Orhan
Pamuk: Babamın bavulu
Nobel
konuşması
Ölümünden
iki yıl önce babam kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir
bavul verdi bana. Her zamanki şakacı, alaycı havasını takınarak, kendisinden
sonra, yani ölümünden sonra onları okumamı istediğini söyleyiverdi.
“Bir
bak bakalım,” dedi hafifçe utanarak, “işe yarar bir şey var mı içlerinde. Belki
benden sonra seçer, yayımlarsın.”
Benim
yazıhanemde, kitaplar arasındaydık. Babam acı verici çok özel bir yükten
kurtulmak isteyen biri gibi, bavulunu nereye koyacağını bilemeden yazıhanemde
bakınarak dolandı. Sonra elindeki şeyi dikkat çekmeyen bir köşeye usulca
bıraktı. İkimizi de utandıran bu unutulmaz an biter bitmez ikimiz de her
zamanki rollerimize, hayatı daha hafiften alan, şakacı, alaycı kimliklerimize
(personas) geri dönerek rahatladık. Her zamanki gibi havadan sudan, hayattan,
Türkiye’nin bitip tükenmez siyasi dertlerinden ve babamın çoğu başarısızlıkla
sonuçlanan işlerinden, çok da fazla kederlenmeden, söz ettik.
Babam
gittikten sonra bavulun etrafında birkaç gün ona hiç dokunmadan aşağı yukarı
yürüdüğümü hatırlıyorum. Küçük, siyah, deri bavulu, kilidini, yuvarlak
kenarlarını ta çocukluğumdan biliyordum. Babam kısa süren yolculuklara çıkarken
ve bazen de evden iş yerine bir yük taşırken taşırdı onu. Çocukken bu küçük
bavulu açıp yolculuktan dönen babamın eşyalarını karıştırdığımı, içinden çıkan
kolonya ve yabancı ülke kokusundan hoşlandığımı hatırlıyordum. Bu bavul benim
için geçmişten ve çocukluk hatıralarımdan çok şey taşıyan tanıdık ve çekici bir
eşyaydı, ama şimdi ona dokunamıyordum bile. Niye? Elbette ki bavulun içindeki
gizli yükün esrarengiz ağırlığı yüzünden.
Bu
ağırlığın anlamından söz edeceğim şimdi. Bir odaya kapanıp, bir masaya oturup,
bir köşeye çekilip kağıtla kalemle kendini ifade eden insanın yaptığı şeyin,
yani edebiyatın anlamı demek bu.
Babamın
bavuluna dokunup onu bir türlü açamıyordum, ama içindeki defterlerin bazılarını
biliyordum. Bazılarına bir şeyler yazarken babamı görmüştüm. Bavulun içindeki
yük ilk defa duyduğum bir şey değildi. Babamın büyük bir kütüphanesi vardı,
gençlik yıllarında, 1940’ların sonunda, İstanbul’da şair olmak istemiş,
Valery’yi Türkçe’ye çevirmiş, ama okuru az, yoksul bir ülkede şiir yazıp edebi
bir hayatın zorluklarını yaşamak istememişti. Babamın babası –dedem- zengin bir
iş adamıydı, babam rahat bir çocukluk ve gençlik geçirmişti, edebiyat için,
yazı için zorluk çekmek istemiyordu. Hayatı bütün güzellikleriyle seviyordu,
onu anlıyordum.
Beni
babamın bavulunun içindekilerden uzak tutan birinci endişe tabii ki
okuduklarımı beğenmeme korkusuydu. Babam da bunu bildiği için tedbirini almış,
bavulun içindekileri ciddiye almayan bir hava da takınmıştı. Yirmi beş yıllık
bir yazarlık hayatından
sonra bunu görmek beni üzüyordu. Ama edebiyatı yeterince ciddiye almadığı için
babama kızmak bile istemiyordum… Asıl korkum, bilmek, öğrenmek bile istemediğim
asıl şey ise babamın iyi bir yazar olması ihtimaliydi. Babamın bavulunu asıl
bundan korktuğum için açamıyordum. Üstelik nedeni kendime açıkça söyleyemiyordum
bile. Çünkü babamın bavulundan gerçek, büyük bir edebiyat çıkarsa babamın
içinde bir bambaşka adam olduğunu kabul etmem gerekecekti. Bu korkutucu bir
şeydi. Çünkü ben o ilerlemiş yaşımda bile babamın yalnızca babam olmasını
istiyordum; yazar olmasını değil.
