"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

9 Aralık 2012 Pazar

GİZLİ AJANS-ALPER CANIGÜZ

 "Borges ile Kemalettin Tuğcu'nun aynı kişi olduğunu öğrendiğimde, hayatta bundan daha korkunç bir gerçekle karşılaşamayacağımı düşünmüştüm. Heyhat, ne kadar da yanılmışım."

*
''Sevenler birbirlerine yara izlerini gösterirler.İlk önce bunu yaparlar...Sana ruhumu açmadan önce bil ki incinebilirim demek için...Çünkü en çok sevdiklerin yaralar seni..''

*
Dünyanın, şahsına karşı kurulmuş bir komplo olduğuna inanan, genç ve avare metin yazarı Musa… Onun, hayatın her alanına derin ve samimi bir merakla yaklaşan,temiz kalpli ev arkadaşı Şaban… Diğer tarafta, gaddar bir kedi tarafından yönetilen, birbirinden tuhaf çalışanlarıyla bir reklam ajansı: Menekşe gözlü sanat yönetmeni Sanem, esmer ve seksi sekreterler Mehtap ile Sevilay, durmaksızın ağlayan yaratıcı yönetmen Çeşme, psişik-sismograf çaycı Ercan… Ve şöhretler: Tesla, Prens Charles, Kaan Sezyum, Küçük Prens, Süpermen ve diğerleri… Özgün üslubuyla, ilk kitabı Tatlı Rüyalar’dan itibaren geniş bir hayran kitlesi edinen Alper Canıgüz’den yine eğlenceli, heyecanlı ve kışkırtıcı bir absürd macera…

