Bir şiirin oluşması, varolması çeşitli etkenler sonucudur.
Benim için tek bir etken yerine etkenler alanından söz etmek gerekiyor. Şimdiye
değin yazdıklarıma şöyle bir göz attığımda, kimi zaman yerli-yabancı şiirler
okurken bir dize gelip bana vurmuştur, onda koca bir şiir yükü bulmuşumdur,
daha da önemlisi o tam benim içinmiş, benim yaşamımdan kopup gelmiş gibi
duymuşumdur onu, böylece yazacağım şiire bir ipucu çıkarmışımdır, orada bir
insanın bütün yaşamını görüvermişimdir, o tümceden yola çıkarak bir şiir
oluşturmuşumdur ya da birileri konuşurken konuşmanın bir yeri, bir söz
ilgilendirivermiştir beni; yine kimi zaman bir resim, bir görü elini uzatmıştır
bana, yazmadıkça ondan kurtulamayacağımı anlayıp kaleme sarılmışımdır; sokakta
rastladığım bir yüz, bir göz beni allak bullak etmiştir, günlerce aklımdan
çıkmıyordur; bazen de durup dururken (bende çoktan varlığının silindiğini
sandığım) bir yaşam başını doğrultuvermiştir, zincirlerinden boşanmış, üstüme
üstüme geliyordur, ağırlığı da keskindir, bunun için ağlarımı tutup
atıvermişimdir. Daha böyle akla gelmedik nice etkenler gelip çarpmıştır.
Belki bütün bu saydıklarımdan önemlisi, hiçbir kıpırtı,
ışık, ses, soluk yokken beyaz boş bir kâğıdı önüme alıp oturmuşumdur (ki Paul
Valery'nin her gün günde dört saat "sabahları" kendine uyguladığı
yöntem budur). Böyle zamanlarda başlayıp bitiremediğim nice şiirler, köğükler
ilk anda parmak kaldırırlar, karatahtaya kaldırılmalarını isterler, ben de içlerinden
en eli yüzü düzgün olanlarına kancamı atarım. Bu en nankör, en karabatak
yoldur, binde birleri, onları başlatacak sözcükler, sizde çoktan silinip
gitmiştir, hiçbirine el atamassınız ve saatlerce beyaz kâğıt önünde
pineklersiniz. Böyle hallerde en iyisi Valery'nin yaptığını yapmaktır aslında:
Sıfırdan başlamak. Üstelik ne yazacağınızı hiç bilmeden, hiçbir kıpırtı yokken.
Değil mi ki işiniz budur, her gün bu cebelleşmeyi göze alacaksınız. Benim
Mısırkalyoniğne kitabımın serüveni böyledir diyebilirim, hiç değilse kimi
şairler çoğun böyle olmuştur. Amacım konuyu yok etmek, salt dilin buyruğunda
çalışmak, ona bağlanıp, ona güvenmek, onunla yetinmektir. Dürtü, ışık, kıpırtı
olsun olmasın, her şiir beyaz kâğıt üzerinde verdiğimiz bir savaştır. Konusu
salt dil olan bir yolculuktur aslında.
Etkenlerimi, böyle sıraladıktan sonra, ilk adımlar nasıl
atılır, hangi evrelerden geçer, şiir nasıl oluşur, yaratma nasıl tamamlanır mı,
diyorsunuz.
Bu, şiirin Gizli Tarihi'nin konusudur elbet. Kendi
küllerinden doğan Anka kuşunun tarihi. Borges'in simyacı öyküsü vardır: Avucuna
aldığı külü, güle dönüştürür. Böyle bir şeydir bu. Gerçi bir şiirin oluşumu,
geçirdiği evreler, değişimler, kurulmalar, bozulup yıkılıp yıkılıp kurulmalar,
varolmalar anlatılmaz değildir, ama rahimin içi görünmez, bilinmez. İmler de
pek bir şey söylemez. Bu gizin nedenleri içinde bir tanesi vardır ki ele avuca
sığmaz şey değildir. Bu da her yiğidin yoğurt yiyişinin ayrı olduğudur. Bu
örneğe bağlamadığıdır.
Schiller'de bunu oluşturan elma kokularıdır, Holderlin'de
iki ayağını su kovasına sokmaktır. Yaratma, yaratıcısına bu denli dışlaşan, bu
denli ters düşen bir şeydir. Neden mi ters düşer? Neler kurmuştur, neler
çıkmıştır. Böyle diyorum, çünkü şiir kendi serüvenini (yaratıcısına bile bağlı
olmadan) ancak kendisinin izlediği, kendisinin bildiği bir yol izler. Her şey,
kıvamını bulup ortaya çıktığında, ozan onun izlediği patikaları, dehlizleri,
burunları, adaları, körfezleri görür, ama nasıl oluştuklarını, varolduğunu
ayırt edemez. Bu yüzden bir şiirin yaratılmasındaki bu gizli tarihi böyle
saptadıktan sonra, görülen, anlatılabilen yönleriyle yetinmelidir.
