"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

9 Mart 2012 Cuma

SAPPHO YA DA İNTİHAR-MARGUERİTE YOURCENAR

Bir locanın aynalarında adı Sappho olan bir kadın gördüm demin. Kar gibi solgun, ölüm gibi ya da cüzzamlı kadınların açık renk yüzü gibi. Ve bu solgunluğu saklamak için boyandığından, yanaklarında azıcık kendi kanı olan, öldürülmüş bir kadının cesedine benziyor. Çökük gözleri, gün ışığından kaçmak için, artık onlara gölge bile vermeyen kuru gözkapaklarından uzaklaşıp içeri gömülüyor. Uzun bukleleri, mevsimsiz fırtınalardan dökülen ormanlardaki yapraklar gibi, tutam tutam dökülüyor; her gün yeni beyaz saçlar koparıyor başından ve rengi atmış bu ipek iplikler çok geçmeden kefenini dokumaya yetecek kadar çoğalacak. Ona ihanet etmiş bir kadınmış gibi gençliğine ağlıyor, kaybetmiş olduğu küçük bir kızmış gibi çocukluğuna ağlıyor. Çok zayıf; banyoya girdiğinde hazin memelerini görmemek için aynaya sırtını dönüyor. Sahte inciler ve kus kalıntılarıyla dolu üç büyük bavulla şehir şehir dolaşıyor. 0 bir cambaz, tıpkı eski çağlarda bir şaire olduğu gibi, çünkü ciğerlerinin özel biçimi yüzünden yarı havada icra edilen bir meslek seçmeye mecbur. Her gece Sirk'te, onu gözleriyle yiyen hayvanların önünde, makara ve direklerle ağzına kadar dolu bir alanda, yıldız olarak verdiği sözleri yerine getiriyor. Duvarda, pırıl pırıl ilanlardaki harflerin arasından kesik kesik görünen bedeni, gri şehirlerin üzerinde süzülerek uçan o çok revaçta hayalet topluluğunun bir üyesi. Mıknatıslı bir yaratık o; yer için fazla kanatlı, gök için fazla tensel, balmumu sürülmüş ayakları bizi yeryüzüne bağlayan antlaşmayı bozmuş. Ölüm, başdönmesinin eşarplarını sallıyor onun altında, ama bakışlarını bulandırmayı asla başaramıyor. Çıplak, üstü pırıl pırıl yıldızlarla kaplı, atacağı cambaz taklalarının değerini düşürmemek için melek olmayı reddeden bir atlete benziyor uzaktan; yakından ise, ona kanatlarını geri veren uzun sabahlıklara sarınmış, sanki kadın kılığına girmiş bir meleğe. Yalnızken, sinesinde, geniş bir göğsün içinden başka yerde barındırılamayacak kadar büyük ve ağır bir kalp taşıdığını biliyor; kemikten bir kafesin dibinde saklanmış bu ağırlık, boşluktaki her hamlesine emniyetsizliğin öldürücü lezzetini veriyor. Bu amansız vahşi hayvan tarafından yarı parçalanıp yenmiş bir haldeyken, gizlice kalbinin terbiyecisi olmaya çalışıyor. Bir adada doğdu, demek ki yalnızlığı daha o zamandan başladı; sonra her akşam onu yükseklerde bir tür inzivaya zorlayan mesleği çıktı ortaya; yıldız olmaya yazgılı olarak cambazhane sahnesinin üzerine yatmış, yarı çıplak, uçurumun bütün rüzgarlarına maruz kalmış, yastık eksikliği çeker gibi şefkat eksikliği çekiyor. Hayatındaki erkekler, ayaklarını kirleterek tırmandığı basamaklar olmuşlar sadece. Müdür, tromboncu, tanıtım görevlisi onu boyanıp parlatılmış bıyıklardan, purolardan, likörlerden, çizgili kravatlardan, deri cüzdanlardan, erkekliğin kadınlara düşler kurduran