“Patronunuz Şeytan Bey’dir ve sizden de çok hoşlandığını söyleyebilirim.”
Neydi bu şimdi? şaka mı? “Öyle mi?” dedim bu manyakça oyuna bir tur ayak uydurmaya karar vererek. “Nereden biliyorsunuz?”
“Kendisi söyledi.”
Elimden geldiğince aptal gibi görünmemeye çalışarak gülümsedim.
“Ben kaçırmışım o kısmını.”
“Sizin hatanız değil. Telepatik olarak iletti düşüncelerini.”
“Evet anlıyorum,” diye kestirip attım, yeni işimi daha başlamadan bırakmak zorunda kalmamak için. “Öyleyse kendisine teşekkürlerimi de iletin.”
“Ona kendiniz de teşekkür edebilirsiniz,” dedi Tunçay Bey bıyık altından gülerek.
“Şeytan Bey görüşmenin başından beri burada, aramızda bulunuyor.” Bardağına iki buz attıktan sonra pipetini uzun uzun emdi ve boş bakışlarıma yanıt olarak, o kocaman işaret parmağıyla, masanın üzerinde psikopatça beni kesmekte olan kara kediyi işaret etti.
Dünyanın, şahsına karşı kurulmuş bir komplo olduğuna inanan, genç ve avare metin yazarı Musa… Onun, hayatın her alanına derin ve samimi bir merakla yaklaşan,temiz kalpli ev arkadaşı Şaban… Diğer tarafta, gaddar bir kedi tarafından yönetilen, birbirinden tuhaf çalışanlarıyla bir reklam ajansı: Menekşe gözlü sanat yönetmeni Sanem, esmer ve seksi sekreterler Mehtap ile Sevilay, durmaksızın ağlayan yaratıcı yönetmen Çeşme, psişik-sismograf çaycı Ercan… Ve şöhretler: Tesla, Prens Charles, Kaan Sezyum, Küçük Prens, Süpermen ve diğerleri… Özgün üslubuyla, ilk kitabı Tatlı Rüyalar’dan itibaren geniş bir hayran kitlesi edinen
Alper Canıgüz’den yine eğlenceli, heyecanlı ve kışkırtıcı bir absürd macera…
Borges iie Kemalettin Tuğcu’nun aynı kişi olduğunu öğrendiğimde, hayatla bundan daha korkunç bir gerçekle karşılaşamayacağımı düşünmüştüm. Heyhat, ne kadar da yanılmışım.
Dünyanın şahsıma karşı kurulmuş bir komplo olduğuna dair inancımın en güçlü dönemleriydi, işsizdim, güçsüzdüm, çok fazla içki tüketiyordum ve galiba yapayalnızdım. Yine de birileri vardı tabii hâlâ. Mesela Şaban. O vardı, tik önce asker arkadaşımdı. Ayın bölükteydik ve aynı yatakhanede kalıyorduk ama fazla bir muhabbetimiz olmamıştı; merhaba merhaba, hepsi o. Sonra bir gün, yani askerden sonra bir gün, Eminönü meydanında kuşlara yem atıyordum ki, biri omzumu dürttü. Bir de baktım, Şaban. Ayaküstü hal hatır muhabbetinden sonra kendi yolumuza gideriz diye düşünmüştüm, ama öyle olmadı. Kendimizi Piyer Loti’de, bir zamanlar harikulade bir manzara teşkil ettiği iddia edilen bataklığa bakıp çay içerken buluverdik. Eee daha daha nasıldı? Köyden ayrılmaya karar vermişti. Birkaç hafta önce İstanbul’a gelmiş, işe başlamıştı. Ne iş yapıyordu? Serbest çalışıyordu. Yani tam olarak ne yapıyordu? Alım satım gibi. Gibi. Bu konuyu daha fazla kurcalamamalıydım herhalde. Peki ben nasıldım? iyiydim. Ben bir reklam ajansında metin yazarıydım askerden önce, biliyordu değil mi? Yok, bilmiyordu. Öyleydim işte, askerden önce bir reklam ajansında çalışıyordum ben. Ama şimdi bir televizyon programı için metinler yazmaya başlamıştım. O ünlü şovmen vardı ya. ha biliyordu, işte onun programda yaptığı esprileri ben yazıyordum. Pek memnun değildim açıkçası. Olsundu, ekmek parasıydı. Doğru düzgün para kazansaydım bari, o da olmuyordu ki. Bak eşek kadar herif, hâlâ annemle yaşıyordum. Dert ettiğim şeye baktı. Şaban, Beşiktaş’ta Uç odalı bir ev tutmuştu, ev kocamandı ve kirası da uygun sayılırdı, yarısını ödemeye gücüm yeterse yanına taşınabilirdim. Hadi ya, ciddi miydi? Ama nasıl olurdu? Teşekkür ederimdi ama vallahi dünyada olmazdı. Uzatmayaydımdı yahu, neydi yani? O da İstanbul’u doğru düzgün tanımıyor, yalnızlık çekiyordu. Arkadaşlık ederdik işte birbirimize. Dur ben bir düşüneyimdi. Sahi telefonu kaçtı? işte asker arkadaşım Sabanın, bu hoş tesadüften onbeş gün sonra ev arkadaşım oluşunun hikâyesi böyleydi.
İyi bir ev arkadaşıydı Saban. Fazla konuşmuyordu ama soğuk değildi, düzenli ve titizdi ama benim dağınıklığıma aldırmıyordu, her sabah alaca karanlıkta kalkıp namaz kılacak kadar dindardı ama bir kez bile Müslümanlığın güzel erdemlerinden söz etliğini duymamıştım. Hem enteresanlıgı bu gibi şeylerle sınırlı değildi. Diyelim, eve bir akşam köydeki ailesinin gönderdiğini söylediği koca bir tulum peynir, bir başka akşam suşi getirebiliyordu. Ya da yemekte bir şeyler okumak istediğinde, tercihi Mesnevi de olabiliyordu bir seks dergiside. Üstelik her iki materyali de aynı mesafeli ilgiyle inceliyor, her ikisinde de birtakım satırların altını çiziyor ve korkarım bunu şaka olsun diye yapmıyordu. Hasılı Şaban o güne kadar tanıdığım hiç kimseye benzemiyordu. Tek tek bakıldığında az çok normal gibi görünen özellikleri, bir araya gelince tuhaf bir bütün oluşturuyordu. Açıkçası onu nereye yerleştireceğimi pek bilemiyordum, ama onunla birlikte kendimi kesinlikle huzurlu hissediyordum. Bu her şeyden önemliydi.
Metin yazarlığını yaptığım programın yayından kaldırılması pek sürpriz sayılmazdı. Ama bu öngörülebilir felaketin yeni evime taşındıktan sadece bir ay sonra cereyan etmesi, beni çok kötü bir duruma düşürmüştü. Şaban’a özürlerimle birlikte durumu açıklayıp evden ayrılmam gerektiğini söyleyince, yüce gönüllü arkadaşım buna asla izin vermeyeceğini belirtip hen yeni bir iş bulana kadar evin kirasını tek başına ödeyeceğini söylemişti. Çok istiyorsam, bunu borç kabul edebilirdim. Ah ben bu Şaban’m hakkım nasıl ödeyecektim?
Sonra bir akşam, işten kovuluşumun üzerinden aşağı yukarı bir mevsim geçmişken, telefonumuz çaldı. O esnada Saban masada, çilek reçeli ve hazır kek yiyerek eski bir Hayat dergisini incelemekte, ben ise ikinci şarap şişem eşliğinde, kanlı gözlerle televizyondaki popüler talk-shovv programlarından birine bakaraktan sövüp saymaktaydım, ikimiz de faaliyetlerimize karşı tam bir konsantrasyon içinde bulunduğumuzdan, telefona uzun sûre tepki vermedik. Sonunda Şaban telefonu yanıtladı ve “Sana,” dedi.
Sandalyemi devirerek kalktım, gidip ahizeyi elinden aldım. “Buyrunuz?”
“Musa Bey?” Hoş bir seda. Bir hanımefendiye ait.
“Ta kendisi,” dedim beş parasız ve flörtöz.
“Sizi Gizli ajans’tan arıyoruz,” dedi karşımdaki, müjde verenlere özgü bir neşeyle.
“Pardon, nereden arıyorsunuz?”
“Gizliajans. Reklam ajansı, ismimizi duymuşsunuzdur belki?”
“Tabii tabii,” diye geveledim. İsim bana hiçbir şey ifade etmemişti. Gerçi o kadar alkol aldıktan sonra annemin adını bile hatırlayamayabilirdim, o da ayrı mevzu.
“Biz bir metin yazan arıyoruz ve uygunsanız sizinle bir görüşme yapmak istiyoruz.”
Heyecanlanmıştım. “Şu an… Pek uygun değilim aslında.”
Kadın bir kahkaha attı. “Şu an olması gerekmiyor. Ne zaman gelebilirsiniz?”
“Yarın. Yarın gelebilirim. Ama çok erken değil lütfen.” Sabah erkenden kalkıp kusmam gerekiyordu.
“Pekâlâ. Saat onbir nasıl?”
“Evet. Onbir olabilir.”
“Adresi veriyorum. Not edin lütfen.”
Ahizeyi elimle kapatıp Şaban’a seslendim. Kendisi derginin kapağındaki bikinili kadının dişlerini karalamakla meşguldü. Şaban’a elimle not almasını işaret edip telefondaki hanımefendinin verdiği adresi yüksek sesle tekrar ettim, “Tamam. Ben kiminle görüştüm acaba?”
“E-hm, benim adım Mehtap ama siz Tuncay Bey ve Gürcan Bey’le görüşeceksiniz.”
“Evet tabii, affedersiniz. Kafam biraz şey de…”
“Tabii Şeytan Bey de orada olacak.”
Es… Es… Es… Kesinlikle yanlış işitmiştim. “Harika.”
“İyi geceler  Musa Bey. Yarın görüşmek üzere.”
“Hayrola?” diye sordu Şaban ben telefonu kapattıktan sonra.
“Bir iş teklifi sanki?” dedim masadaki sandalyelerden birine çökerek.
“Bu saatte mi?”
Duvardaki saat dokuz buçuğu gösteriyordu. “Bir reklam ajansından aradılar. Onlar çalışır böyle geç saadere kadar.”
“Hayırlısı olsun. Ne zaman başvurmuştun?”
“Hiçbir zaman,” dedim kendime bir bardak daha şarap doldururken. “Öyle bir yere başvurduğumu hatırlamıyorum.”
“Duymuşlar demek ki,” dedi Şaban tevekkül dolu bir tavırla, bikinili kızın omzunda balık tutan adam konulu bir karalama çalışması sürdürürken. “Allah’ın işi işte.” “Ya,” diye onayladım. “Bilemedin, meleklerinden birinin.”

