"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

5 Mart 2012 Pazartesi

ANADOLU’DA BİR GECE-PEYAMİ SAFA

Bu çocuğa Anadolu'da rastladım.
Çankırı ile Kastamonu arasında, "Kalehan" da konaklamıştık. Arabamızın bir hayvanı çatlamış, ağzı köpüklenerek, yabani bir hırıltıdan sonra hanın kapısına serilmiş, kımıldamadan, çırpınmadan, tepinmeden, lahzada katılaşmıştı, Arabacı, sağ kalan hayvanını yatırdıktan sonra öfkeyle karşıma dikildi:
Efendi! Benden yana umudun kalmasın. Buradan ileriye bir adım atamam. Bir araba bul.
Sonra şişkin parmağını batıya doğru sivrilterek, güneşin son ışığıyla sarımtırak bir pembe tüle bürünmüş toprak yolu gösterdi:
Aha... bundan öte... daha öte... İlgaz... tehe... uçurumun yanı.... Çift hayvan bile yetmez. Dingil de sağlam değil... günahı boynuma... ben idemem efendi... başka araba bul.
Başka araba yoktu, iki gün handa bekledim. Uzak bir mesafede imişim gibi haykırarak müjdeledi:
Kalk hele... başka araba geldi, üç yağız hayvanı var. İlgaz'ı da geçer, uçurumu da geçer, daha bilmem aha, şeytanın yamacını da geçer kalk hele...
Hanın kapısına çıkınca bana tanıtılan yeni arabacım, taze bir tecessüsle beni süzdü, ben de aynı merakla ona baktım: Onüç, ondört yaşında bir çocuktu. Kül benizli, elmacık kemiklerinin alt çukura batmış, üst dudağını gölgeleyen silik tüy çizgisiyle, cılız kafalı bir köy oğlanıydı. Siyah kirpikli gözlerinin derin parıltısıyla sordu:
İnebolu'ya mı?
Evet.
Araba hazır.
Korkuya benzer bir isteksizlik, beni bu küçük arabacıyla pazarlığımda haksızlıklara düşürüyordu; çocuk, çıkarmak istediğim her güçlüğü kabul etti. Uzlaştı, eşyamı arabasına taşıdı.
Araba kalkarken, hancıyla eski arabacı arkamdan seslendiler:
Korkmayasın, küçüktür ama hayvanları iyi sürer.
Anadolu'nun hüzünlü sabahlarından biri idi. Ağır ağır gidiyorduk. .. Toprak yola kakılı, seyrek taş parçaları, güneşin ilk kızgınlığıyla parıldıyorlar, araba sarsıldıkça, gözlerimin önünde kıvılcımlar gibi yanıp sönüyorlardı. Ara sıra, daha fazla konuşmak isteğiyle şahlanan gürbüz hayvanların yoldan kaldırdıkları tozlar, pembe bürümcük gibi arabayı sararak, boşlukta uçuşuyor, titreşiyorlar, sonra, dalga dalga yere inerek gözden kayboluyorlardı. Yol çok dönemeçli, çapraşık ve dardı; hayvanlar, yağız, parlak, sert adalelerinde birikmiş kuvveti boşaltabilecek kadar hız alamıyorlar, sevmedikleri bataetle yürümekten sinirlenerek homurdanıyorlardı. Küçük arabacım, elindeki dizginleri rehavetle tutarak yanımızda yükselen toprak kayalara bakmıyor, arabasıyla hiç oyalanmıyordu. Düşündüm: "Ne kadar olsa çocuk, Allah bizi kazadan esirgesin!" O, bu düşüncenin sesini duymuş gibi, birdenbire arkasını döndü:
Efendi, az ileri yol düzleşir, daha hızlı gideriz, ben hayvanlara, bile bile yol vermiyorum.
Ve yol düzleşince, kendisine minderlik işini gören arpa torbasının üstüne daha iyi yerleşerek dizginleri küçük bileklerine sardı, hayvanların kulaklarına doğru kırbacı silkeledi, ince bir sesle şaklattı.
