"Borges
ile Kemalettin Tuğcu'nun aynı kişi olduğunu öğrendiğimde, hayatta bundan daha
korkunç bir gerçekle karşılaşamayacağımı düşünmüştüm. Heyhat, ne kadar da
yanılmışım."
*
''Sevenler
birbirlerine yara izlerini gösterirler.İlk önce bunu yaparlar...Sana ruhumu
açmadan önce bil ki incinebilirim demek için...Çünkü en çok sevdiklerin yaralar
seni..''
*
Dünyanın,
şahsına karşı kurulmuş bir komplo olduğuna inanan, genç ve avare metin yazarı
Musa… Onun, hayatın her alanına derin ve samimi bir merakla yaklaşan,temiz
kalpli ev arkadaşı Şaban… Diğer tarafta, gaddar bir kedi tarafından yönetilen,
birbirinden tuhaf çalışanlarıyla bir reklam ajansı: Menekşe gözlü sanat
yönetmeni Sanem, esmer ve seksi sekreterler Mehtap ile Sevilay, durmaksızın
ağlayan yaratıcı yönetmen Çeşme, psişik-sismograf çaycı Ercan… Ve şöhretler:
Tesla, Prens Charles, Kaan Sezyum, Küçük Prens, Süpermen ve diğerleri… Özgün
üslubuyla, ilk kitabı Tatlı Rüyalar’dan itibaren geniş bir hayran kitlesi
edinen Alper Canıgüz’den yine eğlenceli, heyecanlı ve kışkırtıcı bir absürd
macera…
“Patronunuz
Şeytan Bey’dir ve sizden de çok hoşlandığını söyleyebilirim.”
Neydi
bu şimdi? şaka mı? “Öyle mi?” dedim bu manyakça oyuna bir tur ayak uydurmaya
karar vererek. “Nereden biliyorsunuz?”
“Kendisi
söyledi.”
Elimden
geldiğince aptal gibi görünmemeye çalışarak gülümsedim.
“Ben
kaçırmışım o kısmını.”
“Sizin
hatanız değil. Telepatik olarak iletti düşüncelerini.”
“Evet
anlıyorum,” diye kestirip attım, yeni işimi daha başlamadan bırakmak zorunda
kalmamak için. “Öyleyse kendisine teşekkürlerimi de iletin.”
“Ona
kendiniz de teşekkür edebilirsiniz,” dedi Tunçay Bey bıyık altından gülerek.
“Şeytan
Bey görüşmenin başından beri burada, aramızda bulunuyor.” Bardağına iki buz
attıktan sonra pipetini uzun uzun emdi ve boş bakışlarıma yanıt olarak, o
kocaman işaret parmağıyla, masanın üzerinde psikopatça beni kesmekte olan kara
kediyi işaret etti.
Dünyanın,
şahsına karşı kurulmuş bir komplo olduğuna inanan, genç ve avare metin yazarı
Musa… Onun, hayatın her alanına derin ve samimi bir merakla yaklaşan,temiz
kalpli ev arkadaşı Şaban… Diğer tarafta, gaddar bir kedi tarafından yönetilen,
birbirinden tuhaf çalışanlarıyla bir reklam ajansı: Menekşe gözlü sanat
yönetmeni Sanem, esmer ve seksi sekreterler Mehtap ile Sevilay, durmaksızın
ağlayan yaratıcı yönetmen Çeşme, psişik-sismograf çaycı Ercan… Ve şöhretler:
Tesla, Prens Charles, Kaan Sezyum, Küçük Prens, Süpermen ve diğerleri… Özgün
üslubuyla, ilk kitabı Tatlı Rüyalar’dan itibaren geniş bir hayran kitlesi edinen
Alper
Canıgüz’den yine eğlenceli, heyecanlı ve kışkırtıcı bir absürd macera…
Borges
iie Kemalettin Tuğcu’nun aynı kişi olduğunu öğrendiğimde, hayatla bundan daha
korkunç bir gerçekle karşılaşamayacağımı düşünmüştüm. Heyhat, ne kadar da
yanılmışım.
Dünyanın
şahsıma karşı kurulmuş bir komplo olduğuna dair inancımın en güçlü
dönemleriydi, işsizdim, güçsüzdüm, çok fazla içki tüketiyordum ve galiba
yapayalnızdım. Yine de birileri vardı tabii hâlâ. Mesela Şaban. O vardı, tik
önce asker arkadaşımdı. Ayın bölükteydik ve aynı yatakhanede kalıyorduk ama
fazla bir muhabbetimiz olmamıştı; merhaba merhaba, hepsi o. Sonra bir gün, yani
askerden sonra bir gün, Eminönü meydanında kuşlara yem atıyordum ki, biri
omzumu dürttü. Bir de baktım, Şaban. Ayaküstü hal hatır muhabbetinden sonra
kendi yolumuza gideriz diye düşünmüştüm, ama öyle olmadı. Kendimizi Piyer
Loti’de, bir zamanlar harikulade bir manzara teşkil ettiği iddia edilen
bataklığa bakıp çay içerken buluverdik. Eee daha daha nasıldı? Köyden ayrılmaya
karar vermişti. Birkaç hafta önce İstanbul’a gelmiş, işe başlamıştı. Ne iş
yapıyordu? Serbest çalışıyordu. Yani tam olarak ne yapıyordu? Alım satım gibi.