*
Gizliajans, Aşmalı mescit’le tarihî bir vakıf binasında kuruluydu. Hani yok pahasına kırkdokuz yıllığına kiralananlardan. Bu türden binaları tutabilmek için insanın sağlam ilişkileri bulunması gerektiğini duymuştum. Muhtemelen böyle bir şey yapmayı çok isteyen bir önceki ajansımın sahibinden. Gizliajans başarmıştı ama bak bizimkinin yapamadığını.
Devasa boyuttaki eski kapıdan girip güleryüzlü ve tombik güvenlik görevlisine ismimi verdim. “Ooo Musa Bey, sizi bekliyorduk,” diyerek masasının altındaki bir düğmeye bastı tombik güvenlik. Girişteki asansörlerle aramda duran turnike biip diye bir ses çıkararak açıldı. “Birinci kata çıkacaksınız.”
Süpersonik asansöre binince oraya girdiğim andan itibaren garipsediğim şeyin ne olduğunu fark ettim; Soğuk. Bina çok soğuktu. Evet, dışarıda yaz mevsimi yaşanmaklaydı ve havalar ziyadesiyle sıcak gidiyordu; ama burada, iklim şartlarını insan bünyesine uydurmaya çalışmakla açıklanamayacak kadar aşırı bir soğutma söz konusuydu. Acaba böylesi çalışanların verimini mi yükseltiyordu?
Birinci katta asansörden inince kocaman, havalı sekreter masasıyla karşılaştım, ikisi de birbirinden seksi iki esmer sekreter beni gülümseyerek karşıladı. Bir önceki gece beni arayan bu ikiliden biri olsa gerek diye düşündüm. Daha seksi ve sanki daha kıdemli görünene yanaştım. “Mehtap Hanım?”
“Buyrun?”
“Ben Musa,” diye tanıttım kendimi, “iş görüşmesi için gelmiştim.”
“Bir dakika lütfen,” dedi Mehtap bir önceki gece yaptığımız konuşmayı hiç hatırlamıyormuşcasına. Muhtemelen hatırlamıyordu da zaten. Sonra da önündeki sofistike telefonun bir tuşuna bastı. “Musa Bey geldi efendim.”
Dört-beş saniye süren -ve bana çok manasız gelen- bir sessizliğin ardından hoparlörden ince bir erkek sesi geldi. “Gönderin içeri kendisini.”
“Sizi bekliyorlar,” dedi seksi, esmer ve kıdemli sekreter Mehtap, eliyle kendi solunu işaret ederek. “Şöyle ilerleyin, paravanın sağına dönün, karşınızdaki oda.”
Sözü edilen odanın önünde durup derin bir nefes aldıktan sonra kapıyı vurdum. “Giriniz!” diye cırlak bir ses geldi içeriden.
Odaya girdiğimde karşılaştığım tabloyu tuhaf diye nitelemem herhalde abartılı olmaz. Birbirine dikey konumda yerleştirilmiş iki masa ve bu iki masada oturan iki adam bulunuyordu odada. Daha küçük ve girişe daha uzak duran masa takım elbiseli, mahzun yüzlü bir adama aitti. Kırk yaşlarında falan vardı herhalde. Alnı hafif kelleşmişıi ve gözlerinde hüzünlü bir ifade vardı. Hatta ne hüzünlüsü, adamın gözlerinden düpedüz yaşlar süzülüyordu. Mevcudiyetimin farkında bile degilmişçesine, bakışlarını uzaklarda -ve aşağıda- bir yerlere dikmiş, sessiz sessiz ağlıyordu. Daha büyükçe ve doğal olarak daha sorumlu kişiye ait olduğunu tahmin ettiğim masanın üzerinde, parlak simsiyah tüylü bir kedi uzanıyor; arkasında ise ince uzun, çekik gözlü tuhaf bir tip oturuyordu. Eski püskü bir tişört ile garip bir şort giymiş, çoraplı ayaklarına da kocaman mavi sandaletler geçirmişti. Masasında, artık içinde ne zıkkım varsa, pipetli bir bardak ve ne hikmetse küçük bir de buz kovası duruyordu. Ağlayan adamın aksine, bu sefil ile kedisi gözlerini bile kırpmadan bana bakıyorlardı.
-Affedersiniz.” Bakışlarım ister istemez gözü yaşlı müstakbel amirime kayıyordu. “Ben daha sonra gelebilirim dilerseniz, ”
“Hayır hayır,” diyerek ayağa kalktı sandaletli sırık. -’Düşündüğünüz gibi değil. Ben Tuncay, Ama Tuncay değil, dikkatinizi çekiyorum, Tuncay. Hoşgeldiniz.”
“Musa,” diyerek onun elini sıktım, tedirgin bir biçimde diğer masaya yöneldim.
“Gürcan,” diye inledi diğeri, ama ne elimi sıktı ne de yüzüme baktı.
“Buyrun, şöyle oturun lütfen,” diyerek beni kendi masasının önündeki koltuğa buyur etti Tuncay Bey.
Gösterdiği yere oturdum. Boğazımı temizledim, sağa sola baktım. Ne söylemem gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu, O yüzden, aslında korkunç bir yaratık olduğunu düşünmeme rağmen, “Aman ne şeker şey,” diyerek kediyi okşamak üzere elimi uzattım. Allah’ın cezası hayvan nasıl pıhladıysa, oturduğum yerden sıçrayarak elimi geri çektim. Betim benzim atmıştı. Tuncay Bey hiçbir şey söylemedi, ama sanki yüzünde belli belirsiz bir sırıtma peydahlanmıştı.
