevmiyor musun artık sevgilim?"
"Çıkar onu burdan... HEMEN!" dedim ihtiyara.
"Hayır, hayır. Ne tür bir kadının olduğunu görmeni istiyorum."
"Ne tür bir kadınım olduğunu biliyorum. Hemen çıkar onu burdan yoksa Tanrı yardımcım olsun, bu iğneyi kolumdan çekip kıçını tekmeleyeceğim!"
ihtiyar onu dışarı çıkardı. Ben yastığıma yığıldım tekrar.
"Güzel kadın," dedi Harry.
"Biliyorum," dedim, "biliyorum."
Artık kan sıçmıyordum; yiyebileceğim şeylerin bir listesini verdiler bana ve bir kadeh daha içersen ölürsün dediler. Ameliyat olmazsam da öleceğimi söylediler. Ameliyat ve ölüm hakkında Japon bir kadın doktor ile korkunç bir tartışmaya girdim. "Ameliyat yok," demiştim ve öfkeli kıçını sallayarak dışarı çıkmıştı. Ben taburcu olduğumda Harry hâlâ hayattaydı, sigaraları saklıyordu.
Güneş ışığında biraz yürüyüp kendimi nasıl hissettiğime baktım. İyi hissettim. Trafik akıyordu. Kaldırım her zaman olduğu gibi kaldırımdı. Otobüse binmek ile telefon edip, birinin beni almasını istemek arasında kararsızdım. Telefonu olan bir yere girdim. Önce oturup bir sigara içtim.
Barmen yanıma geldi ve bir bira söyledim.
"Ne var ne yok?" diye sordu.
"Pek bir şey yok," dedim. Uzaklaştı. Bardağa bira doldurdum, bir süre bardağı izledikten sonra yansım içtim. Birileri müzik dolabına para atmıştı, müziğimiz oldu. Hayat daha iyi görünmeye başlamıştı. Bardağımı bitirip bir daha doldururken, kamışım bir daha sertleşir mi acaba diye geçirdim aklımdan. Etrafıma bakındım: kadın yok. En iyi ikinci şeyi yaptım: Bardağımı kaldırıp dipledim.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9