bütün dış vasıflarından tiksindirmişler. Yalnızca genç kızların bedenleri, şakacıktan onları boşluğa bırakıyormuş gibi yapacak olan bu büyük meleğinin kendilerine dokunmasına izin verecek kadar yumuşa, su gibi akıcı hala. Her yandan trapez çubuklarıyla sınır lanmış bu soyut mekanda onları uzun süre tutmayı başarıyor; kanat çırpışlarına dönüşüveren bu geometriden çabucak ürküp, çok geçmeden hepsi ona gökte arkadaşlık etmekten vazgeçiyor. Kundak bezi bile olmayan paçavralarla yamanmış hayatlarıyla aynı düzeyde bulunmak için yeniden yeryüzüne inmesi gerekiyor, öyle ki sonunda bu şefkat bir cumartesi tatiline, bir tayfanın sokak kızlarıyla beraber geçirdiği bir izin gününe benziyor. Yüklükten farksız bu odalarda nefessiz kalarak, aşka düşüp oyuncak bebekler arasında yaşamaya mecbur kalan bir erkeğin yapacağı gibi, umutsuzluğun kapısını açıyor boşluğa. Bütün kadınlar bir kadını sever; kendilerini severler delicesine, güzel bulmaya razı oldukları tek biçim her zaman kendi vücutlarıdır. Sappho'nun acıdan yakını görmeyen delici gözleri daha uzağa bakıyor. Tapındıkları suretlerini süslemekle meşgul, kendilerine hayran kadınların aynalardan beklediklerini bekliyor genç kızlardan; titrek tebessümüne cevap veren bir tebessüm, ta ki giderek yakma gelen dudakların buğusu aynadaki aksi bulandırana ve billürun yüzeyine ısı yayana kadar. Narkissos kendi olduğu şeyi sever. Sappho, kız arkadaşlarında bir zamanlar kendisinin olmadığı şeye tapıyor buruklukla. Yoksul, sanatçı için şan ve şöhretin arka yüzü olan o horgörüyle yüklü, gelecek olarak önünde sadece uçurum ufukları açılan Sappho, daha az tehdide maruz kalan kız arkadaşlarının bedeni üstünde mutluluğu okşuyor. Ruhların kendilerinin dışına taşıyan Kudas ayinindeki kızların duvakları ona kendisininkinin olduğundan daha berrak bir çocukluğun hayalini kurduruyor, zira hayalleri tükense de insan başkasına günahsız bir çocukluk atfetmeye devam eder. Genç kızların solgunluğu onda bekaretin neredeyse inanılmaz hatırasını uyandırıyor. Gyrirıno'da gururu sevmiş ve onun ayaklarını öpmekle kendini alçaltmıştı. Anactoria'nın aşkı bayram yerlerinde iri lokmalar halinde yutulan böreklerin tadını, panayırlarda binilen atlıkarıncanın, samanlıkta uzanıp yatmış güzel kızın ensesini gıdıklayan saman çöpünün verdiği tatlı hissi meydana çıkarmıştı. Attys'te bedbahtlığı sevmişti. Attys'le kalabalıklarının nefesinden ve nehrinin sisinden boğulmuş büyük bir şehrin içerlerinde karşılaştı; ağzında az önce çiğnediği zencefilli şekerlemenin kokusu kalmıştı; kurum izleri gözyaşlarının çiy taneleri gibi ıslattığı yanaklarına yapışıyordu; sırtında sahte samur kürkü, ayaklarında delik ayakkabılarıyla, bir köprünün üstünde koşuyordu; yavru keçiyi andıran yüzünde ürkek ve yabani bir tatlılık vardı. Dudaklarının neden bir yara izi gibi solgun, sımsıkı kapalı olduğunu, gözlerinin neden kırık dökük firuzelere benzediğini açıklamak için, Attys'in hafızasının derinlerinde üç farklı