“Metin yazarısınız,” diye söze başladı Tuncay Bey,
“Öyle sayılırım, evet.”
“Güzel, Bizim de bir reklam yazarına ihtiyacımız var. Genel olarak basın ilanları hazırlıyoruz. Bunun yanı sıra el broşürleri, föyler… Bunun gibi şeyler. Televizyon reklamı yok denecek kadar az. Aslında şimdiye kadar hiç televizyon reklamı yapmadık ama müşterimiz bütçesini artıracak olursa bunu da düşünebiliriz…”
“Müşteriniz mi?” diye girdim araya. “Bir tane mi müşteriniz var yani?”
“En az sayıda müşteriye en kaliteli hizmeti vermek: Ajansımızın felsefesi budur.”
“En az sayıda, öyle mi?”
“En az sayıda. Düşünürseniz en kaliteli hizmeti sunmanın kaçınılmaz sonucunun bu olduğunu fark edersiniz zaten. Her neyse, burası sizi fazla ilgilendirmiyor. Mümkün olan en kısa zamanda işe başlamanızı istiyoruz.”
Doğrusu şaşırmıştım. Beni geçmişim, eğitimim, hobilerim falan hakkında bir sürü zırva soruya boğmayacaklar mıydı yani? Aslında gerek işverenin gerekse işçi adayının manasızlığını baştan bildiği bu aşamayı pas geçmeleri iyiye işaretti sanki. Peki olup bitenlere en ufak bir ilgi göstermeksizin, katatonik bir pozisyonda masasında zırlamakta olan bir patron neye işaretti? “Affedersiniz ama bir şeyi merak ediyorum,” dedim. “Reklamcılık deneyimim çok az… Üstelik yaptığım en iyi işler de müşteri baskısı falan yüzünden güme gittiğinden, ortada doğru düzgün bir portföyüm de yok. Bu durumda, sorabilir miyim acaba neden ben?”
“İsminizi ‘İnleyen Saatler’ programının jeneriğinde gördük,” diye hiç beklemediğim bir yanıt verdi Tuncay Bey”Çok seviyorduk biz onu. O programdaki metinleri siz yazmıyor muydunuz?”
ister istemez güldüm. “Hay Allah! Vallahi bana sorarsanız o program tam bir fiyaskoydu. Programın sunucusu yazdıklarımı mahvetmek için elinden geleni yapıyordu. Her yayından önce metinlerdeki esprilerin neler olduğunu ve nasıl okunmaları gerektiğini anlatmak için kırk saat uğraşıyordum kendisiyle.”
“Ama biz yine de çok seviyorduk,” dedi Tuncay Bey buz gibi.
Ne diyebilirdim ki? “Ne diyebilirim ki,” dedim. “Teşekkür ederim.”
“Ücret konusunda ne düşünüyorsunuz?”
Doğrusu hiçbir şey düşündüğüm yoktu. Hızla ev kirasının ve kabaca mutfak masrafının yansını hesaplamaya çaIıştım ve üzerine de üç-beş kuruş harçlık koydum. Kendinden emin görünmeye çalışarak, “En az iki bin lira,” dedim.
“En çok?” Az daha aptal gibi bu soruyu da yanıtlıyordum. Neyse ki Tuncay Bey’in alaycı gülümsemesini fark edip tam zamanında sustum. Hakikaten bir iş görüşmesinde “en az” şu kadar para istiyorum demek kadar budalaca bir şey yoktu. “Pekala Musa Bey.” dedi Tuncay Bey. “Bu para uygun. Dediğim gibi en kısa zamanda, mümkünse yarın sabah işe başlamanızı isteriz. Saat dokuzda işbaşı yapıyoruz. Beşte paydos. Çok özel bir durum olmadıkça bu saatten sonra ya da haftasonları çalışmanız gerekmiyor.”
Tuncay Bey kimseye danışma gereği duymadan beni işe alıvermişti. Görünüşe bakılırsa Gürcan Bey’in orada bulunmasının tek nedeni, aynı odayı paylaşıyor olmalarıydı. Sekreterin telefonda sözünü ettiği ve hesapta görüşmede bulunacak üçüncü kişinin durumu neydi, onu hiç bilemiyordum. Anlaşılan sekreterin ciddiyetinin aksine kimsenin fazla takladıgı yoktu bu işe adam alma meselelerini. “Çok teşekkür ederim,” dedim. “Yarın dokuzda buradayım.”
“Hayırlı olsun Musa Bey,” dedi Tuncay Bey. Ayağa kalkmak üzere koltuğunu geriye doğru iterken âdettendir diye de, “Sizin sormak istediğiniz bir şey var mı?” diye sordu.
“Evet,” diye hayal kırıklığına uğrattım sandaletlerin efendisini. Usulca kıçım koltuğuna yerleştirdi yeniden. “Burası neden bu kadar soğuk?”
“Çünkü soğuk sağlıklıdır,” dedi Tuncay Bey büyük bir ciddiyetle. “Hayattaki bütün kötülükler sıcaktan kaynaklanır. Neden daha uzun yaşayan canlıların daha düşük vücut ısısına sahip olduğunu düşünmediniz mi hiç? Ya da yüzyıllar sonra insanoğlu ölümsüzlüğün sırrını bulunca tekrar hayata döndürülmek isteyen kimselerin, neden vücutlarını yaktırmayı değil de dondurmayı tercih ettiğini?”