Üç hayvan, burunlarını ufka doğrultarak şahlandılar ve arabayı hızla çekmeye başladılar. Bu sür'at o kadar umulmaz bir şeydi ki, yolun kenarına asılı dik yamaçlara gözüm iliştikçe, meçhul tehlikelerden ürküyordum. Yola ancak sığan arabanın yana doğru ağırca bir salıntısı, bizi ilk saniyede ölüme atabilirdi. Fakat küçük arabacım, dermansız görünen bileklerinin çevik atılgan, acele hareketleriyle dizginleri sallıyor, geriyor, hayvanların cilalı etlerine vuruyor, arabanın muvazenesini maharetli buluyordu. İlgaz'a yaklaştık.
Burası, uzaklardan engin bir boşluk görünen karanlık uçurumlarıyla uğursuz bir geçitti. Birçok kereler, burulara sokulan eşkıyadan, kanlı katillerden bahsedildiğini işitmiştim. Kalehan'da bulunanlar demişti ki:
Samsun'dan kalkan bir pontus eşkıya çetesi. İlgaz'a kadar gelmiş, oralar kadar saklanmış, yol tehlikelidir, Müslüman yolcu görürlerse sağ bırakmazlar.
Fakat çaresiz, İlgaz'dan geçecektik ve geçmeye başladık.
Güneş yeni batıyordu. Ufka yaslanan yüksek tepeler, eflatun bir sis altında siliniyor. Dağılıp eriyor gibi idiler, eteklere açılmış bulutlar gibi.öbek öbek dumanlar yayışmış, sallanmıyor, kımıldanmıyordular. Bir yanımız, baştan başa, uçsuz bucaksız, derin ve kara bir uçurumdu. Gecenin heybetli karanlığı, perde perde kalınlaşarak, koyulaşarak çöküyor, uçuruma hücum ediyordu. Arabanın yürüyüşü ağırlaşmıştı, tekerleklerin ve seyrek ve sivri taşlara çarpmasında çıkan fasılalı ve keskin ses, sükutu arttırıyordu.
Arabamız durdu.
Çocuk, yere atlayarak arabanın fenerini yakmakla oyalanırken yanına gittim:
Buralarda Rum çeteleri varmış.... dedim.
Cevap vermedi. Yaşından umulmayacak bir soğukkanlılıkla lakırdımı duymamış göründü, feneri yakarken yüzünün çizgileri kımıldamıyor, yalnız siyah gözleri sarı ışıkla parıldıyordu. Bir daha söyledim:
Buralarda eşkıya varmış
Fenerin camını gürültüyle kapayarak başını bana çevirdi, kaşları çatılmış, gözleri tutuşmuş, yüzü buruşmuştu, kolunu uçuruma doğru sallayarak cevap verdi:
Varsa ne yapalım? Biz de erkeğiz, elbette karşı koyacak kuvvetimiz vardır.
Biz iki kişiyiz
İş sayıda değil.
Anlamayarak durakladım. Kendisine o kadar inanarak söylüyordu ki münakaşa edemedim. Sustuğumu görüp ateşlendi:
Efendi, ben bu yollardan, dağlardan, taşlardan, bayırlardan, yamaçlardan, gece gündüz, tek başıma geçerim, bugüne kadar korku nedir bilmedim. Rum eşkıyası var derlerdi, karşıma bir tane bile çıkmadı.
Cür'etli gözlerini yüzüme yaklaştırarak başını salladı:
Çıksa ne olur ki? Evelallah iki üçünü birden tepelerim. Güldüm:
Sen daha çocuksun, eşkıya nedir öğrenmemişsin; kabadayılığa hevesin var ama... iş bildiğin gibi değil.