Benim
için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi
sabırla yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı deyince önce romanlar, şiirler,
edebiyat geleneği değil, bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi
içine dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün
önüne. Bu adam, ya da bu kadın, daktilo kullanabilir, bilgisayarın
kolaylıklarından yararlanabilir, ya da benim gibi otuz yıl boyunca dolmakalemle
kağıt üzerine, elle yazabilir. Yazdıkça kahve, çay, sigara içebilir. Bazen
masasından kalkıp pencereden dışarıya, sokakta oynayan çocuklara, talihliyse
ağaçlara ve bir manzaraya, ya da karanlık bir duvara bakabilir. Şiir, oyun ya
da benim gibi roman yazabilir. Bütün bu farklılıklar asıl faaliyetten, masaya
oturup sabırla kendi içine dönmekten sonra gelir. Yazı yazmak, bu içe dönük
bakışı kelimelere geçirmek, insanın kendisinin içinden geçerek yeni bir alemi
sabırla, inatla ve mutlulukla (joy) araştırmasıdır. Ben boş sayfaya yavaş yavaş
yeni kelimeler ekleyerek masamda oturdukça günler, aylar, yıllar geçtikçe,
kendime yeni bir alem kurduğumu, kendi içimdeki bir başka insanı, tıpkı bir
köprüyü ya da bir kubbeyi taş taş kuran biri gibi ortaya çıkardığımı
hissederdim. Biz yazarların taşları kelimelerdir. Onları elleyerek,
birbirleriyle ilişkilerini hissederek, bazen uzaktan bakıp seyrederek, bazen
parmaklarımızla ve kalemimizin ucuyla sanki onları okşayarak ve ağırlıklarını
tartarak kelimeleri yerleştire yerleştire, yıllarca inatla, sabırla ve umutla
yeni dünyalar kurarız.
Benim
için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamda değil, inat
ve sabırdadır. Türkçe’deki o güzel deyiş, iğneyle kuyu kazmak bana sanki
yazarlar için söylenmiş gibi gelir. Eski masallardaki, aşkı için dağları delen
Ferhat’ın sabrını severim ve anlarım. Benim Adım Kırmızı adlı romanımda,
tutkuyla aynı atı yıllarca çize çize ezberleyen, hatta güzel bir atı gözü
kapalı çizebilen İranlı eski nakkaşlardan söz ederken yazarlık mesleğinden,
kendi hayatımdan söz ettiğimi de biliyordum. Kendi hayatını başkalarının
hikâyesi olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu anlatma gücünü içinde
hissedebilmesi için, bana öyle gelir ki, yazarın masa başında yıllarını bu
sanata ve zanaata sabırla verip, bir iyimserlik elde etmesi gerekir. Kimine hiç
gelmeyen, kimine de pek sık uğrayan ilham meleği bu güveni ve iyimserliği sever
ve yazarın kendini en yalnız hissettiği, çabalarının, hayallerinin ve
yazdıklarının değerinden en çok şüpheye düştüğü anda, yani hikâyesinin yalnızca
kendi hikâyesi olduğunu sandığı zamanda, ona içinden
çıktığı dünya ile kurmak istediği alemi birleştiren hikâyeleri, resimleri,
hayalleri sanki sunuverir. Bütün hayatımı verdiğim yazarlık işinde benim için
en sarsıcı duygu, beni aşırı mutlu eden kimi cümleleri, hayalleri, sayfaları
kendimin değil bir başka gücün bulup bana cömertçe sunduğunu zannetmem
olmuştur.
Babamın
çantasını açıp defterlerini okumaktan korkuyordum, çünkü benim girdiğim
sıkıntılara onun asla girmeyeceğini, yalnızlığı değil arkadaşları, kalabalıkları,
salonları, şakaları, cemaate karışmayı sevdiğini biliyordum. Ama sonra başka
bir akıl yürütüyordum: Bu düşünceler, çilekeşlik ve sabır hayalleri benim hayat
ve yazarlık deneyimimden çıkardığım kendi önyargılarım da olabilirdi.
Kalabalığın, aile hayatının, cemaatin ışıltısı içinde ve mutlu cıvıltılar
arasında yazmış pek çok parlak yazar da vardı. Üstelik babam, çocukluğumuzda,
aile hayatının sıradanlığından sıkılarak bizi bırakmış, Paris’e gitmiş, otel
odalarında –başka pek çok yazar gibi- defterler doldurmuştu. Bavulun içinde o
defterlerin bir kısmının olduğunu da biliyordum, çünkü bavulu getirmeden önceki
yıllarda babam hayatının o döneminden bana artık söz etmeye de başlamıştı.