''İnşaat halinde bir bina düşün," dedim. "Ve ben de kendimi onun çatısından aşağı atarak intihar etmeye karar vermiş olayım. Eğer merdivenlerin parmaklıkları henüz inşa edilmemişse, inan bana, basamakları apartman boşluğu tarafından değil, duvar tarafından tırmanırım. Hiç kimse ölene kadar ölüme hazır değildir.''

*
Bazı anlar vardır, birisiyle karşılaşırsınız ve işte odur, hayatınızın aşkı, ruh ikiziniz, kışınıza yaz getiren varlık sebebiniz karşınızdadır. İşte Alper Canıgüz’ün Gizli Ajans’ında öyle bir an yaşayan kahramanın içinden geçenler:
“Sanem Hanım. Sanem. Evlen benimle Sanem. Kadınım ol benim. Yaşadığım tüm acıları, yaptığım bütün kötülükleri, pişmanlıklarımı, hatalarımı akla. Başına çiçekten taçlar yapayım, sana şiirler yazayım, seni her gece masallar anlatarak uyutayım. Bazı akşamlar DVD’de film seyredelim seninle. Sen benden daha çok anla modern sanatı. Gördüğümüz eserlerin ne anlama geldiğini açıkla bana, ben başımı sallayayım. Ah ben ne aptalmışım! Nasıl olup da varlığından kuşkuya düşmüşüm! Oysa hayat denen bu yaranın seni bulmak dışında ne anlamı olabilirdi ki? Bak şimdi her şey nasıl açık görünüyor oysa. İlk görüşte aşka inanırsın değil mi Sanem? Evet, çok doğru. Ben de başka türlüsüne inanmam zaten. Biliyor musun Sanem, ben seni hep severim. Her gün daha çok severim. Bak mesela pencerenin önüne bir kuş konar ben seni severim, bir tren yolculuğunda pencereden dışarı bakarken derme çatma bir ev gözüme çarpar ben seni severim, burnuma eskilerden, hangi uzak hatıraya ait olduğunu bir türlü çıkaramadığım bir koku çarpar ben seni severim, kafama kuş sıçar ben yine seni severim… Anlıyor musun beni? Sonra ben bazen biraz fazla kıskanç olabilirim. Diyelim ki yazlık bir yere gitmişizdir de, bir akşam sen hoş bir tunik giymişsindir, oradaki bütün erkekler bayılır sana, hemen aşık olur. Ben mesela, tunik nedir onu bile bilmeden kıskançlıktan çatlayabilirim böyle bir durumda. Ama belli etmem. Ama sen yine de sezersin. Öyle bir laf edersin ki ben, benden başka kimseye bakmayacağını anlarım. O kadar da incesindir. Bir de, bir iyilik rica edeceğim senden. Gözlerine o elem ifadesini yükleyen alçağın adını söyle bana. Söyle ki, ona hemen düello şahitlerimi göndereyim. Silah seçimini o yapsın. Evet. Utanarak kabul ediyorum ki, bunu bir yerde okudum. Ama ne fark eder? Bütüm şiirler, romanlar senin için yazılmadı mı zaten? Şarkılar senin için söylenmedi mi? Masumların kanı senin için akmadı mı? Ruhum hep seni aradı benim Sanem. Hep seni arar. Milyonlarca yıl geçsin, sistemler çöksün, güneşler patlasın benim ruhum seni arar. Ve biliyor musun Sanem, bulur da. Şimdi bulduğu gibi bulur. Seni seviyorum. Seni seviyorum. Seni seviyorum.”

*
Alper Canıgüz’den tam isabet!