Gibi. Bu konuyu daha fazla kurcalamamalıydım herhalde. Peki ben nasıldım?
iyiydim. Ben bir reklam ajansında metin yazarıydım askerden önce, biliyordu
değil mi? Yok, bilmiyordu. Öyleydim işte, askerden önce bir reklam ajansında
çalışıyordum ben. Ama şimdi bir televizyon programı için metinler yazmaya
başlamıştım. O ünlü şovmen vardı ya. ha biliyordu, işte onun programda yaptığı
esprileri ben yazıyordum. Pek memnun değildim açıkçası. Olsundu, ekmek
parasıydı. Doğru düzgün para kazansaydım bari, o da olmuyordu ki. Bak eşek
kadar herif, hâlâ annemle yaşıyordum. Dert ettiğim şeye baktı. Şaban,
Beşiktaş’ta Uç odalı bir ev tutmuştu, ev kocamandı ve kirası da uygun
sayılırdı, yarısını ödemeye gücüm yeterse yanına taşınabilirdim. Hadi ya, ciddi
miydi? Ama nasıl olurdu? Teşekkür ederimdi ama vallahi dünyada olmazdı.
Uzatmayaydımdı yahu, neydi yani? O da İstanbul’u doğru düzgün tanımıyor,
yalnızlık çekiyordu. Arkadaşlık ederdik işte birbirimize. Dur ben bir
düşüneyimdi. Sahi telefonu kaçtı? işte asker arkadaşım Sabanın, bu hoş
tesadüften onbeş gün sonra ev arkadaşım oluşunun hikâyesi böyleydi.
İyi
bir ev arkadaşıydı Saban. Fazla konuşmuyordu ama soğuk değildi, düzenli ve
titizdi ama benim dağınıklığıma aldırmıyordu, her sabah alaca karanlıkta kalkıp
namaz kılacak kadar dindardı ama bir kez bile Müslümanlığın güzel erdemlerinden
söz etliğini duymamıştım. Hem enteresanlıgı bu gibi şeylerle sınırlı değildi.
Diyelim, eve bir akşam köydeki ailesinin gönderdiğini söylediği koca bir tulum
peynir, bir başka akşam suşi getirebiliyordu. Ya da yemekte bir şeyler okumak
istediğinde, tercihi Mesnevi de olabiliyordu bir seks dergiside. Üstelik her iki
materyali de aynı mesafeli ilgiyle inceliyor, her ikisinde de birtakım
satırların altını çiziyor ve korkarım bunu şaka olsun diye yapmıyordu. Hasılı
Şaban o güne kadar tanıdığım hiç kimseye benzemiyordu. Tek tek bakıldığında az
çok normal gibi görünen özellikleri, bir araya gelince tuhaf bir bütün
oluşturuyordu. Açıkçası onu nereye yerleştireceğimi pek bilemiyordum, ama
onunla birlikte kendimi kesinlikle huzurlu hissediyordum. Bu her şeyden
önemliydi.
Metin
yazarlığını yaptığım programın yayından kaldırılması pek sürpriz sayılmazdı.
Ama bu öngörülebilir felaketin yeni evime taşındıktan sadece bir ay sonra
cereyan etmesi, beni çok kötü bir duruma düşürmüştü. Şaban’a özürlerimle
birlikte durumu açıklayıp evden ayrılmam gerektiğini söyleyince, yüce gönüllü arkadaşım
buna asla izin vermeyeceğini belirtip hen yeni bir iş bulana kadar evin
kirasını tek başına ödeyeceğini söylemişti. Çok istiyorsam, bunu borç kabul
edebilirdim. Ah ben bu Şaban’m hakkım nasıl ödeyecektim?
Sonra
bir akşam, işten kovuluşumun üzerinden aşağı yukarı bir mevsim geçmişken,
telefonumuz çaldı. O esnada Saban masada, çilek reçeli ve hazır kek yiyerek
eski bir Hayat dergisini incelemekte, ben ise ikinci şarap şişem eşliğinde,
kanlı gözlerle televizyondaki popüler talk-shovv programlarından birine
bakaraktan sövüp saymaktaydım, ikimiz de faaliyetlerimize karşı tam bir
konsantrasyon içinde bulunduğumuzdan, telefona uzun sûre tepki vermedik.
Sonunda Şaban telefonu yanıtladı ve “Sana,” dedi.
Sandalyemi
devirerek kalktım, gidip ahizeyi elinden aldım. “Buyrunuz?”
“Musa
Bey?” Hoş bir seda. Bir hanımefendiye ait.
“Ta
kendisi,” dedim beş parasız ve flörtöz.
“Sizi
Gizli ajans’tan arıyoruz,” dedi karşımdaki, müjde verenlere özgü bir neşeyle.
“Pardon,
nereden arıyorsunuz?”
“Gizliajans.
Reklam ajansı, ismimizi duymuşsunuzdur belki?”
“Tabii
tabii,” diye geveledim. İsim bana hiçbir şey ifade etmemişti. Gerçi o kadar
alkol aldıktan sonra annemin adını bile hatırlayamayabilirdim, o da ayrı mevzu.
“Biz
bir metin yazan arıyoruz ve uygunsanız sizinle bir görüşme yapmak istiyoruz.”
Heyecanlanmıştım.
“Şu an… Pek uygun değilim aslında.”
Kadın
bir kahkaha attı. “Şu an olması gerekmiyor. Ne zaman gelebilirsiniz?”
“Yarın.
Yarın gelebilirim. Ama çok erken değil lütfen.” Sabah erkenden kalkıp kusmam
gerekiyordu.
“Pekâlâ.
Saat onbir nasıl?”
“Evet.
Onbir olabilir.”
“Adresi
veriyorum. Not edin lütfen.”
Ahizeyi
elimle kapatıp Şaban’a seslendim. Kendisi derginin kapağındaki bikinili kadının
dişlerini karalamakla meşguldü. Şaban’a elimle not almasını işaret edip
telefondaki hanımefendinin verdiği adresi yüksek sesle tekrar ettim, “Tamam.
Ben kiminle görüştüm acaba?”
“E-hm,
benim adım Mehtap ama siz Tuncay Bey ve Gürcan Bey’le görüşeceksiniz.”
“Evet
tabii, affedersiniz. Kafam biraz şey de…”
“Tabii
Şeytan Bey de orada olacak.”
Es…
Es… Es… Kesinlikle yanlış işitmiştim. “Harika.”
“İyi
geceler Musa Bey. Yarın görüşmek üzere.”