Çocukluğumda da söz ederdi o yıllardan, ama kendi kırılganlığını, şair-yazar
olma isteğini, otel odalarındaki kimlik sıkıntılarını anlatmazdı. Paris
kaldırımlarında nasıl sık sık Sartre’ı gördüğünü anlatır, okuduğu kitaplar ve
gördüğü filmlerden çok önemli haberler veren biri gibi heyecanla ve içtenlikle
söz ederdi. Yazar olmamda paşalardan ve din büyüklerinden çok evde dünya
yazarlarından söz eden bir babamın olmasının payını elbette hiç aklımdan
çıkarmazdım. Belki de babamın defterlerini bunu düşünerek, büyük kütüphanesine
ne kadar çok şey borçlu olduğumu hatırlayarak okumalıydım. Bizimle birlikte
yaşarken babamın –tıpkı benim gibi- bir odada yalnız kalıp kitaplarla,
düşüncelerle haşır neşir olmak istemesine, yazılarının edebi niteliğine çok
önem vermeden, dikkat etmeliydim.
Ama
yapamayacağım şeyin de tam bu olduğunu, babamın bıraktığı çantaya bu
huzursuzlukla bakarken hissediyordum. Babam bazen kütüphanesinin önündeki
divana uzanır, elindeki kitabı ya da dergiyi bırakır ve uzun uzun düşüncelere,
hayallere dalardı. Yüzünde şakalaşmalar, takılmalar ve küçük çekişmelerle sürüp
giden aile hayatı sırasında gördüğümden bambaşka bir ifade, içe dönük bir bakış
belirirdi, bundan özellikle çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda babamın huzursuz
olduğunu anlar, endişelenirdim. Şimdi yıllar sonra bu huzursuzluğun insanı
yazar yapan temel dürtülerden biri olduğunu biliyorum. Yazar olmak için, sabır
ve çileden önce içimizde kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan,
herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. Sabır ve
umudu yazıyla kendimize derin bir dünya kurmak için isteriz. Ama bir odaya,
kitaplarla dolu bir odaya kapanma isteği bizi harekete geçiren ilk şeydir. Bu
kitapları keyfince okuyan, yalnızca kendi vicdanının sesini dinleyerek
başkalarının sözleriyle tartışan ve kitaplarla konuşa konuşa kendi düşüncelerini
ve alemini oluşturan özgür, bağımsız yazarın ilk büyük örneği, modern edebiyatın
başlangıcı Montaigne’dir elbette. Babamın da dönüp dönüp okuduğu, bana okumamı
öğütlediği bir yazardı Montaigne. Dünyanın neresinde olursa olsun, ister
Doğu’da ister Batı’da, cemaatlerinden kopup kendilerini kitaplarla bir odaya
kapatan yazarlar geleneğinin bir parçası olarak görmek isterim kendimi. Benim
için hakiki edebiyatın başladığı yer kitaplarla kendini bir odaya kapatan
adamdır.
Ama
kendimizi kapattığımız odada sanıldığı kadar da yalnız değilizdir. Bize önce
başkalarının sözü, başkalarının hikâyeleri, başkalarının kitapları, yani
gelenek dediğimiz şey eşlik eder. Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için
yarattığı en değerli birikim olduğuna inanıyorum. İnsan toplulukları,
kabileler, milletler edebiyatlarını önemsedikleri, yazarlarına kulak verdikleri
ölçüde zekileşir, zenginleşir ve yükselirler, ve hepimizin bildiği gibi, kitap
yakmalar, yazarları aşağılamalar milletler için karanlık ve akılsız zamanların
habercisidir. Ama edebiyat hiçbir zaman yalnızca milli bir konu değildir.
Kitaplarıyla bir odaya kapanan ve önce kendi içinde bir yolculuğa çıkan yazar,
orada yıllar içinde iyi edebiyatın vazgeçilmez kuralını da keşfedecektir: Kendi
hikâyemizden başkalarının hikâyeleri gibi ve başkalarının hikâyelerinden kendi
hikâyemizmiş gibi bahsedebilme hüneridir edebiyat. Bunu yapabilmek için yola
başkalarının hikâyelerinden ve kitaplarından çıkarız.
Babamın
bir yazara fazlasıyla yetecek bin beş yüz kitaplık iyi bir kütüphanesi vardı.