GİZLİAJANS’ın yayınlanması vesilesiyle, geçen sene Alper Canıgüz’le bir söyleşi yapmıştım. Alper’in verdiği cevaplardan bana çok cazip gelen bazı bölümleri buraya aktarıyorum.
Üniversitedeyken Faruk Birtek’in verdiği bir sosyoloji dersinde bir arkadaşımız kalkıp uzun bir sosyal analiz yapmıştı. Faruk Bey kendisini baştan sona dinledikten sonra şöyle demişti: “Söylediğin her şeye sonuna kadar katılıyorum, ne var ki bunlar hiç ilginç değil.” Enteresanlık bilimin dahi ölçütlerinden biriyken bunu edebi eserlerden esirgememek gerekir diye düşünüyorum.
Yazarlık söyleyecek bir sözü olmaktan ziyade söyleyecek ilginç bir sözü olmakla ilgilidir.
Saçmalık, delilik aklımızın ufkunu geliştiren şeylerdir. Bu yüzden bütün iyi sanatçılar aklın dar muhitinden cinnetin geniş sahralarına uzanmıştır. Hatta kimileri bu kadarıyla yetinmeyip oraya yerleşmeyi tercih etmiştir.
Gizliajans’a kozmo-absürd romantik komedi denebilir.
Jules Verne 20. yüzyılı çok iyi öngördüğü için bugün dedikleri bire bir çıkıyor değildir. Bilakis o 20. yüzyılı bu şekilde gördüğü için bugün böyle bir dünyada yaşıyoruz.
Edebiyatın, yeri başka hiçbir şeyle doldurulamayacak bir mutluluk kaynağı olduğunu unuttuğumuz doğrudur. Bunda muhakkak ki, televizyon, internet falan gibi ‘rakipler’ kadar biz yazarların da sorumluluğu vardır.
Komiğim diyerek komik olamazsınız, kaliteliyim diyerek kaliteli olamazsınız, eğlenceliyim diyerek de, haliyle, eğlenceli olamazsınız.
Hayatta işitmekten en büyük zevk aldığım övgü, roman okumanın ne kadar güzel bir şey olduğunu hatırlattığımın söylenmesidir. Şükür, bunu birkaç kez duydum.
Kişisel olarak elbette gelişebiliriz ve aslında başka türlü gelişemeyiz zaten. Ama şehirlilere sunulan bu plastik kişisel gelişim formülleri büyük bir kandırmacadan ibarettir.
Mizahın ne kadar güçlü bir şey olduğundan söz etmeye gerek var mı? İnsanların duygularını harekete geçirmekte bu kadar etkin bir şeyin kullanılmamasını anlamak güç aslında. Maalesef uzun yıllardır bizde edebiyatçı diyince akla, sigara tüttürüp uzun uzun karanlıklara bakan ve hakikaten çok ama çok sıkılan bir tip gelmekte. Belki de bu noktada Bukowski’nin sözlerini hatırlamakta yarar vardır: Hayatta en çok sıkılanlar en sıkıcı olanlardır.
Aşk, soruya muhtaç bir cevaptır.
Nasıl anlattığın kuşkusuz çok çok önemlidir ama büyük eserlerde ne anlattığının da büyük önem taşıdığını açıkça görüyoruz.
Hıçkırıklarla güldüren ve kahkahalarla ağlatan hikayeleri hep sevmişimdir. Ben de öyle hikayeler yazmaya bakıyorum. Kara mizahı seviyorum. Bir de galiba hikayelerim bu yönüyle bana benziyor.

Murat Menteş

*
Şaşkın bir metin yazarının akıl almaz serüvenleri

Alper Canıgüz, "Gizliajans"ta uzun tasvirlere, derin ruh tahlillerine girmiyor, okuyucuya hoş gelecek süslemelerle doldurmuyor metnini. Ekonomik bir dille okuyucuyu sıkmayacak, kolay tüketilebilecek eğlenceli ve absürd bir hikâye anlatıyor