hikaye vardı, aslında aynı bedbahtlığın üç yüzünden başka bir şey olmayan üç hikaye: Her pazar birlikte çıkıp gezdiği erkek arkadaşı, bir akşam tiyatrodan dönerken takside kendini okşattırmadığı için onu terk etmişti; öğrenci odasının bir köşesinde sedirde uyumasına izin veren bir genç kız, onu yanlış yere nişanlısının kalbini çalmak istemekle suçlayıp kovmuştu; nihayet, babası onu dövüyordu. Her şeyden korkuyordu: hayaletlerden, erkeklerden, on üç rakamından ve kedilerin yeşil gözlerinden. Otelin yemek salonu, içinde kendini alçak sesle konuşmak zorunda hissettiği bir tapınak gibi büyülemişti onu; banyoyu görünce ellerini çırpmıştı. Sappho, bu kaprisli çocuk için, esneklik ve gözüpeklik yıllarında biriktirmiş olduğu sermayeyi harcıyor. Sadece çiçek demetleriyle hokkabazlık yapmayı bilen bu vasat sanatçıyı sirk yöneticilerine kabul ettiriyor. Göçebe sanatçılara ve hüzünlü sefihlere özgü olan değişikliğin düzenliliğiyle, bütün başkentlerin pistlerinde ve sahnelerinde birlikte turneye çıkıyorlar. Fazlasıyla zengin müşterilerle dolu otellerin tıklım tıkıştığından Attys'i kurtarmak için kaldıkları mobilyalı odalarda, her sabah, sahne kostümlerini ve sımsıkı ipek çoraplarının kopmuş ilmeklerini onarıyorlar. Bu hastalıklı çocuğa bakmaktan, onu ayartabilecek erkekleri yolundan çekmekten, Sappho'nun kederli aşkı, kendisi farkında olmadan, sanki on beş yıllık kısır hazlar sonunda ona bu çocuğu doğurtmuşçasına anaç bir biçim alıyor. Locaların koridorlarında karşılaşılan smokinli genç erkeklerin hepsi Attys'e, belki de geri çevirdiği öpücüklerini özlediği o erkek arkadaşı hatırlatıyor: Sappho, onun Philippe'in güzel çamaşırlarından, mavi kol düğmelerinden ve Chelsea'daki odasını süsleyen açık saçık albümlerle dolu rafla dolaptan o kadar sık söz ettiğini duydu ki, sonunda düzgün giyimli bu işadamı hakkında, hayatına sokmaktan kaçınamadığı birkaç aşığı hakkında olduğu kadar açık bir fikir sahibi oluyor ve dalgınlıkla onu en kötü hatıraları arasına yerleştiriyor. Attys'in gözkapakları yavaş yavaş mor bir renk alıyor; postanadeki posta kutusuna gelmiş mektupları almaya gidiyor ve okuduktan sonra yırtıyor; genç adamı tesadüfen onların gizlediği yoksul göçebe yollarına çıkarabilecek iş gezileri hakkında garip bir biçimde bilgi sahibi olmuşa benziyor. Sappho, Attys'e verebildiği tek şeyin hayatın gerisinde kalmış bir sığmak olmasından ve o küçük kırılgan başı güçlü omzuna yaslı tutan tek şeyin aşk korkusu olmasından dolayı acı çekiyor. Asla dökmeme yürekliliğini gösterdiği bütün gözyaşlarından acılaşan bu kadın, kız arkadaşlarına sunabileceği tek şeyin müşfik bir kahır olduğunu anlıyor; ancak kendi kendine ileri sürdüğü tek mazeret, aşkın her çeşidinin korkudan titreyen yaratıklara sunacak daha iyi bir şeyi olmadığı ve Attys kendisini bırakıp giderse, başka yerde daha fazla mutluluk bulma ihtimalinin çok az olduğu. Bir akşam Sappho, sırf Attys'i çiçeklerle süslemek için toplamış olduğu kucak dolusu