Yirmi iki yaşımdayken, bu kütüphanedeki kitapların hepsini okumamıştım belki,
ama bütün kitapları tek tek tanır, hangisinin önemli, hangisinin hafif ama
kolay okunur, hangisinin klasik, hangisinin dünyanın vazgeçilmez bir parçası,
hangisinin yerel tarihin unutulacak ama eğlenceli bir tanığı, hangisinin de
babamın çok önem verdiği bir Fransız yazarın kitabı olduğunu bilirdim. Bazen bu
kütüphaneye uzaktan bakar, kendimin de bir gün ayrı bir evde böyle bir
kütüphanemin, hatta daha iyisinin olacağını, kitaplardan kendime bir dünya
kuracağımı düşlerdim. Uzaktan baktığımda bazen babamın kütüphanesi bana bütün
alemin küçük bir resmiymiş gibi gelirdi. Ama bizim köşemizden, İstanbul’dan
baktığımız bir dünyaydı bu. Kütüphane de bunu gösteriyordu. Babam bu
kütüphaneyi yurtdışı yolculuklarından, özellikle Paris’ten ve Amerika’dan
aldığı kitaplarla, gençliğinde İstanbul’da 1940’larda ve 50’lerdeki yabancı
dilde kitap satan dükkanlardan aldıklarıyla ve her birini benim de tanıdığım
İstanbul’un eski ve yeni kitapçılarından edindikleriyle yapmıştı. Yerel, milli
bir dünya ile Batı dünyasının karışımıdır benim dünyam. 1970’lerden başlayarak
ben de iddialı bir şekilde kendime bir kütüphane kurmaya başladım. Daha yazar
olmaya tam karar vermemiştim, İstanbul adlı kitabımda anlattığım gibi, artık
ressam olmayacağımı sezmiştim ama hayatımın ne yola gireceğini tam
bilemiyordum. İçimde bir yandan her şeye karşı durdurulmaz bir merak ve aşırı
iyimser bir okuyup öğrenme açlığı vardı; bir yandan da hayatımın bir şekilde
“eksik” bir hayat olacağını, başkaları gibi yaşayamayacağımı hissediyordum. Bu
duygumun bir kısmı, tıpkı babamın kütüphanesine bakarken hissettiğim gibi,
merkezden uzak
olma fikriyle, İstanbul’un o yıllarda hepimize hissettirdiği gibi, taşrada
yaşadığımız duygusuyla ilgiliydi. Bir başka eksik yaşam endişesi de tabii ister
resim yapmak olsun, ister edebiyat olsun, sanatçısına fazla ilgi göstermeyen ve
umut da vermeyen bir ülkede yaşadığımı fazlasıyla bilmemdi. 1970’lerde, sanki
hayatımdaki bu eksiklikleri gidermek ister gibi aşırı bir hırsla İstanbul’un
eski kitapçılarından babamın verdiği parayla solmuş, okunmuş, tozlu kitaplar
satın alırken bu sahaf dükkanlarının, yol kenarlarında, cami avlularında, yıkık
duvarların eşiklerinde yerleşmiş kitapçıların yoksul, dağınık ve çoğu zaman da
insana umutsuzluk verecek kadar perişan halleri beni okuyacağım kitaplar kadar
etkilerdi.
Alemdeki
yerim konusunda, hayatta olduğu gibi edebiyatta da o zamanlar taşıdığım temel
duygu bu “merkezde olmama” duygusuydu. Dünyanın merkezinde, bizim
yaşadığımızdan daha zengin ve çekici bir hayat vardı ve ben bütün İstanbullular
ve bütün Türkiye ile birlikte bunun dışındaydım. Bu duyguyu dünyanın büyük
çoğunluğu ile paylaştığımı bugün düşünüyorum. Aynı şekilde, bir dünya edebiyatı
vardı ve onun benden çok uzak bir merkezi vardı. Aslında düşündüğüm Batı
edebiyatıydı, dünya edebiyatı değil, ve biz Türkler bunun da dışındaydık.
Babamın kütüphanesi de bunu doğruluyordu. Bir yanda bizim, pek çok ayrıntısını
sevdiğim, sevmekten vazgeçemediğim yerel dünyamız, İstanbul’un kitapları ve
edebiyatı vardı, bir de ona hiç benzemeyen, benzememesi bize hem acı hem de
umut veren Batı dünyasının kitapları. Yazmak, okumak sanki bir dünyadan çıkıp
ötekinin başkalığı, tuhaflığı ve harika halleriyle teselli bulmaktı. Babamın da
bazen, tıpkı benim sonraları yaptığım gibi, kendi yaşadığı hayattan Batı’ya
kaçmak için roman okuduğunu hissederdim. Ya da bana o zamanlar kitaplar bu
çeşit bir kültürel eksiklik duygusunu gidermek için başvurduğumuz şeylermiş
gibi gelirdi. Yalnız okumak değil, yazmak da İstanbul’daki hayatımızdan Batı’ya
gidip gelmek gibi bir şeydi. Babam bavulundaki defterlerinden çoğunu
doldurabilmek için Paris’e gitmiş, kendini otel odalarına kapatmış, sonra
yazdıklarını Türkiye’ye geri getirmişti. Bunun da beni huzursuz ettiğini,
babamın bavuluna bakarken hissederdim. Yirmi beş yıl Türkiye’de yazar olarak
ayakta kalabilmek için kendimi bir odaya kapattıktan sonra, yazarlığın
içimizden geldiği gibi yazmanın, toplumdan, devletten, milletten gizlice yapılması
gereken bir iş olmasına, babamın bavuluna bakarken artık isyan ediyordum. Belki
de en çok bu yüzden babama yazarlığı benim kadar ciddiye almadığı için
kızıyordum.