“Hayrola?”
diye sordu Şaban ben telefonu kapattıktan sonra.
“Bir
iş teklifi sanki?” dedim masadaki sandalyelerden birine çökerek.
“Bu
saatte mi?”
Duvardaki
saat dokuz buçuğu gösteriyordu. “Bir reklam ajansından aradılar. Onlar çalışır
böyle geç saadere kadar.”
“Hayırlısı
olsun. Ne zaman başvurmuştun?”
“Hiçbir
zaman,” dedim kendime bir bardak daha şarap doldururken. “Öyle bir yere
başvurduğumu hatırlamıyorum.”
“Duymuşlar
demek ki,” dedi Şaban tevekkül dolu bir tavırla, bikinili kızın omzunda balık
tutan adam konulu bir karalama çalışması sürdürürken. “Allah’ın işi işte.”
“Ya,” diye onayladım. “Bilemedin, meleklerinden birinin.”
*
Gizliajans,
Aşmalı mescit’le tarihî bir vakıf binasında kuruluydu. Hani yok pahasına
kırkdokuz yıllığına kiralananlardan. Bu türden binaları tutabilmek için insanın
sağlam ilişkileri bulunması gerektiğini duymuştum. Muhtemelen böyle bir şey
yapmayı çok isteyen bir önceki ajansımın sahibinden. Gizliajans başarmıştı ama
bak bizimkinin yapamadığını.
Devasa
boyuttaki eski kapıdan girip güleryüzlü ve tombik güvenlik görevlisine ismimi
verdim. “Ooo Musa Bey, sizi bekliyorduk,” diyerek masasının altındaki bir
düğmeye bastı tombik güvenlik. Girişteki asansörlerle aramda duran turnike biip
diye bir ses çıkararak açıldı. “Birinci kata çıkacaksınız.”
Süpersonik
asansöre binince oraya girdiğim andan itibaren garipsediğim şeyin ne olduğunu
fark ettim; Soğuk. Bina çok soğuktu. Evet, dışarıda yaz mevsimi yaşanmaklaydı
ve havalar ziyadesiyle sıcak gidiyordu; ama burada, iklim şartlarını insan
bünyesine uydurmaya çalışmakla açıklanamayacak kadar aşırı bir soğutma söz
konusuydu. Acaba böylesi çalışanların verimini mi yükseltiyordu?
Birinci
katta asansörden inince kocaman, havalı sekreter masasıyla karşılaştım, ikisi
de birbirinden seksi iki esmer sekreter beni gülümseyerek karşıladı. Bir önceki
gece beni arayan bu ikiliden biri olsa gerek diye düşündüm. Daha seksi ve sanki
daha kıdemli görünene yanaştım. “Mehtap Hanım?”
“Buyrun?”
“Ben
Musa,” diye tanıttım kendimi, “iş görüşmesi için gelmiştim.”
“Bir
dakika lütfen,” dedi Mehtap bir önceki gece yaptığımız konuşmayı hiç
hatırlamıyormuşcasına. Muhtemelen hatırlamıyordu da zaten. Sonra da önündeki
sofistike telefonun bir tuşuna bastı. “Musa Bey geldi efendim.”
Dört-beş
saniye süren -ve bana çok manasız gelen- bir sessizliğin ardından hoparlörden
ince bir erkek sesi geldi. “Gönderin içeri kendisini.”
“Sizi
bekliyorlar,” dedi seksi, esmer ve kıdemli sekreter Mehtap, eliyle kendi solunu
işaret ederek. “Şöyle ilerleyin, paravanın sağına dönün, karşınızdaki oda.”
Sözü
edilen odanın önünde durup derin bir nefes aldıktan sonra kapıyı vurdum.
“Giriniz!” diye cırlak bir ses geldi içeriden.
Odaya
girdiğimde karşılaştığım tabloyu tuhaf diye nitelemem herhalde abartılı olmaz.
Birbirine dikey konumda yerleştirilmiş iki masa ve bu iki masada oturan iki
adam bulunuyordu odada. Daha küçük ve girişe daha uzak duran masa takım
elbiseli, mahzun yüzlü bir adama aitti. Kırk yaşlarında falan vardı herhalde.
Alnı hafif kelleşmişıi ve gözlerinde hüzünlü bir ifade vardı. Hatta ne
hüzünlüsü, adamın gözlerinden düpedüz yaşlar süzülüyordu. Mevcudiyetimin
farkında bile degilmişçesine, bakışlarını uzaklarda -ve aşağıda- bir yerlere
dikmiş, sessiz sessiz ağlıyordu. Daha büyükçe ve doğal olarak daha sorumlu
kişiye ait olduğunu tahmin ettiğim masanın üzerinde, parlak simsiyah tüylü bir
kedi uzanıyor; arkasında ise ince uzun, çekik gözlü tuhaf bir tip oturuyordu.
Eski püskü bir tişört ile garip bir şort giymiş, çoraplı ayaklarına da kocaman
mavi sandaletler geçirmişti. Masasında, artık içinde ne zıkkım varsa, pipetli
bir bardak ve ne hikmetse küçük bir de buz kovası duruyordu. Ağlayan adamın
aksine, bu sefil ile kedisi gözlerini bile kırpmadan bana bakıyorlardı.
-Affedersiniz.”
Bakışlarım ister istemez gözü yaşlı müstakbel amirime kayıyordu. “Ben daha
sonra gelebilirim dilerseniz, ”
“Hayır
hayır,” diyerek ayağa kalktı sandaletli sırık. -’Düşündüğünüz gibi değil. Ben
Tuncay, Ama Tuncay değil, dikkatinizi çekiyorum, Tuncay. Hoşgeldiniz.”
“Musa,”
diyerek onun elini sıktım, tedirgin bir biçimde diğer masaya yöneldim.
“Gürcan,”
diye inledi diğeri, ama ne elimi sıktı ne de yüzüme baktı.