Masumiyet Müzesi romanına “Hayatımın en mutlu günüymüş, bilmiyordum” cümlesiyle başlamıştı Orhan Pamuk. Tüketilebilirliğinin ipuçlarınının okuyucuya daha ilk baştan fısıldandığı böyle bir ilk cümleyi Gizliajans’ta Alper Canıgüz de kullanmış; “Borges ile Kemalettin Tuğcu’nun aynı kişi olduğunu öğrendiğimde, hayatta bundan daha korkunç bir gerçekle karşılaşmayacağımı düşünmüştüm. Heyhat, ne kadar da yanılmışım.” Canıgüz’ün parodik nitelikli önceki iki romanını okumamışsanız bile, bu cümlenin gelişinden hikâyenin hayal gücünün ve mizahın sınırlarını zorlayacağını anlamışsınızdır. Aslında henüz sayfalarını karıştırmadan önce, kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısı, tuhaf bir hikâyeye davet edildiğimizi açıkça ortaya koyuyor; “Dünyanın, şahsına karşı kurulmuş bir komplo olduğuna inanan, genç ve avare metin yazarı Musa. Onun, hayatın her alanına derin ve samimi bir merakla yaklaşan, temiz kalpli ev arkadaşı Şaban. Diğer tarafta, gaddar bir kedi tarafından yönetilen, birbirinden tuhaf çalışanlarıyla bir reklam ajansı: Menekşe gözlü sanat yönetmeni Sanem, esmer ve seksi sekreterler Mehtap ile Sevilay, durmaksızın ağlayan yaratıcı yönetmen Çeşme, psişik-sismograf çaycı Ercan. Ve şöhretler: Tesla, Prens Charles, Kaan Sezyum, Küçük Prens, Süpermen ve diğerleri.”
Aksiyon, macera, bilimkurgu
Musa: Askerden önce bir reklam ajansında çalışmış. Şimdi bir televizyon programı için metinler yazmaya başlamış. Ancak bu işten fazla kazanamadığı gibi, program yayından kaldırılınca işsiz kalmış. Neyse ki askerlik arkadaşı Şaban sayesinde ev kirası ödemeden barındığı bir evi var. Onu maceranın kahramanı haline getiren de bu evde oturması, yani büyük bir rastlantı.
Ev arkadaşı Şaban kalender, teker teker normal görünen davranışları bir araya geldiğinde tuhaf bir bütünlük meydana getiren sevimli bir genç. Üç koca kurt köpeği ile yaşayan üst kat komşuları Müberra Abla ise tatlı deli kıvamında bir kadın. Komplo teorileri üretmeye meyyal. Mesela üst komşusu Emirhan Bey’in trafik kazasındaki ölümünün cinayet olduğunda ısrarlı. En üst katta faaliyet gösteren Samanyolu Mutluluk Okulu’na da şüpheyle yaklaşıyor.
Musa, işsizlikten -doğrusu parasızlıktan- mustarip bir halde kara kara düşünürken tuhaf bir telefon görüşmesi sonucu aldığı iş teklifine balıklamasına atlıyor. İş görüşmesi de tuhaf geçmekle birlikte, sonuç olumlu. O şimdi Gizliajans’ın metin yazarı.
Hikâye hızlı ilerleyecek, daha görür görmez âşık olduğu ajans çalışanlarından Sanem’den karşılık da alınca Musa’nın dünyası bir anlığına aydınlanacaktır. Ama sadece bir anlığına. Çünkü, Asmalımescit’te tarihi bir vakıf binasında konuşlanmış Gizliajans, adı üstünde, kimselerin bilmediği, bir tek müşteriye hizmet veren tuhaf bir şirket. Önce, şirketin sahibi Şeytan Bey adlı kara bir kedi. Söylenenlere göre bu kedi zengin bir adam olan Barbaros Albotros’un mirasçısıdır. Bir seyahat sırasında geçirdiği kaza sonucu ölen Barbaros Bey’in karısı Durnev Hanım ise işin peşini bırakmamış, şirketin arkasına ajanlar salmış. Birkaç ayrıntı daha verelim. Bina ısıtılmadığı için buz gibi soğuk. Her yer dijital göstergelerle kaplı ve çalışanların dinlenmesine ayrılmış rekreasyon odasında insana bir anda rahatlık, sanki hafifleyip bulutların ötesine uçuvermiş duygusu veren bir atmosfer var.
Ve olaylar gelişiyor. İşe girdiğinin ertesi günü, şirketin yaratıcı yönetmeni Çeşme’nin gizlice verdiği randevuya giden Musa, adamın intiharına tanık olacak, olay mahallinde gördüğü sekreter Mehtap’tan şüphelenecektir. Şirkettekilerin bu ölüm karşısındaki tavırları anlaşılmaz gelecektir Musa’ya. Üstelik kapısını çalan özel detektif Fezai Aydıntürk’ün olayı cinayet şüphesiyle soruşturması da sinirlerini iyice germiştir. Ama bütün bunlara rağmen Sanem’e duyuduğu aşktan başka hiçbir şeyi görmez. Oysa felaket kapıdadır...
Sanıyorum kapkara, aksi ve Şeytan Bey adlı kedinin hikâyeye katılışından işin Satanistik bir mecraya döküleceğini düşünenler olacaktır. Ancak korkunun alanına geçmemiş Canıgüz; bilimkurguyu tercih etmiş.
Gizliajans’ın tek müşterisinin Musa’nın apartmanında faaliyet eden Samanyolu Mutluluk Okulu çıkması basit bir tesadüf değildir. Her şey baştan planlanmış, Musa uzaylılarıla Dünya Savunma Örgütü ajanları arasındaki kavganın ortasına karga tulumba düşüvermiştir. İşin ortaya döküleceğini anlayan Gizliajans’takiler (Musa’nın büyük aşkı Sanem de dahil) ortadan yok oluverir aniden. Odasında kan izleri bulunan Şaban’da sırra kadem basmıştır.
Kendisini çok çaresiz hissedecktir Musa; “Polise gitmeliydim. Kesinlikle ve derhal, derin anlayış sahibi bir emniyet mensubu bulup ona bir süredir büyük bir vakfın içini boşaltan paravan bir şirkette çalıştığımı, şirketin amirimi öldürüp kayıplara karıştığını anlatmalıydım. Ev arkadaşım ve sevgilimle birlikte. Ve bir gazeteciyle. Amirimi yönetici sekreterinin öldürdüğünü, muhasebecimizin kutu müzesi kurmayı planladığını ve şirketin genel müdürünün de Tunçay Bey dikkatinizi çekiyoru Tuncay değil Tunçay- isimli hep sandalet giyen biri gibi göründüğünü, ama kanımca perde arkasındaki asıl beynin Şeytan Bey, yani bir kedi, ama gerçekten çok ürkütücü, kapkara bir kedi olduğunu belitmeliydim.”
Neyse ki böyle bir ifadenin poliste yaratacağı tepkiyi tahmin edecek kadar aklı başında. Çaresiz Fezai Aydıntürk’ü arıyor ve onun vasıtasıyla olayın sırrını Barbaros Bey’in karısı eski İstanbul hanımefendisi Durnev Hanım’dan dehşetle öğreniyor...