Aslında
babama benim gibi bir hayat yaşamadığı, hiçbir şey için küçük bir çatışmayı
bile göze almadan toplumun içinde, arkadaşları ve sevdikleriyle gülüşerek
mutlulukla yaşadığı için kızıyordum. Ama ‘kızıyordum’ yerine ‘kıskanıyordum’
diyebileceğimi, belki de bunun daha doğru bir kelime olacağını da aklımın bir
yanıyla biliyor, huzursuz oluyordum. O zaman her zamanki takıntılı, öfkeli
sesimle kendi kendime “mutluluk nedir?” diye soruyordum. Tek başına bir odada
derin bir hayat yaşadığını sanmak mıdır mutluluk?
Yoksa cemaatle, herkesle aynı şeylere inanarak, inanıyormuş gibi yaparak rahat
bir hayat yaşamak mı? Herkesle uyum içinde yaşar gibi gözükürken, bir yandan da
kimsenin görmediği bir yerde, gizlice yazı yazmak mutluluk mudur aslında,
mutsuzluk mu? Ama bunlar fazla hırçın, öfkeli sorulardı. Üstelik iyi bir
hayatın ölçüsünün mutluluk olduğunu nereden çıkarmıştım ki? İnsanlar,
gazeteler, herkes hep en önemli hayat ölçüsü mutlulukmuş gibi davranıyordu.
Yalnızca bu bile, tam tersinin doğru olduğunu araştırmaya değer bir konu haline
getirmiyor muydu? Zaten bizlerden, aileden hep kaçmış olan babamı ne kadar
tanıyor, onun huzursuzluklarını ne kadar görebiliyordum ki?
Babamın
bavulunu işte bu dürtülerle açtım ilk. Babamın hayatında bilmediğim bir
mutsuzluk, ancak yazıya dökerek dayanabileceği bir sır olabilir miydi? Bavulu
açar açmaz seyahat çantası kokusunu hatırladım, bazı defterleri tanıdığımı,
babamın üstünde öyle fazla durmadan onları bana yıllarca önce göstermiş
olduğunu fark ettim. Tek tek elleyip karıştırdığım defterlerin çoğu babamın
bizi bırakıp Paris’e gittiği gençlik yıllarında tutulmuştu. Oysa ben, tıpkı
biyografilerini okuduğum, sevdiğim yazarlar gibi, babamın benim yaşımdayken ne
yazdığını, ne düşündüğünü öğrenmek istiyordum. Kısa zaman içinde böyle bir
şeyle karşılaşmayacağımı da anladım. Üstelik bu arada babamın defterlerinin
orasında burasında karşılaştığım yazar sesinden huzursuz olmuştum. Bu ses
babamın sesi değil diye düşünüyordum; hakiki (authentic) değildi, ya da benim
hakiki babam diye bildiğim kişiye ait değildi bu ses. Babamın yazarken babam
olamaması gibi huzursuz edici bir şeyden daha ağır bir korku vardı burada:
İçimdeki hakiki olamama korkusu, babamın yazılarını iyi bulamama, hatta babamın
başka yazarlardan fazla etkilendiğini görme endişemi aşmış, özellikle
gençliğimde olduğu gibi, bütün varlığımı, hayatımı, yazma isteğimi ve kendi
yazdıklarımı bana sorgulatan bir hakikilik buhranına dönüşüyordu. Roman yazmaya
başladığım ilk on yılda bu korkuyu daha derinden hisseder, ona karşı koymakta
zorlanır, tıpkı resim yapmaktan vazgeçtiğim gibi, bir gün yenilgiye uğrayıp
roman yazmayı da bu endişeyle bırakmaktan bazen korkardım.