“Buyrun,
şöyle oturun lütfen,” diyerek beni kendi masasının önündeki koltuğa buyur etti
Tuncay Bey.
Gösterdiği
yere oturdum. Boğazımı temizledim, sağa sola baktım. Ne söylemem gerektiği
konusunda hiçbir fikrim yoktu, O yüzden, aslında korkunç bir yaratık olduğunu
düşünmeme rağmen, “Aman ne şeker şey,” diyerek kediyi okşamak üzere elimi
uzattım. Allah’ın cezası hayvan nasıl pıhladıysa, oturduğum yerden sıçrayarak
elimi geri çektim. Betim benzim atmıştı. Tuncay Bey hiçbir şey söylemedi, ama
sanki yüzünde belli belirsiz bir sırıtma peydahlanmıştı.
“Metin
yazarısınız,” diye söze başladı Tuncay Bey,
“Öyle
sayılırım, evet.”
“Güzel,
Bizim de bir reklam yazarına ihtiyacımız var. Genel olarak basın ilanları
hazırlıyoruz. Bunun yanı sıra el broşürleri, föyler… Bunun gibi şeyler.
Televizyon reklamı yok denecek kadar az. Aslında şimdiye kadar hiç televizyon
reklamı yapmadık ama müşterimiz bütçesini artıracak olursa bunu da
düşünebiliriz…”
“Müşteriniz
mi?” diye girdim araya. “Bir tane mi müşteriniz var yani?”
“En
az sayıda müşteriye en kaliteli hizmeti vermek: Ajansımızın felsefesi budur.”
“En
az sayıda, öyle mi?”
“En
az sayıda. Düşünürseniz en kaliteli hizmeti sunmanın kaçınılmaz sonucunun bu
olduğunu fark edersiniz zaten. Her neyse, burası sizi fazla ilgilendirmiyor.
Mümkün olan en kısa zamanda işe başlamanızı istiyoruz.”
Doğrusu
şaşırmıştım. Beni geçmişim, eğitimim, hobilerim falan hakkında bir sürü zırva
soruya boğmayacaklar mıydı yani? Aslında gerek işverenin gerekse işçi adayının
manasızlığını baştan bildiği bu aşamayı pas geçmeleri iyiye işaretti sanki.
Peki olup bitenlere en ufak bir ilgi göstermeksizin, katatonik bir pozisyonda
masasında zırlamakta olan bir patron neye işaretti? “Affedersiniz ama bir şeyi
merak ediyorum,” dedim. “Reklamcılık deneyimim çok az… Üstelik yaptığım en iyi
işler de müşteri baskısı falan yüzünden güme gittiğinden, ortada doğru düzgün
bir portföyüm de yok. Bu durumda, sorabilir miyim acaba neden ben?”
“İsminizi
‘İnleyen Saatler’ programının jeneriğinde gördük,” diye hiç beklemediğim bir
yanıt verdi Tuncay Bey”Çok seviyorduk biz onu. O programdaki metinleri siz
yazmıyor muydunuz?”
ister
istemez güldüm. “Hay Allah! Vallahi bana sorarsanız o program tam bir
fiyaskoydu. Programın sunucusu yazdıklarımı mahvetmek için elinden geleni
yapıyordu. Her yayından önce metinlerdeki esprilerin neler olduğunu ve nasıl
okunmaları gerektiğini anlatmak için kırk saat uğraşıyordum kendisiyle.”
“Ama
biz yine de çok seviyorduk,” dedi Tuncay Bey buz gibi.
Ne
diyebilirdim ki? “Ne diyebilirim ki,” dedim. “Teşekkür ederim.”
“Ücret
konusunda ne düşünüyorsunuz?”
Doğrusu
hiçbir şey düşündüğüm yoktu. Hızla ev kirasının ve kabaca mutfak masrafının
yansını hesaplamaya çaIıştım ve üzerine de üç-beş kuruş harçlık koydum.
Kendinden emin görünmeye çalışarak, “En az iki bin lira,” dedim.
“En
çok?” Az daha aptal gibi bu soruyu da yanıtlıyordum. Neyse ki Tuncay Bey’in
alaycı gülümsemesini fark edip tam zamanında sustum. Hakikaten bir iş
görüşmesinde “en az” şu kadar para istiyorum demek kadar budalaca bir şey
yoktu. “Pekala Musa Bey.” dedi Tuncay Bey. “Bu para uygun. Dediğim gibi en kısa
zamanda, mümkünse yarın sabah işe başlamanızı isteriz. Saat dokuzda işbaşı
yapıyoruz. Beşte paydos. Çok özel bir durum olmadıkça bu saatten sonra ya da
haftasonları çalışmanız gerekmiyor.”
Tuncay
Bey kimseye danışma gereği duymadan beni işe alıvermişti. Görünüşe bakılırsa
Gürcan Bey’in orada bulunmasının tek nedeni, aynı odayı paylaşıyor olmalarıydı.
Sekreterin telefonda sözünü ettiği ve hesapta görüşmede bulunacak üçüncü
kişinin durumu neydi, onu hiç bilemiyordum. Anlaşılan sekreterin ciddiyetinin
aksine kimsenin fazla takladıgı yoktu bu işe adam alma meselelerini. “Çok
teşekkür ederim,” dedim. “Yarın dokuzda buradayım.”
“Hayırlı
olsun Musa Bey,” dedi Tuncay Bey. Ayağa kalkmak üzere koltuğunu geriye doğru
iterken âdettendir diye de, “Sizin sormak istediğiniz bir şey var mı?” diye sordu.
“Evet,”
diye hayal kırıklığına uğrattım sandaletlerin efendisini. Usulca kıçım
koltuğuna yerleştirdi yeniden. “Burası neden bu kadar soğuk?”