demetlerle, sirkten her zamankinden daha geç dönüyor. Önünden geçerken kapıcı kadın her günkünden farklı bir yüz ifadesi takınıyor; döne döne çıkan merdiven birden bir yılanın halkalarına benziyor. Sappho süt kutusunun paspasın üstündeki her zamanki yerinde olmadığını fark ediyor; kapıdan girer girmez, kolonyanın ve sarı tütünün kokusunu alıyor. Mutfakta domates kızartmakla meşgul olmayan Attys'in yokluğunu; banyoda suyla oynayan çıplak bir genç kızın yokluğunu; yatak odasında, teselli edilerek uyutulmaya hazır bir Attys'in kaçırıldığını görüyor. Kanatları ardına kadar açık aynalı elbise dolabının önünde sevilen genç kızın ortadan kaybolmuş çamaşırlarına ağlıyor. Yere düşmüş mavi bir kol düğmesi, Sappho'nun, buna katlanamam ölürüm korkusuyla, ebedi olmadığına inanmakta direttiği bu gidişe yol açanın kim olduğunun işareti. Yeniden yollara düşüp şehirlerin oyun alanlarında tek başına taban tepiyor, her locada hezeyanının bütün vücutlara tercih ettiği bir yüzü arıyor açgözlülükle. Birkaç yıl sonra, Doğu'da çıktığı turnelerden birinde İzmir'e geliyor; Philippe'in şimdi orada Şark tütünü işleyen bir fabrikanın başında olduğunu öğreniyor; Attys olması mümkün olmayan zengin ve heybetli bir kadınla yeni evlenmiş; yüz üstü bırakılan genç kızın bir dansçı kumpanyasına katıldığı söyleniyor. Sappho bir kez daha Doğu'daki otelleri tek tek dolaşıyor, her otel kapıcısının kendi tarzında küstah, arsız ya da yaltakçı olduğu otelleri; ter kokusunun parfümleri leş kokuttuğu zevk yuvalarını, alkolün ve insan sıcaklığının verdiği bir saatlik sersemlemenin siyah ahşap bir masanın üstünde ıslak bardak altının bıraktığı yuvarlak izden başka iz bırakmadığı barları; yoksul düşmüş ve sevilmeye muhtaç bir Attys bulmanın nafile umuduyla Selamet Ordusu'nun barınaklarına varıncaya kadar her yeri arıyor. İstanbul'da talih her akşam onu bir seyahat acentesinde çalıştığını söyleyen paspal giyimli genç bir adamın yanına oturtuyor; kirlice eli kederli alnının yükünü taşıyor tembel tembel. Genellikle iki kişi arasında bir aşk köprüsü işlevi gören o alelade sözleri sarf ediyorlar karşılıklı. Adının Phaon olduğunu söylüyor ve İzmirli bir Rum kadınla Britanya donanmasından bir denizcinin oğlu olduğunu ileri sürüyor: Sappho'nun kalbi Attys'in dudaklarında o kadar sık öptüğü nefis şiveyi bir kez daha duyunca küt küt atıyor. Genç adamın arkasından kaçışın, sefaletin hatıraları duruyor, bir de savaşlara bağlı olmayıp daha çok kendi kalbinin yasalarıyla gizlice ilişkili tehlikelerin hatıraları. 