Kapayıp
kaldırdığım bavulun bende kısa sürede uyandırdığı iki temel duygudan hemen söz
ettim: Taşrada olma duygusu ve hakiki olabilme (authenticity) endişesi. Benim
bu huzursuz edici duyguları derinlemesine ilk yaşayışım değildi elbette bu. Bu
duyguları, bütün genişlikleri, yan sonuçları, sinir başları (nerve endings), iç
düğümleri ve çeşit çeşit renkleriyle ben yıllar boyunca okuyup yazarak, kendim
masa başında araştırmış, keşfetmiş, derinleştirmiştim. Elbette onları belli
belirsiz acılar, keyif kaçırıcı hassasiyetler ve ikide bir hayattan ve
kitaplardan bana bulaşan akıl karışıklıkları olarak özellikle gençliğimde pek
çok kereler yaşamıştım. Ama taşrada olma duygusunu ve hakikilik endişesini
ancak onlar hakkında romanlar, kitaplar yazarak (mesela taşralılık için Kar,
İstanbul; hakikilik endişesi için Benim Adım Kırmızı ya da Kara Kitap) bütünüyle
tanıyabilmiştim. Benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en fazla
taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları
sabırla keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları
yazımızın ve kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir parçası haline
getirmektir.
Herkesin
bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık. Bu bilginin
keşfi ve onun geliştirilip paylaşılması okura çok tanıdığı bir dünyada hayret
ederek gezinmenin zevklerini verir. Bu zevkleri, bildiğimiz şeylerin bütün
gerçekliğiyle yazıya dökülmesindeki hünerden de alırız elbette. Bir odaya
kapanıp yıllarca hünerini geliştiren, bir alem kurmaya çalışan yazar işe kendi
gizli yaralarından başlarken bilerek ya da bilmeden insanoğluna derin bir güven
de göstermiş olur. Başkalarının da bu yaraların bir benzerini taşıdığına, bu
yüzden anlaşılacağına, insanların birbirlerine benzediğine duyulan bu güveni
hep taşıdım. Bütün gerçek edebiyat, insanların birbirine benzediğine ilişkin
çocuksu ve iyimser bir güvene dayanır. Kapanıp yıllarca yazan biri işte böyle
bir insanlığa ve merkezi olmayan bir dünyaya seslenmek ister.
Ama
babamın bavulundan ve tabii İstanbul’da yaşadığımız hayatın solgun renklerinden
anlaşılabileceği gibi, dünyanın bizden uzakta bir merkezi vardı. Bu temel
gerçeği yaşamanın verdiği Çehovcu taşra duygusundan, bir diğer yan sonuç olan
hakikilik endişesinden (anxiety of authenticity) kitaplarımda çok söz ettim.
Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun bu duygularla yaşadığını, hatta daha
ağırları olan eziklik, kendine güvensizlik ve aşağılanma korkularıyla boğuşarak
yaşadığını kendimden biliyorum. Evet, insanoğlunun birinci derdi hâlâ,
mülksüzlük, yiyeceksizlik, evsizlik… Ama artık televizyonlar, gazeteler bu
temel dertleri edebiyattan çok daha çabuk ve kolay bir şekilde anlatıyor bize.
Bugün edebiyatın asıl anlatması ve araştırması gereken şey, insanoğlunun temel
derdi ise, dışarıda kalmak ve kendini önemsiz hissetme korkuları, bunlara bağlı
değersizlik duyguları, bir cemaat olarak yaşanan gurur kırıklıkları,
kırılganlıklar, küçümsenme endişeleri, çeşit çeşit öfkeler, alınganlıklar,
bitip tükenmeyen aşağılanma hayalleri ve bunların kardeşi milli övünmeler,
şişinmeler… Çoğu zaman akıldışı ve aşırı duygusal bir dille dışa vurulan
(express) bu hayalleri kendi içimdeki karanlığa her bakışımda anlayabiliyorum.
Kendimi kolaylıkla özdeşleştirebildiğim (identify) Batı-dışı dünyada büyük
kalabalıkların, toplulukların ve milletlerin aşağılanma endişeleri ve
alınganlıkları yüzünden zaman zaman aptallığa varan korkulara kapıldıklarına
tanık oluyoruz. Kendimi aynı kolaylıkla özdeşleştirebildiğim Batı dünyasında da
Rönesansı, Aydınlanmayı, Modernliği keşfetmiş olmanın ve zenginliğin aşırı
gururuyla milletlerin, devletlerin zaman zaman benzer bir aptallığa yaklaşan
bir kendini beğenmişliğe kapıldıklarını da biliyorum.
Demek
ki, yalnızca babam değil, hepimiz dünyanın bir merkezi olduğu düşüncesini çok
fazla önemsiyoruz. Oysa, yazı yazmak için bizi yıllarca bir odaya kapatan şey
tam tersi bir
güvendir; bir gün yazdıklarımızın okunup anlaşılacağına, çünkü insanların
dünyanın her yerinde birbirlerine benzediklerine ilişkin bir inançtır bu. Ama
bu, kendimden ve babamın yazdıklarından biliyorum, kenarda olmanın, dışarıda
kalmanın öfkesiyle yaralı, dertli (troubled) bir iyimserliktir. Dostoyevski’nin
bütün hayatı boyunca Batı’ya karşı hissettiği aşk ve nefret duygularını pek çok
kereler kendi içimde de hissettim. Ama ondan asıl öğrendiğim şey, asıl
iyimserlik kaynağı, bu büyük yazarın Batı ile aşk ve nefret ilişkisinden yola
çıkıp, onların ötesinde kurduğu bambaşka bir alem oldu.