ÖLÜ BİR OZANIN SEVGİLİ KARISINI
GÖRMEYE GİTMEK
GÖRMEYE GİTMEK
'Kâğıtlar, kitaplar, dedi, nereye elimi atsam.
Kiminde yarım kalmış, nasılsa bitmiş bir şiir
Kiminde. Hem her şey şiirlerde değil miydi?
Bir gök şiirde ağar, bir sokak şiirlerde
Gider gelirdi.
Böyle yaşayıp gidiyorduk.'
Kiminde yarım kalmış, nasılsa bitmiş bir şiir
Kiminde. Hem her şey şiirlerde değil miydi?
Bir gök şiirde ağar, bir sokak şiirlerde
Gider gelirdi.
Böyle yaşayıp gidiyorduk.'
Sesi,
Sanki çok ötelerden gelirmiş gibi
Ezik, suskun odaları dolaştı durdu.
Masada açık duran bir kitabı gösterdi sonra
Ölünün, son kez elini sürdüğü ve kaldığı.
'Burada işte oturmuş şu kitabı okuyordu,
Elinden kitabın düştüğünü gördük sonra.
Hepsi bu.'
Sanki çok ötelerden gelirmiş gibi
Ezik, suskun odaları dolaştı durdu.
Masada açık duran bir kitabı gösterdi sonra
Ölünün, son kez elini sürdüğü ve kaldığı.
'Burada işte oturmuş şu kitabı okuyordu,
Elinden kitabın düştüğünü gördük sonra.
Hepsi bu.'
Böyle
dedi, yüzüne kapayıp ellerini
Alınmış gibi bir bulutun yer değiştirmesinden.
Alınmış gibi bir bulutun yer değiştirmesinden.
İlhan
BERK
ÖLÜ BİR OZANIN SEVGİLİ KARISINI
GÖRMEYE GİTMEK
GÖRMEYE GİTMEK
Hepimizin bildiği gibi iki yıl önce Behçet Necatigil öldü.
Ben Halikarnassos'daydım, cenazesine gidemedim. Benim yazdıkları en çok üstüne
başına benzeyen ozan dediğim, o sevgili ozanlardandı Necatigil. Hiç kimseye
yapmadığım şeyi ona da yapmadım: Başsağlığı dilemedim.
Necatigil'lerin evi benim girip çıktığım -birkaç- sevgili
evlerden biridir. Geçen yaz öğle sonu (cenazesi hâlâ kalkmamış gibi) büyük bir
ıssızlık içindeki apartmanın merdivenlerini çıktım, kapıyı çaldım. Issızlığın
içinden açılan kapı, beni daha da büyük bir ıssızlığa attı, bıraktı. Salonda
her zamanki yerime oturup, sevgili karısının dönmesini beklemeye başladım.
Elimdeki üç beyaz gülü masaya bıraktım. Ev, giden ölüyle doluydu sanki: Hiçbir
eşya sanki yerinden kımıldatılmamış gibi duruyordu. Kedileri ezik, gelip bana
süründü.
Onca yaşam dolu eşi sevgili Huriye hanım geldiğinde: Birden
ölümü gördüm. Necatigil'in her zaman gördüğüm odasını, ölümünden sonra da
görmek istedim. Odaya girdiğimde her şey açıktı: Yoktu o. "İşte, dedi,
hangi kitabı çeksem şiirler çıkıyor arasından!"
Bir ozanın karısı, geride başka neler bulabilirdi ki? Onun
da bulduğu onlardı. Çıktım. Necatigil'i, ölümü aşan bir şey kaldı bende. Sonra
da her şey silindi gitti. Yeniden Halikarnassos'a döndüğümde, birden sevgili
karısının sözleri gelip vurdu: "İşte hangi kitabı çeksem arasından şiirler
çıkıyor."
II.
Şiiri doğrular yürütür, yanlışlar yapar.
Şiiri, "Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısını Görmeye
Gitmek"i başlatan etken böyle yukarıda anlattığım gibi oldu.
Hareket noktam da: "Hangi kitaba elimi atsam, şiir
çıkıyor" olmalı diye düşündüm: Belleğimde bunu evirip çevirmeye başladım.