“Çünkü
soğuk sağlıklıdır,” dedi Tuncay Bey büyük bir ciddiyetle. “Hayattaki bütün
kötülükler sıcaktan kaynaklanır. Neden daha uzun yaşayan canlıların daha düşük
vücut ısısına sahip olduğunu düşünmediniz mi hiç? Ya da yüzyıllar sonra
insanoğlu ölümsüzlüğün sırrını bulunca tekrar hayata döndürülmek isteyen
kimselerin, neden vücutlarını yaktırmayı değil de dondurmayı tercih ettiğini?”
''İnşaat
halinde bir bina düşün," dedim. "Ve ben de kendimi onun çatısından
aşağı atarak intihar etmeye karar vermiş olayım. Eğer merdivenlerin
parmaklıkları henüz inşa edilmemişse, inan bana, basamakları apartman boşluğu
tarafından değil, duvar tarafından tırmanırım. Hiç kimse ölene kadar ölüme
hazır değildir.''
*
Bazı
anlar vardır, birisiyle karşılaşırsınız ve işte odur, hayatınızın aşkı, ruh
ikiziniz, kışınıza yaz getiren varlık sebebiniz karşınızdadır. İşte Alper
Canıgüz’ün Gizli Ajans’ında öyle bir an yaşayan kahramanın içinden geçenler:
“Sanem
Hanım. Sanem. Evlen benimle Sanem. Kadınım ol benim. Yaşadığım tüm acıları,
yaptığım bütün kötülükleri, pişmanlıklarımı, hatalarımı akla. Başına çiçekten
taçlar yapayım, sana şiirler yazayım, seni her gece masallar anlatarak
uyutayım. Bazı akşamlar DVD’de film seyredelim seninle. Sen benden daha çok
anla modern sanatı. Gördüğümüz eserlerin ne anlama geldiğini açıkla bana, ben
başımı sallayayım. Ah ben ne aptalmışım! Nasıl olup da varlığından kuşkuya
düşmüşüm! Oysa hayat denen bu yaranın seni bulmak dışında ne anlamı olabilirdi
ki? Bak şimdi her şey nasıl açık görünüyor oysa. İlk görüşte aşka inanırsın
değil mi Sanem? Evet, çok doğru. Ben de başka türlüsüne inanmam zaten. Biliyor
musun Sanem, ben seni hep severim. Her gün daha çok severim. Bak mesela
pencerenin önüne bir kuş konar ben seni severim, bir tren yolculuğunda
pencereden dışarı bakarken derme çatma bir ev gözüme çarpar ben seni severim,
burnuma eskilerden, hangi uzak hatıraya ait olduğunu bir türlü çıkaramadığım
bir koku çarpar ben seni severim, kafama kuş sıçar ben yine seni severim…
Anlıyor musun beni? Sonra ben bazen biraz fazla kıskanç olabilirim. Diyelim ki
yazlık bir yere gitmişizdir de, bir akşam sen hoş bir tunik giymişsindir,
oradaki bütün erkekler bayılır sana, hemen aşık olur. Ben mesela, tunik nedir
onu bile bilmeden kıskançlıktan çatlayabilirim böyle bir durumda. Ama belli
etmem. Ama sen yine de sezersin. Öyle bir laf edersin ki ben, benden başka
kimseye bakmayacağını anlarım. O kadar da incesindir. Bir de, bir iyilik rica
edeceğim senden. Gözlerine o elem ifadesini yükleyen alçağın adını söyle bana.
Söyle ki, ona hemen düello şahitlerimi göndereyim. Silah seçimini o yapsın.
Evet. Utanarak kabul ediyorum ki, bunu bir yerde okudum. Ama ne fark eder?
Bütüm şiirler, romanlar senin için yazılmadı mı zaten? Şarkılar senin için
söylenmedi mi? Masumların kanı senin için akmadı mı? Ruhum hep seni aradı benim
Sanem. Hep seni arar. Milyonlarca yıl geçsin, sistemler çöksün, güneşler
patlasın benim ruhum seni arar. Ve biliyor musun Sanem, bulur da. Şimdi bulduğu
gibi bulur. Seni seviyorum. Seni seviyorum. Seni seviyorum.”
*
Alper
Canıgüz’den tam isabet!
GİZLİAJANS’ın
yayınlanması vesilesiyle, geçen sene Alper Canıgüz’le bir söyleşi yapmıştım.
Alper’in verdiği cevaplardan bana çok cazip gelen bazı bölümleri buraya
aktarıyorum.
Üniversitedeyken
Faruk Birtek’in verdiği bir sosyoloji dersinde bir arkadaşımız kalkıp uzun bir
sosyal analiz yapmıştı. Faruk Bey kendisini baştan sona dinledikten sonra şöyle
demişti: “Söylediğin her şeye sonuna kadar katılıyorum, ne var ki bunlar hiç
ilginç değil.” Enteresanlık bilimin dahi ölçütlerinden biriyken bunu edebi
eserlerden esirgememek gerekir diye düşünüyorum.
Yazarlık
söyleyecek bir sözü olmaktan ziyade söyleyecek ilginç bir sözü olmakla
ilgilidir.
Saçmalık,
delilik aklımızın ufkunu geliştiren şeylerdir. Bu yüzden bütün iyi sanatçılar
aklın dar muhitinden cinnetin geniş sahralarına uzanmıştır. Hatta kimileri bu
kadarıyla yetinmeyip oraya yerleşmeyi tercih etmiştir.
Gizliajans’a
kozmo-absürd romantik komedi denebilir.
Jules
Verne 20. yüzyılı çok iyi öngördüğü için bugün dedikleri bire bir çıkıyor
değildir. Bilakis o 20. yüzyılı bu şekilde gördüğü için bugün böyle bir dünyada
yaşıyoruz.
Edebiyatın,
yeri başka hiçbir şeyle doldurulamayacak bir mutluluk kaynağı olduğunu
unuttuğumuz doğrudur. Bunda muhakkak ki, televizyon, internet falan gibi
‘rakipler’ kadar biz yazarların da sorumluluğu vardır.