0 da tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir soya aitmiş gibi görünüyor, eğreti ve daima geçici bir müsamahanın hayatta kalmasına izin verdiği bir soya. Oturma izni olmayan bu çocuğun kendine ait sıkıntıları var; morfin kaçakçısı, belki de gizli polisin bir ajanı; Sappho'nun içine girmediği bir gizli toplantılar ve parolalar dünyasında yaşıyor. Aralarında bir bedbahtlık kardeşliği kurmak için ona hikayesini anlatmasına ihtiyacı yok. Sappho ona kalbindeki acıyı anlatıyor; ona uzun uzun Attys'ten söz ediyor. Oğlan onu tanıdığını sanıyor: Beyoğlu'ndaki bir kabarede çiçeklerle hokkabazlık yapan çıplak bir kız gördüğünü hayal meyal hatırlıyor. Pazar günleri Boğaz'da gezintiye çıktığı yelkenli küçük bir teknesi var; birlikte, sahil kenarındaki bütün salaş kahvelerde, adalardaki lokantalarda, Asya yakasında birkaç yoksul yabancının mütevazı bir hayat sürdüğü aile pansiyonlarında onu arıyorlar. Sappho, teknenin kıçına oturmuş, şimdi onun tek insani güneşi olan bu yakışıklı genç erkek yüzünün bir fenerin ışığında titreşmesini seyrediyor. Onun yüz hatlarında kaçak genç kızda bir zamanlar sevmiş olduğu bazı özellikleri buluyor: sanki esrarengiz bir arının sokmuş olduğu aynı şişmiş ağız; bu kez bala batırılmış gibi görünen farklı saçlar altındaki aynı küçük, sert alın; iki uzun bulanık firuzeye benzeyen aynı gözler, ama kurşun rengi bir yüz yerine yanık bir yüze kakılmış iki firuze, öyle ki esmer solgun genç kız bu tunçtan ve altından tanrı kalıba dökülürken boşa gitmiş balmumu sanki. Şaşakalan Sappho, yavaş yavaş, trapezin çubuğu gibi sert ve sağlam bu omuzları, kürek çeke çeke sertleşmiş bu elleri, olanı sevmesine yetecek kadar kadın yumuşaklığı taşıyan bu vücudun tamamını tercih etmeye başlıyor. Sandalın dibine yatıp, kendini bu salcının yardığı suların yeni salınımlarına bırakıyor. Attys'in adını artık sadece kayıp genç kızın ona benzediğini, ama onun kadar yakışıklı olmadığını söylemek için anıyor: Phaon bu övgüleri endişeli ve istihzayla karışık bir sevinçle kabul ediyor. Sappho onun önünde, Attys'in döneceğini haber verdiği bir mektubu, üstündeki adresi çözme zahmetine dahi katlanmadan yırtıyor. Oğlan, titreyen dudaklarında ince bir gülümsemeyle, mektubu yırtışını seyrediyor. Sappho ilk defa, hata kaldırmayan mesleğinin gerektirdiği disiplini ihmal ediyor; her adaleyi ruhun denetimine sokan idmanlara ara veriyor; beraber yemek yiyorlar; hiç yapmadığı bir şeyi yapıyor, biraz fazla yiyor. Onu buradan ayrılıp başka göklerde süzülmek zorunda bırakan mukaveleleri yüzünden, onunla bu şehirde geçireceği sadece birkaç günü var. Oğlan bu son geceyi, Sappho'nun kaldığı limana yakın küçük dairede onunla geçirmeye sonunda razı oluyor. Sappho tiz ve pes notaların birbirine karıştı bir sese benzeyen bu varlığın tıka basa dolu odada yürümesini seyrediyor. Kırılgan bir yanılsamayı kırmaktan çekinirmiş gibi tutuk hareketlerle, Phaon merakla eğilip Attys'in resimlerine bakıyor. Sappho Türk nakışlarıyla kaplı Viyana usulü divana oturuyor; hatıralarının izlerini silmeye çalışıyormuşçasına yüzünü ellerinin arasında sıkıyor. Daha narin kız arkadaşlarını seçmeyi, teklif götürmeyi, baştan çıkarmayı, korumayı şimdiye kadar üstlenen bu kadın, kendi cinsiyetinin ve kendi yüreğinin ağırlığına kendini yumuşaklıkla teslim edip, gevşiyor ve nihayet batıyor, bundan böyle bir aşığın yanında yapacak tek şey kabul etme hareketi