Ama bir türlü bir dizeye dönüştüremiyordum. Günlerce bir dizeye dönüşmesi için
içimden mırıldandım durdum. Sonunda ilk dizeler geldi:
Kâğıtlar, kitaplar, dedi, nereye elimi atsam
Kiminde yarım bırakılmış bir yazı, kiminde nasılsa
Bitmiş bir şiir.
Kiminde yarım bırakılmış bir yazı, kiminde nasılsa
Bitmiş bir şiir.
Yazı, sözcüğü nedense yerine oturmamış gibi geliyordu bana,
bunun için usumda yeniden evirip çevirmeye başladım. Sonunda buldum:
Kâğıtlar, kitaplar, dedi, nereye elimi atsam
Kiminde yarım kalmış, nasılsa bitmiş
bir şiir, kiminde…
Kiminde yarım kalmış, nasılsa bitmiş
bir şiir, kiminde…
Birden şiir bitmiş gibi göründü bana, nedeni de yine,
Valery'nin "İş ilk köğüğü bulmaktır." Dediği gerçekleşmişti. Evet,
ama, şiir orda birden durdu, yürümez oldu. Ölüm üstüne yazılmış şiirleri
düşündüm: Haşim'i, Tarancı'yı, Beyatlı'yı açtım el uzatmadılar. W. H. Auden'nin
ünlü "In Memory Of W. B. Yeats" şiirini, Cevat Çapan'ın çevirisiyle
karıştırdım, olmadı. Necatigil'lerin yaşamını düşündüm. Ordan bir şeyler
çıkarabilir miyim diye gidip geldim. Bir konuşmayla başlayan bu şiiri burda
durdurmalı mı yoksa sürdürmeli miydi? Sürdürmek, böylece de ilk bölümü öyle
kapamak bana daha yatkın görünmeye başladı. Bir teknik uygulaması bulgusu
gerekiyordu. Bunu bir yerde başlatıp bitirmek istiyordu şiir. Öyle yapmaya
karar vermek gerekti ilkin. Öyleyse, bu konuşmayı her şeye karşın sürdürmek
düşüyordu bana. Orda bıraktım. Değil mi ki yürümüyordu. Ama kararım karardı,
bunu şiirin yapısı da bana vermemiş miydi? Öyleyse dedim, beklerim. Bekledim ve
sonunda o an geldi:
Hem her şey şiirlerinde değil miydi?
Bir gök şiirlerde ağar, bir sokak şiirlerde
Gider gelirdi.
Bir gök şiirlerde ağar, bir sokak şiirlerde
Gider gelirdi.
Tamamdı. Ama bu bölümü nasıl kapatacaktım? İstiyordum ki
konuşmacının ağzından balyoz gibi bir şey inmeli, bomba patlatmalı ve
kesmeliydi. Bir sabah o da geldi:
Böyle yaşayıp gidiyorduk.
Şimdi sıra ikinci bölümdeydi (şiir ta baştan böyle iki bölüm
koymuş gibiydi, bu özellikle birinci bölüm bitince, kendini daha bir belli
ediyordu). Burada sözü ben alacaktım. Ama ne diyecektim? Necatigil'lerin evini
düşündüm yeniden, oradaki beni, o görmeye gidişi, o ölü suskunluğu, acı yüzü!
Birden o yüzün sesini düşündüm, nasıl bir sesti o ses? Varla yok arası, bugün,
yaralı, ezik. Burdan gitmeliyim dedim:
Sesi,
Sanki çok ötelerden gelirmiş gibi
Ezik, suskun odaları dolaştı durdu.
Sanki çok ötelerden gelirmiş gibi
Ezik, suskun odaları dolaştı durdu.
(Elbet bu böyle rap diye gelmedi, şimdi elimde ne denli
değişimlere uğradığını gösterecek belgeler yazık ki yok. Yalnız, sesi sözcüğünü
niçin köğüğü bölerek, ondan ayırarak yazdığım, böylesini niçin daha iyi buldum
usumda. Kesmek, ayırmak hem anlam, hem de duyarlık yükünü çoğaltıyordu, tekdüze
anlatış biçimini de kırıyordu, dahası yeni bir ayraç açıyordu ikinci bölüme.)
Şimdi de o yüzü, o yüzün devinimini çizmeliydim, portre
çıkmalıydı.
Masada duran bir kitabı gösterdi sonra
Ölünün son kez elini sürdüğü ve kaldığı
Ölünün son kez elini sürdüğü ve kaldığı
Bu anlatımda kırılmalıydı, hem acı koymalıydı artık
ağırlığını, böylece sözcüklerin anlamını aşıp varolmalıydı; "Ben
varım!" demeliydi. Şimşekler çakmalıydı. Yaşamla, ölümün o kıl payı yeri
çıkmalıydı, vurmalıydı. Öyle oldu:
Burada işte oturmuş şu kitabı okuyordu
Elinden kitabın düştüğünü gördük sonra.