Komiğim
diyerek komik olamazsınız, kaliteliyim diyerek kaliteli olamazsınız,
eğlenceliyim diyerek de, haliyle, eğlenceli olamazsınız.
Hayatta
işitmekten en büyük zevk aldığım övgü, roman okumanın ne kadar güzel bir şey
olduğunu hatırlattığımın söylenmesidir. Şükür, bunu birkaç kez duydum.
Kişisel
olarak elbette gelişebiliriz ve aslında başka türlü gelişemeyiz zaten. Ama
şehirlilere sunulan bu plastik kişisel gelişim formülleri büyük bir
kandırmacadan ibarettir.
Mizahın
ne kadar güçlü bir şey olduğundan söz etmeye gerek var mı? İnsanların
duygularını harekete geçirmekte bu kadar etkin bir şeyin kullanılmamasını
anlamak güç aslında. Maalesef uzun yıllardır bizde edebiyatçı diyince akla,
sigara tüttürüp uzun uzun karanlıklara bakan ve hakikaten çok ama çok sıkılan
bir tip gelmekte. Belki de bu noktada Bukowski’nin sözlerini hatırlamakta yarar
vardır: Hayatta en çok sıkılanlar en sıkıcı olanlardır.
Aşk,
soruya muhtaç bir cevaptır.
Nasıl
anlattığın kuşkusuz çok çok önemlidir ama büyük eserlerde ne anlattığının da
büyük önem taşıdığını açıkça görüyoruz.
Hıçkırıklarla
güldüren ve kahkahalarla ağlatan hikayeleri hep sevmişimdir. Ben de öyle
hikayeler yazmaya bakıyorum. Kara mizahı seviyorum. Bir de galiba hikayelerim
bu yönüyle bana benziyor.
Murat
Menteş
*
Şaşkın bir metin yazarının akıl almaz serüvenleri
Alper Canıgüz, "Gizliajans"ta uzun tasvirlere, derin ruh tahlillerine girmiyor, okuyucuya hoş gelecek süslemelerle doldurmuyor metnini. Ekonomik bir dille okuyucuyu sıkmayacak, kolay tüketilebilecek eğlenceli ve absürd bir hikâye anlatıyor
Alper Canıgüz, "Gizliajans"ta uzun tasvirlere, derin ruh tahlillerine girmiyor, okuyucuya hoş gelecek süslemelerle doldurmuyor metnini. Ekonomik bir dille okuyucuyu sıkmayacak, kolay tüketilebilecek eğlenceli ve absürd bir hikâye anlatıyor
Masumiyet
Müzesi romanına “Hayatımın en mutlu günüymüş, bilmiyordum” cümlesiyle başlamıştı
Orhan Pamuk. Tüketilebilirliğinin ipuçlarınının okuyucuya daha ilk baştan
fısıldandığı böyle bir ilk cümleyi Gizliajans’ta Alper Canıgüz de kullanmış;
“Borges ile Kemalettin Tuğcu’nun aynı kişi olduğunu öğrendiğimde, hayatta
bundan daha korkunç bir gerçekle karşılaşmayacağımı düşünmüştüm. Heyhat, ne
kadar da yanılmışım.” Canıgüz’ün parodik nitelikli önceki iki romanını
okumamışsanız bile, bu cümlenin gelişinden hikâyenin hayal gücünün ve mizahın
sınırlarını zorlayacağını anlamışsınızdır. Aslında henüz sayfalarını
karıştırmadan önce, kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısı, tuhaf bir hikâyeye
davet edildiğimizi açıkça ortaya koyuyor; “Dünyanın, şahsına karşı kurulmuş bir
komplo olduğuna inanan, genç ve avare metin yazarı Musa. Onun, hayatın her alanına
derin ve samimi bir merakla yaklaşan, temiz kalpli ev arkadaşı Şaban. Diğer
tarafta, gaddar bir kedi tarafından yönetilen, birbirinden tuhaf çalışanlarıyla
bir reklam ajansı: Menekşe gözlü sanat yönetmeni Sanem, esmer ve seksi
sekreterler Mehtap ile Sevilay, durmaksızın ağlayan yaratıcı yönetmen Çeşme,
psişik-sismograf çaycı Ercan. Ve şöhretler: Tesla, Prens Charles, Kaan Sezyum,
Küçük Prens, Süpermen ve diğerleri.”
Aksiyon,
macera, bilimkurgu
Musa:
Askerden önce bir reklam ajansında çalışmış. Şimdi bir televizyon programı için
metinler yazmaya başlamış. Ancak bu işten fazla kazanamadığı gibi, program
yayından kaldırılınca işsiz kalmış. Neyse ki askerlik arkadaşı Şaban sayesinde
ev kirası ödemeden barındığı bir evi var. Onu maceranın kahramanı haline getiren
de bu evde oturması, yani büyük bir rastlantı.
Ev
arkadaşı Şaban kalender, teker teker normal görünen davranışları bir araya
geldiğinde tuhaf bir bütünlük meydana getiren sevimli bir genç. Üç koca kurt
köpeği ile yaşayan üst kat komşuları Müberra Abla ise tatlı deli kıvamında bir
kadın. Komplo teorileri üretmeye meyyal. Mesela üst komşusu Emirhan Bey’in
trafik kazasındaki ölümünün cinayet olduğunda ısrarlı. En üst katta faaliyet
gösteren Samanyolu Mutluluk Okulu’na da şüpheyle yaklaşıyor.
Musa,
işsizlikten -doğrusu parasızlıktan- mustarip bir halde kara kara düşünürken
tuhaf bir telefon görüşmesi sonucu aldığı iş teklifine balıklamasına atlıyor.
İş görüşmesi de tuhaf geçmekle birlikte, sonuç olumlu. O şimdi Gizliajans’ın
metin yazarı.