olacağı için mutlu. Her şeye rağmen mucizevi bir şekilde erişilebilir kalmış bir umut gibi, bir yatağın beyazlığının yayıldığı yan odada genç adamın dolaşmasını dinliyor; tuvalet masasının üstündeki şişelerin kapaklarını açtığını, bir hırsızın ya da istediğini yapmakta serbest olduğunu sanan bir sevgilinin rahatlığıyla çekmeceleri karıştırdığını, sonunda da, elbiselerinin, Attys'ten kalmış birkaç fırfırın arasında, intihar etmiş kadınlar gibi asılı durduğu dolabın iki kanadını açtığını işitiyor. Aniden, hayaletlerin hışırtısına benzer ipeksi bir ses, insanı bağırtabilecek bir okşayış gibi yaklaşıyor. Ayağa kalkıyor, dönüyor: sevilen varlık, Attys'in giderken ardında bıraktığı bir sabahlığa sarınmış: çıplak tenin üzerine giyilmiş muslin, uzun dansçı bacaklarının kadınsı denebilecek zarafetini ortaya çıkarıyor; ciddi erkek giysilerinden kurtulmuş bu esnek ve pürüzsüz vücut neredeyse bir kadın vücudu. Büründüğü kadın kılığını üstünde rahatça taşıyan bu Phaon, orada olmayan güzel su perisinin yerine geçen birinden başkası değil; pınar gibi bir gülüşle ona doğru gelen de bir genç kız yine. Çılgına dönen Sappho, başını örtmeden kapıya doğru koşuyor, ona aynı hazin öpücüklerden başka bir şey veremeyecek olan bu canlı hortlaktan kaçıyor. Denize çıkan, döküntü ve çöp dolu sokaklardan koşarak iniyor, hızla vücutların çalkantılı kütlesine dalıyor. Hiçbir karşılaşmanın onun kurtuluşu olamayacağını biliyor, çünkü nereye giderse gitsin yeniden Atty'sini bulacak. Bu ölçüsüzce büyük yüz, ölüme açılmayan bütün çıkışları tıkıyor. Hafızasını bulandıracak bir yorgunluk gibi çöküyor akşam; güneşin battığı yerde bir parçacık kan kalıyor. Birden, ziller çınlıyor, sanki ateş onları kalbinde birbirine vuruyormuş gibi. Uzun zamandır süren bir alışkanlık, kendisi farkında olmadan, onu, her akşam başdönmesinin meleğiyle mücadele ettiği saatte Sirk'e getirmiş. Son bir defa, hayatının kokusu olmuş o vahşi hayvan kokusuyla, tıpkı aşkın müziği gibi muazzam ve uyumsuz o müzikle sarhoş oluyor. Bir giydirici kadın Sappho'ya soyunma odasının, ölüm mahkûmu hücresinin kapısını açıyor. Kendini Tanrı'ya sunacakmış gibi soyunuyor; daha şimdiden onu hayalete çeviren yağlı beyaz bir pudra sürüyor her tarafına; boynuna aceleyle bir hatıranın tasmasını bağlıyor. Siyahlar giymiş bir teşrifatçı, saatinin geldiğini haber veriyor. Göksel darağacının ip merdivenini tırmanıyor: yüksekte, bir genç adamın varolduğuna inanabilmiş olmanın gülünçlüğünden kaçıyor. Limonata satanların bağrış çığrışından, pembe tenli küçük çocukların kulak tırmalayıcı gülüşlerinden, dansçı kızların iç eteklerinden, insan ağlarının binlerce ilmeğinden kendini çekip kurtarıyor. Belden kendini yukarı iterek, intihar tutkusunun rıza gösterdiği tek dayanak noktasına çıkıyor: boşlukta sallanan trapez çubuğu, yarı kadın olmaktan yorgun düşmüş bu varlığı kuşa dönüştürüyor; yuvasını dalgalar üstünde kuran bir masal kuşu, kendi uçurumunun alkyon'u[olarak, felakete