Bu istihfaf onu kudurttu:
Efendi! Sen ne diyon Allah aşkına? Ben Bursalıyım, Bursa'da doğdum, Bursa'da büyüdüm, Yunan girdiği zaman oniki yaşımda idim, tarlada çalışıyordum, iki Yunan neferi geldi. Benimle alay etmeğe kalktı, elimdeki kazmayı bir tanesinin kafasına çarptım, şakağını paraladım. Öteki korkudan kaçtı, ben de eve gizlendim, zabitler beni on gün aradılar, babam teslim etmedi, fakat... hınçlarını babamdan aldılar.
Ne yaptılar?
Kurşuna dizdiler. Anam kederden öldü. Ben ağladım, dağa çıktım, Kütahya'ya yürüdüm, asker yazılmak istedim, yaşım gelmediği için almadılar, bu arabayı satın aldım, yaşım gelinceye kadar bununla geçineceğim.
Yaşın gelince?
Asker yazılacağım.
Başka şey söylemedi, arabaya atladı, kırbacı şiddetli salladı, yarı ayakta durarak dinç hayvanları kudurtup sürdü. Araba uçurumun yanından korkunç bir süratle koşuyordu. Küçük arabacı, ince, keskin, berrak bir sesle, derin boşluklarını çınlatarak, Köroğlu'nun bir türküsünü çağırmaya başladı. Bu taze ve dinç seste, Türk kahramanlığının yeniden dirildiğini sezer gibi oldum, titredim.
İlgaz'ı geride bırakmak üzereydik, sabah yaklaşıyordu, fakat... birdenbire yolun kenarında, otuz kırk metre ilerimizde, araba fenerinin sarı ışığından üç siyah gölgenin yavaşça kaçtıklarını gördük.
Arabacım hemen ayağa kalktı.
Dizginleri sol elinin bileğine sararak, sağ elini bol pantolonunun arka cebine attı, büyük hantal, eski sistemde bir tabanca çekti ve hayvanlarını daha şiddetli sürdü:
Araba, gölgelerin kaçıştığı yere geliyordu; karartıların bulunduğu hizaya yaklaşınca, siyah elbiseleriyle dimdik duran ve ellerini fişenklerine dayamış üç uzun boylu adamın arabaya baktıklarını gördük.
Yakın tehlikelerin soğuk teri, sırtımdan aşağı sızdı.
Arabamız, silahşörlerin tam hizasına geldiği zaman, gölgeler, hiç kımıldamadan, yolun kıyısında, ağaçlar gibi hareketsiz kaldılar, araba uçar gibi geçti.
Arabacım geriye dönmüş, yol kıvrılıncaya kadar tabancasının namlusunu hedeften ayırmamıştı.
İlgaz'ı böyle geçtik.
O gölgeler kimdiler? Ne bekliyorlardı? Bize sataşmaktan niçin vazgeçtiler? Korktular mı? Anlaşılmadı. Küçük arabacım dedi ki:
Ah bir sataşsaydılar, iki üçünü birden devirseydim...
Galip bir kumandan edasıyla arpa torbasına keyifli keyifli yerleşmiş, "Evecik'e kadar Köroğlu'nun türküsünü söyleyerek hayvanlarını sürmüştü. Gölgelerden bir daha hiç bahsetmedi.
İnebolu'da yirmi gün kaldım. Bir gün, Anadolu gazetelerini karıştırırken Bursalı Hüseyin isimli bir arabacı çocuğun İlgaz'da Rum eşkıya tarafından çevrildiğini, kahraman yavrunun eski bir tabanca ile iki şakiyi yere serdiğini fakat... bir martin kurşunuyla yaralandığını, devriye yetişmeden öldüğünü okudum. Bu Hüseyin benim arabacımdı.
O günden sonra, Anadolu konuşulduğu zaman, bu küçük arabacıyı anarım. Onun yanık, esmer, yüzünde, siyah, parlak gözlerinde, destani kahramanlığımızın izlerini bulur, azametli mazimizin gururunu duyardım.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9