Hikâye
hızlı ilerleyecek, daha görür görmez âşık olduğu ajans çalışanlarından
Sanem’den karşılık da alınca Musa’nın dünyası bir anlığına aydınlanacaktır. Ama
sadece bir anlığına. Çünkü, Asmalımescit’te tarihi bir vakıf binasında
konuşlanmış Gizliajans, adı üstünde, kimselerin bilmediği, bir tek müşteriye
hizmet veren tuhaf bir şirket. Önce, şirketin sahibi Şeytan Bey adlı kara bir
kedi. Söylenenlere göre bu kedi zengin bir adam olan Barbaros Albotros’un
mirasçısıdır. Bir seyahat sırasında geçirdiği kaza sonucu ölen Barbaros Bey’in
karısı Durnev Hanım ise işin peşini bırakmamış, şirketin arkasına ajanlar
salmış. Birkaç ayrıntı daha verelim. Bina ısıtılmadığı için buz gibi soğuk. Her
yer dijital göstergelerle kaplı ve çalışanların dinlenmesine ayrılmış
rekreasyon odasında insana bir anda rahatlık, sanki hafifleyip bulutların
ötesine uçuvermiş duygusu veren bir atmosfer var.
Ve
olaylar gelişiyor. İşe girdiğinin ertesi günü, şirketin yaratıcı yönetmeni
Çeşme’nin gizlice verdiği randevuya giden Musa, adamın intiharına tanık olacak,
olay mahallinde gördüğü sekreter Mehtap’tan şüphelenecektir. Şirkettekilerin bu
ölüm karşısındaki tavırları anlaşılmaz gelecektir Musa’ya. Üstelik kapısını
çalan özel detektif Fezai Aydıntürk’ün olayı cinayet şüphesiyle soruşturması da
sinirlerini iyice germiştir. Ama bütün bunlara rağmen Sanem’e duyuduğu aşktan
başka hiçbir şeyi görmez. Oysa felaket kapıdadır...
Sanıyorum
kapkara, aksi ve Şeytan Bey adlı kedinin hikâyeye katılışından işin Satanistik
bir mecraya döküleceğini düşünenler olacaktır. Ancak korkunun alanına geçmemiş
Canıgüz; bilimkurguyu tercih etmiş.
Gizliajans’ın
tek müşterisinin Musa’nın apartmanında faaliyet eden Samanyolu Mutluluk Okulu
çıkması basit bir tesadüf değildir. Her şey baştan planlanmış, Musa
uzaylılarıla Dünya Savunma Örgütü ajanları arasındaki kavganın ortasına karga
tulumba düşüvermiştir. İşin ortaya döküleceğini anlayan Gizliajans’takiler
(Musa’nın büyük aşkı Sanem de dahil) ortadan yok oluverir aniden. Odasında kan
izleri bulunan Şaban’da sırra kadem basmıştır.
Kendisini
çok çaresiz hissedecktir Musa; “Polise gitmeliydim. Kesinlikle ve derhal, derin
anlayış sahibi bir emniyet mensubu bulup ona bir süredir büyük bir vakfın içini
boşaltan paravan bir şirkette çalıştığımı, şirketin amirimi öldürüp kayıplara
karıştığını anlatmalıydım. Ev arkadaşım ve sevgilimle birlikte. Ve bir
gazeteciyle. Amirimi yönetici sekreterinin öldürdüğünü, muhasebecimizin kutu
müzesi kurmayı planladığını ve şirketin genel müdürünün de Tunçay Bey
dikkatinizi çekiyoru Tuncay değil Tunçay- isimli hep sandalet giyen biri gibi
göründüğünü, ama kanımca perde arkasındaki asıl beynin Şeytan Bey, yani bir
kedi, ama gerçekten çok ürkütücü, kapkara bir kedi olduğunu belitmeliydim.”
Neyse
ki böyle bir ifadenin poliste yaratacağı tepkiyi tahmin edecek kadar aklı başında.
Çaresiz Fezai Aydıntürk’ü arıyor ve onun vasıtasıyla olayın sırrını Barbaros
Bey’in karısı eski İstanbul hanımefendisi Durnev Hanım’dan dehşetle
öğreniyor...
Sanem’i
bulmak için yegane şansı Kaan Sezyum; Gizliajans’ın Musa’dan önceki metin
yazarı, iki aydır gazeteye yazı göndermiyor, telefon ve elektronik mesajlarına
cevap vermiyor. Ama yılmıyor Musa ve Kaan Sezyum’un internet sitesindeki
şifreyi çözerek kaçakların Yunanistan’ın Mikonos adasına gittiğini çıkarıyor.
Şimdi yola çıkma sırası onlarda. Fezai Bey’le birlikte bir gece vakti adaya
uçuyorlar. Ama uçakla değil. Geldikleri anlaşılmasın diye “özel olarak
geliştirilmiş iki kişi taşıma kapasiteli bir delta kanat”la kanat çırparak
iniyorlar Mikonos adasına. Ada tam bir şenlik. Başkiskopos Makarios, Prens
Charles, Müberra Abla ve romandaki bütün şahısların bir araya geldiği Mikonos
adasında James Bond filmlerini hatırlatan sahnelerle sürüp giden kovalamaca
ölümlerle noktalanacak, Musa işin aslını çok sonra öğrenecektir. Ama neyin asıl
neyin sahte olduğu hâlâ belirsizdir...
Özellikle
saçma bir hikâye
Çok
saçma değil mi? Zaten Canıgüz de bilerek, isteyerek saçmalaştırıyor hikâyesini.
Ancak hikâye kendi içerisinde pekâlâ tutarlı, hatta merak uyandırıcı ve buna
ilaveten mizah öğesi çok iyi kullanılmış. Kimi sahnelerde gülümsemekten
kahkahaya geçebilirsiniz. Özellikle Dünya Güvenlik Örgütü ajanlarının kahvede
kağıt oynama sahnesine dikkat çekelim. Alper Canıgüz mizahı saçma üzerinden
üretmiyor. Hayatla ilgili ayrıntıları, hayatımızdan gülünç anları yakalamış.