inanmayan seyircinin bakışları altında, bir ayağından asılmış, süzülüyor. Ustalığı onun aleyhine oluyor: Bütün çabalarına rağmen dengesini kaybetmeyi başaramıyor; karanlık işler çeviren at cambazı Ölüm bir sonraki trapezde onu yeniden eyere oturtuyor. Sonunda lambaların bulunduğu yerden daha da yukarı çıkıyor: seyirciler artık onu alkışlayamıyorlar, çünkü artık onu görmüyorlar. Boyalı yıldızların nakışladığı kubbeyi hareket ettiren halata tutunmuş, kendini daha da aşmak için tek çaresi kendi göğünü delip geçmek. Altında, başdönmesinin rüzgarı, artık üstesinden gelinmiş kaderinin iplerini, makaralarını, bocurgatlarını gıcırdatıyor; boşluk, fırtınalı havada denizde olduğu gibi, yana yatıyor, bir iniyor bir çıkıyor; yıldızlarla dolu gökkubbe gemi direklerinin serenleri arasında sallanıyor. Orada müzik, bütün hatıraları yıkayan büyük parlak bir dalga sadece. Gözleri kırmızı ışıkları yeşil ışıklardan ayırt edemiyor artık; karanlık ahalinin üstünden geçen mavi ışıldaklar, orada burada, yumuşak kayalara benzeyen çıplak kadın omuzlarını ışıtıyorlar. Bir çıkıntıya tutunur gibi sıkıca ölümüne tutunmuş olan Sappho, düşmek için, ağın ilmeklerinin onu tutmayacağı yeri seçiyor. Çünkü cambaz olarak payına düşen alan koca sirkin yalnızca yarısını kaplıyor; palyaçoların foklarla yaptıkları numaraların sürdüğü kumlu alanın diğer bölümünde, onun ölmesini engelleyecek hiçbir hazırlık yok. Sappho, sonsuzluğun yarısını kucaklamak istercesine kollarını açarak dalıyor, arkasında yalnızca, gökyüzünden ayrıldığının kanıtı olarak sallanan bir ip bırakıyor. Ama yaşamayı beceremeyenler intiharlarını da ıskalama tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Eğik düşüşü sonucu, kocaman mavi bir denizanasına benzeyen lambaya çarpıyor. Sersemlemiş ama zarar görmemiş, intiharı boşa giden kadın, çarpışın hızıyla, ışıktan köpüklerin takılıp kaldığı, sonra da kurtulduğu ağlara doğru fırlıyor; ilmekler göğün derinliklerinden tutulup çıkarılmış bu heykelin ağırlığı altında bel veriyor ama kopmuyorlar. Az sonra işçilerin yapacakları tek şey, üzerinden sel gibi ter akan mermer solukluğundaki bu bedeni, denizde boğulmuş bir kadın gibi kumun üzerinde çekmek olacak.



[1] Sappho, Yunanlı kadın şair. Midilli'de doğdu (Lesbos, M.Ö. 625'e doğru - M.Ö. 580) Soylu bir ailedendi. Lesbos'u sarsan siyasi çatışmalara karışıp sürgün cezasına çarptırıldı. Sicilya'ya gitti (M.Ö. 593'e doğru). Döndüğünde bir edebiyat derneği kurup Lesboslu soylu genç kızlara şiir, müzik ve dans öğretti. Phaon'a duyduğu umutsuz aşk yüzünden intihar ettiğine ilişkin söylenti temelsiz görünür. Buna karşılık bazı öğrencilerine duyduğu ilgi dizelerinde aşikârdır. (ç.n.)
[2] Alkyone, rüzgârlar kralı Aiolos'un kızıydı. Sabah yıldızı Eospheros'un oğlu Keyks'yle evlendi. Hera ile Zeus'tan daha mutlu olduklarını söylemeye cüret edince gazaba gelen Zeus, onları bir kuş (alkyon) haline soktu, (ç.n.)



Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9