Bu
işe hayatını vermiş bütün yazarlar şu gerçeği bilir: masaya oturup yazma
nedenlerimizle, yıllarca umutla yaza yaza kurduğumuz dünya, sonunda apayrı
yerlere yerleşir. Kederle ya da öfkeyle oturduğumuz masadan o kederin ve
öfkenin ötesinde bambaşka bir aleme ulaşırız. Babam da böyle bir aleme ulaşmış
olamaz mıydı? Uzun yolculuktan sonra o varılan alem, tıpkı uzun bir deniz
yolculuğundan sonra sis aralanırken bütün renkleriyle karşımızda yavaş yavaş
beliren bir ada gibi bize bir mucize duygusu verir. Ya da Batılı gezginlerin
güneyden gemiyle yaklaştıkları İstanbul’u sabah sisi aralanırken gördüklerinde
hissettikleri şeylere benzer bu. Umutla, merakla çıkılan uzun yolculuğun
sonunda, orada camileri, minareleri, tek tek evleri, sokakları, tepeleri,
köprüleri, yokuşları ile birlikte bütün bir şehir, bütün bir alem vardır.
İnsan, tıpkı iyi bir okurun bir kitabın sayfaları içinde kaybolması gibi,
karşısına çıkıveren bu yeni alemin içine hemen girip kaybolmak ister. Kenarda,
taşrada, dışarıda, öfkeli ya da düpedüz hüzünlü olduğumuz için masaya oturmuş
ve bu duyguları unutturan yepyeni bir alem keşfetmişizdir.
Çocukluğumda,
gençliğimde hissettiğimin tam tersine benim için artık dünyanın merkezi
İstanbul’dur. Neredeyse bütün hayatımı orada geçirdiğim için değil yalnızca,
otuz üç yıldır tek tek sokaklarını, köprülerini, insanlarını, köpeklerini,
evlerini, camilerini, çeşmelerini, tuhaf kahramanlarını, dükkanlarını, tanıdık
kişilerini, karanlık noktalarını, gecelerini ve gündüzlerini kendimi onların
hepsiyle özdeşleştirerek anlattığım için. Bir noktadan sonra, hayal ettiğim bu
dünya da benim elimden çıkar ve kafamın içinde yaşadığım şehirden daha da
gerçek olur. O zaman, bütün o insanlar ve sokaklar, eşyalar ve binalar sanki
hep birlikte aralarında konuşmaya, sanki kendi aralarında benim önceden hissedemediğim
ilişkiler kurmaya, sanki benim hayalimde ve kitaplarımda değil, kendi
kendilerine yaşamaya başlarlar. İğneyle kuyu kazar gibi sabırla hayal ederek
kurduğum bu alem bana o zaman her şeyden daha gerçekmiş gibi gelir.
Babam
da, belki, yıllarını bu işe vermiş yazarların bu cins mutluluklarını
keşfetmiştir, ona önyargılı olmayayım diyordum bavuluna bakarken. Ayrıca,
emreden, yasaklayan, ezen, cezalandıran sıradan bir baba olmadığı, beni her
zaman özgür bırakıp, bana her zaman aşırı saygı gösterdiği için de ona
müteşekkirdim. Pek çok çocukluk ve gençlik arkadaşımın
aksine, baba korkusu bilmediğim için hayal gücümün zaman zaman özgürce ya da
çocukça çalışabildiğine bazen inanmış, bazen da babam gençliğinde yazar olmak
istediği için yazar olabildiğimi içtenlikle düşünmüştüm. Onu hoşgörüyle
okumalı, otel odalarında yazdıklarını anlamalıydım.
Babamın
bıraktığı yerde günlerdir hâlâ duran bavulu bu iyimser düşüncelerle açtım ve
bazı defterleri, bazı sayfaları bütün irademi kullanarak okudum. Babam ne mi
yazmıştı? Paris otellerinden görüntüler hatırlıyorum, bazı şiirler, bazı
paradokslar, akıl yürütmeler… Bir trafik kazasından sonra başından geçenleri
zar zor hatırlayan, zorlansa da fazlasını hatırlamak istemeyen biri gibi
hissediyorum kendimi şimdi. Çocukluğumda annem ile babam bir kavganın eşiğine
geldiklerinde, yani o ölümcül sessizliklerden biri başladığında babam havayı
değiştirmek için hemen radyoyu açar, müzik bize olup biteni daha çabuk
unuttururdu.