Sanem’i bulmak için yegane şansı Kaan Sezyum; Gizliajans’ın Musa’dan önceki metin yazarı, iki aydır gazeteye yazı göndermiyor, telefon ve elektronik mesajlarına cevap vermiyor. Ama yılmıyor Musa ve Kaan Sezyum’un internet sitesindeki şifreyi çözerek kaçakların Yunanistan’ın Mikonos adasına gittiğini çıkarıyor. Şimdi yola çıkma sırası onlarda. Fezai Bey’le birlikte bir gece vakti adaya uçuyorlar. Ama uçakla değil. Geldikleri anlaşılmasın diye “özel olarak geliştirilmiş iki kişi taşıma kapasiteli bir delta kanat”la kanat çırparak iniyorlar Mikonos adasına. Ada tam bir şenlik. Başkiskopos Makarios, Prens Charles, Müberra Abla ve romandaki bütün şahısların bir araya geldiği Mikonos adasında James Bond filmlerini hatırlatan sahnelerle sürüp giden kovalamaca ölümlerle noktalanacak, Musa işin aslını çok sonra öğrenecektir. Ama neyin asıl neyin sahte olduğu hâlâ belirsizdir...
Özellikle saçma bir hikâye
Çok saçma değil mi? Zaten Canıgüz de bilerek, isteyerek saçmalaştırıyor hikâyesini. Ancak hikâye kendi içerisinde pekâlâ tutarlı, hatta merak uyandırıcı ve buna ilaveten mizah öğesi çok iyi kullanılmış. Kimi sahnelerde gülümsemekten kahkahaya geçebilirsiniz. Özellikle Dünya Güvenlik Örgütü ajanlarının kahvede kağıt oynama sahnesine dikkat çekelim. Alper Canıgüz mizahı saçma üzerinden üretmiyor. Hayatla ilgili ayrıntıları, hayatımızdan gülünç anları yakalamış.
Çok farklı hikâyeler anlamakla birlikte yazarın belli bir anlatım tarzını benimsediğini söyleyebilirim. İlk romanı Tatlı Rüyalar (2000) ‘psiko-absürd romantik komedi’ yazısıyla tanıtılmıştı. Aynı hayatın iki yanını paylaşan Hector Berliöz ve Şevket Hakan Tucel, hayatının bir bölümünü Hector’a satan Hamit, her gördüğü erkeğe aşık olan Nalan, Şevket’i tedaviye çalışan Profesör Olcayto Fişek tiplemeleri ve para dolu bir çanta peşindeki gangsterleriyle tam bir şenlik havasında sürüp giden bu ilk romanıyla romanın parodisini yapıyordu Alper Canıgüz.
İkinci romanı Oğulllar ve Rencide Ruhlar‘ın (2004) dedektifi Alper Kamu sadece beş yaşındaydı. Sakin bir mahallenin göze çarpmayan apartmanlarından birindeki dairesinde boynu kesilerek öldürülen komşusu emekli emniyet müdürü Hicabi Bey’in cesedini bulan Alper, cinayeti işlediği söylenen mahallenin delisi Ertan’ın masum olduğunu düşünür. Olayı soruşturan komser yardımcısı Onur Çalışkan ve savcı Metin Bilgin’in aksine, cinayetin ardında daha karmaşık ilişkilerin varlığını sezer, gizli gizli araştırmaya koyulur. Bir süre sonra o sakin görünümlü mahalledeki kirli çamaşırlar ortaya dökülecek, Hicabi Bey’in cinsel sapkınlıkları anlaşılacak ve hikâye süpriz bir finalle noktalanacaktır...
Görüldüğü gibi, Canıgüz üç romanında da absürd hikâyelerini polisiye kurguyla ve ince bir mizahla anlatmış. Polisiye tercihini şöyle açıklıyor; “Bir yanıyla bütün romanlar polisiyedir aslında. Konvansiyonel anlamda polisiye dediğimiz anlatılar, bütün dramatik eserlerin temelinde yatan yapının en kristalize olmuş biçimini yansıtır. Uçlar ve kırılma noktaları nettir, o yüzden de takip edilmesi, zevk alması nispeten daha kolaydır. Okur neyin peşinde olduğunu bilir ya da bildiğini sanır, yazarla bir rekabet halinde olmasından dolayı bir tür interaktif durum söz konusudur vesaire...”
Uzun tasvirlere, -psikoloji eğitimi almasına rağmen- derin ruh tahlillerine girmiyor, -metin yazarlığı yapmasına rağmen- okuyucuya hoş gelecek süslemelerle doldurmuyor metnini. Ekonomik bir dille okuyucuyu sıkmayacak, kolay tüketilebilecek eğlenceli ve absürd bir hikâye anlatıyor. Amacı “bir sevinç veya kaygının sebeplerini belirtmek değil, sadece o sevinç ve tasanın biçimini, oluşunu göstermek.”
Gizliajans, bilmeceler, gizemli ölümler, kayıplar ve akıl dışı tasarılarla dolu -absürd olmasına absürd- bir roman, ama hiç de saçma değil. Gerek Musa tipi gerekse de diğer roman kişilerinin zihniyet biçimleri üzerinden toplumsal bir eleştiriye açılan bir hikâye. Absürd anlatımın belli bir anlama indirgenemeyeceğini, okuyucu yorumu ve katılımı talep ettiğini unutmadan, bir iki nokta üzerinde durmak istiyorum. Öncelikle Musa tipi. Reklam sektöründe çalışan, hayata kenarından takılan genç bir adam. Son dönem romanımızda sıklıkla karşımıza çıkan duygulu, hassa, kadınlar karşısında çaresiz erkek tiplerinden. Ancak bu romandaki kahramanlığı olumluluk taşımıyor. Hikâyenin absürd yanı Musa’nın budalalığa varan şaşkınlığını, yalnızlığından kaynaklanan âşık olma potansiyelini, dünya karşısındaki çaresizliğini ortaya çıkarıveriyor. Bakan, gören ama görüntülerin anlamını çözemeyen şaşkın erkeklerden birisi o. Onun aşka ve kendisine anlatılan karmaşık hikâyelere inanmasını sağlayan şey umutsuzluğudur; hayat karşısındaki aczi ve yalnızlığı, düşsel bir dünyaya kaçma ihtiyacıdur. Kısacası romanda, sinemada, TV dizilerinde güzellemesi yapılan bir insan tipinin parodisidir Musa.
Her şeyi nedenselliklerle açıklayan zihniyet biçimini de ‘ti’ye alan romanın bütünsel karşılığı ise absürd tiyatronun tanımından çıkarılabilir; “Toplumun kendine ve düzene yabancılaşmasının doğurduğu yılgınlık 20. yüzyılın ortalarında bir meydan okuma olarak absürd tiyatro ile birlikte ortaya çıkmıştır. Absürd tiyatronun temel özelliği, insanoğlunun yaşamına olan uyumsuzluğuna karşı duyulan kaygıdır. İnsanın artık ne geçmişine dair güzel bir anısı ne de geleceğe karşı umudu kalmıştır. (...) Absürd sanat; düş, bilinçaltı ve zihinsel dünyayı paradoksal bir biçimde yüceleştirme ve bu içsel manzarayı imgelendirmek için sahnesel metaforu bulabilme kapasitesine sahiptir. Kötümser olsalar da, sadece yılgınlığın dışa vurulası demek doğru olmaz Absürd oyunlar için; bildirilerinin arkasında yatan meydan okuma ise yılgınlıktan başka her şeydir.”

A. ÖMER TÜRKEŞ

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9