Çok
farklı hikâyeler anlamakla birlikte yazarın belli bir anlatım tarzını
benimsediğini söyleyebilirim. İlk romanı Tatlı Rüyalar (2000) ‘psiko-absürd
romantik komedi’ yazısıyla tanıtılmıştı. Aynı hayatın iki yanını paylaşan
Hector Berliöz ve Şevket Hakan Tucel, hayatının bir bölümünü Hector’a satan
Hamit, her gördüğü erkeğe aşık olan Nalan, Şevket’i tedaviye çalışan Profesör
Olcayto Fişek tiplemeleri ve para dolu bir çanta peşindeki gangsterleriyle tam
bir şenlik havasında sürüp giden bu ilk romanıyla romanın parodisini yapıyordu
Alper Canıgüz.
İkinci
romanı Oğulllar ve Rencide Ruhlar‘ın (2004) dedektifi Alper Kamu sadece beş
yaşındaydı. Sakin bir mahallenin göze çarpmayan apartmanlarından birindeki
dairesinde boynu kesilerek öldürülen komşusu emekli emniyet müdürü Hicabi
Bey’in cesedini bulan Alper, cinayeti işlediği söylenen mahallenin delisi
Ertan’ın masum olduğunu düşünür. Olayı soruşturan komser yardımcısı Onur
Çalışkan ve savcı Metin Bilgin’in aksine, cinayetin ardında daha karmaşık
ilişkilerin varlığını sezer, gizli gizli araştırmaya koyulur. Bir süre sonra o
sakin görünümlü mahalledeki kirli çamaşırlar ortaya dökülecek, Hicabi Bey’in
cinsel sapkınlıkları anlaşılacak ve hikâye süpriz bir finalle
noktalanacaktır...
Görüldüğü
gibi, Canıgüz üç romanında da absürd hikâyelerini polisiye kurguyla ve ince bir
mizahla anlatmış. Polisiye tercihini şöyle açıklıyor; “Bir yanıyla bütün
romanlar polisiyedir aslında. Konvansiyonel anlamda polisiye dediğimiz
anlatılar, bütün dramatik eserlerin temelinde yatan yapının en kristalize olmuş
biçimini yansıtır. Uçlar ve kırılma noktaları nettir, o yüzden de takip
edilmesi, zevk alması nispeten daha kolaydır. Okur neyin peşinde olduğunu bilir
ya da bildiğini sanır, yazarla bir rekabet halinde olmasından dolayı bir tür
interaktif durum söz konusudur vesaire...”
Uzun
tasvirlere, -psikoloji eğitimi almasına rağmen- derin ruh tahlillerine
girmiyor, -metin yazarlığı yapmasına rağmen- okuyucuya hoş gelecek süslemelerle
doldurmuyor metnini. Ekonomik bir dille okuyucuyu sıkmayacak, kolay
tüketilebilecek eğlenceli ve absürd bir hikâye anlatıyor. Amacı “bir sevinç
veya kaygının sebeplerini belirtmek değil, sadece o sevinç ve tasanın biçimini,
oluşunu göstermek.”
Gizliajans,
bilmeceler, gizemli ölümler, kayıplar ve akıl dışı tasarılarla dolu -absürd
olmasına absürd- bir roman, ama hiç de saçma değil. Gerek Musa tipi gerekse de
diğer roman kişilerinin zihniyet biçimleri üzerinden toplumsal bir eleştiriye
açılan bir hikâye. Absürd anlatımın belli bir anlama indirgenemeyeceğini,
okuyucu yorumu ve katılımı talep ettiğini unutmadan, bir iki nokta üzerinde
durmak istiyorum. Öncelikle Musa tipi. Reklam sektöründe çalışan, hayata
kenarından takılan genç bir adam. Son dönem romanımızda sıklıkla karşımıza
çıkan duygulu, hassa, kadınlar karşısında çaresiz erkek tiplerinden. Ancak bu
romandaki kahramanlığı olumluluk taşımıyor. Hikâyenin absürd yanı Musa’nın
budalalığa varan şaşkınlığını, yalnızlığından kaynaklanan âşık olma
potansiyelini, dünya karşısındaki çaresizliğini ortaya çıkarıveriyor. Bakan, gören
ama görüntülerin anlamını çözemeyen şaşkın erkeklerden birisi o. Onun aşka ve
kendisine anlatılan karmaşık hikâyelere inanmasını sağlayan şey umutsuzluğudur;
hayat karşısındaki aczi ve yalnızlığı, düşsel bir dünyaya kaçma ihtiyacıdur.
Kısacası romanda, sinemada, TV dizilerinde güzellemesi yapılan bir insan
tipinin parodisidir Musa.
Her
şeyi nedenselliklerle açıklayan zihniyet biçimini de ‘ti’ye alan romanın
bütünsel karşılığı ise absürd tiyatronun tanımından çıkarılabilir; “Toplumun
kendine ve düzene yabancılaşmasının doğurduğu yılgınlık 20. yüzyılın
ortalarında bir meydan okuma olarak absürd tiyatro ile birlikte ortaya
çıkmıştır. Absürd tiyatronun temel özelliği, insanoğlunun yaşamına olan
uyumsuzluğuna karşı duyulan kaygıdır. İnsanın artık ne geçmişine dair güzel bir
anısı ne de geleceğe karşı umudu kalmıştır. (...) Absürd sanat; düş, bilinçaltı
ve zihinsel dünyayı paradoksal bir biçimde yüceleştirme ve bu içsel manzarayı
imgelendirmek için sahnesel metaforu bulabilme kapasitesine sahiptir. Kötümser olsalar
da, sadece yılgınlığın dışa vurulası demek doğru olmaz Absürd oyunlar için;
bildirilerinin arkasında yatan meydan okuma ise yılgınlıktan başka her şeydir.”
A.
ÖMER TÜRKEŞ