Elinden kitabın düştüğünü gördük sonra.
Şimdi de son bir söz olmalıydı ayracı kapayan ve bir bıçak
gibi inen:
Hepsi bu.
Şiir burada bitti. Günlerce içimden yineledim: kimi mırıltı,
kimi bağıra bağıra sürdürdü yaşamını. Ama bir şey aksıyor gibi geliyordu bana,
yeniden ben konuşmalıydım, şiiri kapamalıydım. Hem de acıyı kazarak, vurarak,
gelip çarpmalıydı. Ama burda kaldı işte. Üstüne vardıkça, hiç oralı olmuyordu,
bıraktım ben de. Nedense bir gece o da çıkıp geldi:
Böyle dedi, yüzüne kapayıp ellerini
Alınmış gibi bir bulutun yer değiştirmesinden.
Alınmış gibi bir bulutun yer değiştirmesinden.
Bundan sonra şiiri sabah akşam bellekten okumaya başladım.
Aksayan bir yeri vurmuyordu bana. Sonra bir gün tutup kâğıda geçirdim, yazıya
döktüm. Bir zaman da öyle baktım. Enini boyunu gördüm, gönendim. Bir sürede böyle
el yazımla sürdürdü yaşamını. Sonra daktiloya kâğıdı geçirdim, özenle yazdım.
Bir başkası yazmış gibi bakmaya çalıştım bir zaman. Şiir el yazısından çıktı mı
dışlanır, yeni evreler edinir. Orda da bir kez görünmeliydi, öyle de
doğrulamalıydı kendini, biliyordum. Sonunda her şiiri bitirdiğim zaman
(istediğim olmuşsa, buna tamam diyorsa) son nefesini veren biri gibi kimi
içimden, kimi bağırarak: Harika! Sözcüğünü bastım. Bir süre de böyle
bıraktıktan, kendi kedine yaşamasını izledikten sonra, elimden çıkardım. Artık
kendi kendine yaşamalıydı, biraz da insanlar arasındaki yerinde almalıydı
yerini. Artık ordaki yerini kendi yapmalıydı. Böyle bir gücü varsa elbet.
III.
Cenindir Şiir
Başta da söylediğim gibi bir şiirin oluşumunun (en kısa
yoldan) anlatılır yönü bunlar. Şiir kendi gizli tarihini yine içinde saklar,
yaratıcısına da açmaz. Oluşumunu görürüz ama, nasıl oluştuğu bir gizdir. Buraya
aktardığım köğükler, kendi devimininin, yapısının yaşadığı süreçler,
olgulardır. Ozan onu ne denli elinin altında tutarsa tutsun, kendi çizgisini
yine kendi çizer.
Örneğin, her şiir boyunu posunu kendi saptar. Gerçi içerik
bizim bulgumuzdur ama, biçim bize bağlı olarak yürümez, kendi başına buyruktur.
Kılıfını da kendi seçer. Bir ağacın büyümesi nasıl bir gizse, onu öyle kabulleniyorsak,
şiirin yaratılışı da böyle gizlerle dolu bir tarihtir kısaca. Yaratıcısının
işlevi her ne kadar belliyse de, oluşumu açık değildir. Tanıma gelmeyişi bu
yüzdendir. Onun karanlık tarihinden ötürüdür. Açık olan yalnız düzyazının
tarihidir. Usun buyruğunda çalışır çünkü. Sözcük de öyle. Şiirdeki sözcüklerse
taşıdıkları bir anlamdan çok, duygu yükleridir. Bunun için şiiri doğrular
yürütür, ama yanlışlar yapar diyorum.
Giz dediğim, ozana bile kapalı dediğim bu yanlışlar'dır
belki. Yine asıl giz biçimindedir belki. İçerik bizimdir, biçimse şiirindir,
kendi oluşumunundur derken, biçimin bu edimi, bu gizli yasasıdır bize kapalı
olan. Nasıl kurulduğu, oluştuğu, bir yaratıya aktarıldığıdır.
*Kült Kitap, İlhan Berk
Sayfa: 146-153
Yapı Kredi Yayınları
Genişletilmiş 2. Baskı: İstanbul/ Haziran 2001
Sayfa: 146-153
Yapı Kredi Yayınları
Genişletilmiş 2. Baskı: İstanbul/ Haziran 2001