Ben
de benzeri bir müzik işlevi görecek ve sevilecek bir-iki söz ile konuyu
değiştireyim! Bildiğiniz gibi, biz yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen
soru şudur: neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi
normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın
da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum.
Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak
değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz,
bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya
bilsin diye yazıyorum. Kağıdın, kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için
yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum.
Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için
yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak
için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım
diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu
romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden
bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın
raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey
inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu
güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum.
Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer
varmış ve oraya —tıpkı bir rüyadaki gibi— bir türlü gidemiyormuşum duygusundan
kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu
olmak için yazıyorum.
Yazıhaneme
gelip bavulu bırakışından bir hafta sonra, babam, her zamanki gibi elinde bir
paket çikolata (kırk sekiz yaşında olduğumu unutuyordu) beni gene ziyaret etti.
Her zamanki gibi gene hayattan, siyasetten ve aile dedikodularından söz edip
gülüştük. Bir ara
babamın gözü bavulu bıraktığı köşeye takıldı ve onu oradan alıp kaldırdığımı
anladı. Göz göze geldik. Sıkıcı, utandırıcı bir sessizlik oldu. Ona bavulu açıp
içindekileri okumaya çalıştığımı söylemedim, gözlerimi kaçırdım. Ama o anladı.
Ben de onun anladığını anladım. O da benim onun anladığını anladığımı anladı.
Bu anlayışlar da birkaç saniye içinde ne kadar uzarsa ancak o kadar uzadı.
Çünkü babam kendine güvenen, rahat ve mutlu bir insandı: her zamanki gibi
gülüverdi. Ve evden çıkıp giderken bana her zaman söylediği tatlı ve
yüreklendirici sözleri bir baba gibi yine tekrarladı.
Her
zamanki gibi babamın mutluluğunu, dertsiz, tasasız halini kıskanarak arkasından
baktım. Ama o gün içimde utanç verici bir mutluluk kıpırtısı da dolaşmıştı,
hatırlıyorum. Belki onun kadar rahat değilim, onun gibi tasasız ve mutlu bir
hayat sürmedim, ama yazının hakkını verdim duygusu, anladınız… Bunu babama
karşı duyduğum için utanıyordum. Üstelik babam, benim hayatımın ezici merkezi
de olmamış, beni özgür bırakmıştı. Bütün bunlar bize yazmanın ve edebiyatın,
hayatımızın merkezindeki bir eksiklik ile, mutluluk ve suçluluk duygularıyla
derinden bağlı olduğunu hatırlatmalı.
Ama
hikâyemin bana daha da derin bir suçluluk duydurtan bir simetrisi, o gün hemen
hatırladığım bir diğer yarısı var. Babamın bavulunu bana bırakmasından yirmi üç
yıl önce, yirmi iki yaşımdayken her şeyi bırakıp romancı olmaya karar vermiş,
kendimi bir odaya kapatmış, dört yıl sonra ilk romanım Cevdet Bey ve
Oğulları’nı bitirmiş ve henüz yayımlanmamış kitabın daktilo edilmiş bir
kopyasını okusun ve bana düşüncesini söylesin diye titreyen ellerle babama
vermiştim. Yalnız zevkine ve zekasına güvendiğim için değil, annemin aksine,
babam yazar olmama karşı çıkmadığı için de onun onayını almak benim için
önemliydi. O sırada babam bizimle değildi, uzaktaydı. Dönüşünü sabırsızlıkla
bekledim. İki hafta sonra gelince kapıyı ona koşarak açtım. Babam hiçbir şey
söylemedi, ama bana hemen öyle bir sarıldı ki kitabımı çok sevdiğini anladım.
Bir süre, aşırı duygusallık anlarında ortaya çıkan bir çeşit beceriksizlik
(clumsiness) ve sessizlik buhranına kapıldık. Sonra biraz rahatlayıp konuşmaya
başlayınca, babam, bana ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve
abartılı bir dille ifade etti ve bugün büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu
ödülü bir gün alacağımı öylesine söyleyiverdi.
Bu
sözü ona inanmaktan ya da bu ödülü bir hedef olarak göstermekten çok, oğlunu
desteklemek, yüreklendirmek için ona “bir gün paşa olacaksın!” diyen bir Türk
babası gibi söylemişti. Yıllarca da beni her görüşünde cesaretlendirmek için bu
sözü tekrarladı durdu.
Babam
2002 yılı Aralık ayında öldü.
İsveç
Akademisi’nin bana bu büyük ödülü, bu şerefi veren değerli üyeleri, değerli
konuklar, bugün babam aramızda olsun çok isterdim.