“Siz neden bahsediyorsunuz Allah aşkına? Ben neden
bahsediyorum? Siz diyorsunuz ki: Ben diyorum ki: Bu nar çiçeği…..”
*
(“Bebekli Kilise”den)
Sanırım insanın yaşamındaki en güzel yıllar, çocukluk
çağını, daha doğrusu onun belli bir dönemini oluşturan ilkokul yıllarıdır.
Günden güne sisler, buğular arkasına kayıp giden, günden güne güzelleşen
yıllar. İçten içe varlıklarını sürdürür, bir büyülü havayı ortaklaşa solur,
öldü sanılan ama hep diri kalan ve diri kalacak olan bir öz çevresinde âdeta
göze görünmez hamarat ipekböceklerince örülen beyazlı sarılı kozalardır bunlar.
Binbir titizlikle el üstünde tutulur, üzerlerine titrenir, binbir özenle yarınlara
çıkarılır ve yarınlara çıkılır bu kozalarla. Ve derken ipekböcekleri görünmez
bir el tarafından çekilip gerilere alınır, sarı ve beyazın değişik nüanslarını
ipeksi bir yumuşaklıkla yansıtan kozalar örülmez olur. Yol sarplaşır giderek;
kolaylıkla atılan uçarı, hafif, tasasız ve gözü kapalı adımlar sakıngan, ürkek
ve güvensiz bir niteliğe bürünür. Çimler, papatyalar, nergisler, kır çiçekleri,
kitaplar ve defterler arasında kurumaya bırakılmış menekşeler, gül yaprakları,
yıldız çiçekleri, misk kokulu çikolataların beyaz yaldızları... Toplu yapılan
kır gezileri, sepetlerde, sefertaslarında yemekler. Ve oyunlar; kelebek peşinde
koşmalar, kovalamalar, kovalanmalar... Ama yokuşlara sürülen bunca yıl! Bir an
önce büyümek istenmiştir, bir an önce büyülü bir güzelliğin koruyucu kanatları
altında geçen tüy gibi hafif yıllardan koşar adım uzaklaşılmak istenmiştir. El
itilip horlanmış, eller üzerlerden savrulup atılmıştır. Rüzgârlı bir havada
renkli bir uçurtma azar azar salınmış göğe, önce küçülmüş, sonra görünmez olmuştur.
Sonra yavaş yavaş yine büyümüş, ip kasnağa sarılmaya başlanmıştır. Ve uçurtma
çok yükseklerde yaralar alıp incinmiş, kolu kanadı kırılmış bir kuş gibi yere
çakılmıştır. Bunca yıl başka kentlerde, yabancı ellerde eğleştikten sonra, yola
çıkılırken alınması unutulmuş pek gerekli bir şeyi, onsuz yapılamayacak bir
şeyi almak için gerisin geri dönülmüştür. Unutulmuş bir şey ama ne? Yıkık bir
duvar, her an çöküvermesinden korkulan harap bir merdiven, sokağa çıkıldıkça
karşılaşılan kör bir kuyu, daracık ara sokaklar, sokaklar içinde bir sokak,
köşebaşında Şam tatlısı satan hacı, bir dilim karpuz, bir dilim kavun, tulum
peyniri, nerde işitildiği bilinmeyen bir ezginin ilk dizeleri: Sütler kaymak
bağladı, gelin sabah çayına!
Yıllar sonra, neden sonra, çocukluk günlerinin geçtiği kente dönülür, sılayirahme dönülür. “Yüksüz olmadıkları halde yükü hafif olanlar kurtuldu.” Yıllar yılı sırta vurulan ağır yüklerden bel iki büklüm, evlerin pencerelerinden gözler kaçırılıp kimselerin mahremine bakılmamaya çalışılarak kent sokaklarında geziye çıkılır. Her an bir elin arkadan omza hafifçecik dokunacağı duygusu içinde, bir elde gazete, bir elde pardösü, hastalıktan yeni kalkmış biri gibi ağır adımlarla yürünür. Birden, sanki rastgele, ilk karşılaşılan sokağa sapılır. Evlerin önüne serilmiş yaygılarda oturan kadınların önünden baş eğik geçilir. Sokak, bir çıkmaz sokaktır. Sonuna varılır çok sürmeden. Bu çıkmaz sokakta işi ne? Sağdan soldan, kapılardan ve pencerelerden üzerine atılan nergisler ortasında, çıkmazda, bir an dikilir; eskisi gibi, çok eskilerde olduğu gibi sokağın bitimindeki dört köşe alanda oynayan bir çocuk. Sorar: “Bu yol çıkmaz mı?” Çıkmaz. Dönmeden bir an bekler, başını dört bir yana çevirip şöyle bir alıcı gözüyle bakar. Evler yerli yerindedir; ancak biraz daha harap, biraz daha çökmüş, bir yıkıcıyı gözler gibidir hepsi.
Çıkmaz sokakta –gerçekten çıkmaz mı?– birkaç adım daha atıldıktan sonra baş, âdeta kendiliğinden geriye çevrilir. Arkalardan uzanan yabancı yüzler, bu sokakta ne aradığını soran bakışlar... Yine de sokağın bitiminde bir an durulur, iki katlı ahşap evin üzerinde bir süre dinlenir gözler. Temel duvarına bitişik bir köşe taşı. Ama evin sofasından sokağa bakan büyük pencere tuğlalarla örülmüştür. Sonra bodrumun iki küçük penceresinin önüne tel kafesler çekilmiştir. Bu ev miydi? Bu evde miydi? Eskimiş ahşap kapının kasasıyla horasan duvar arasındaki aralıklardan içerlere kayar göz. Bir sofa, sofaya çıkan on bir basamaklı bir merdiven. Kaç kez saymıştı? Yıllar yılı aranıp sorulmayan, yabancı ellere bırakılmış, yabancı ellerde horlanan odalar: İki oda. Derken sokaktan dışarı süklüm püklüm atılan suçlu, yolunu şaşırmış adımlar. Yitirilmiş bir para? Nerdeydi? Her adımda biraz daha gerilere kayar, kaygan kayar ellerden. Çıkmaz sokak. Çıkan oldu mu şimdiye kadar? Sokak geride kalır. Kapılar, pencereler, intikam tanrıçaları, Kerberos: Tek yön.
Yıllar sonra, neden sonra, çocukluk günlerinin geçtiği kente dönülür, sılayirahme dönülür. “Yüksüz olmadıkları halde yükü hafif olanlar kurtuldu.” Yıllar yılı sırta vurulan ağır yüklerden bel iki büklüm, evlerin pencerelerinden gözler kaçırılıp kimselerin mahremine bakılmamaya çalışılarak kent sokaklarında geziye çıkılır. Her an bir elin arkadan omza hafifçecik dokunacağı duygusu içinde, bir elde gazete, bir elde pardösü, hastalıktan yeni kalkmış biri gibi ağır adımlarla yürünür. Birden, sanki rastgele, ilk karşılaşılan sokağa sapılır. Evlerin önüne serilmiş yaygılarda oturan kadınların önünden baş eğik geçilir. Sokak, bir çıkmaz sokaktır. Sonuna varılır çok sürmeden. Bu çıkmaz sokakta işi ne? Sağdan soldan, kapılardan ve pencerelerden üzerine atılan nergisler ortasında, çıkmazda, bir an dikilir; eskisi gibi, çok eskilerde olduğu gibi sokağın bitimindeki dört köşe alanda oynayan bir çocuk. Sorar: “Bu yol çıkmaz mı?” Çıkmaz. Dönmeden bir an bekler, başını dört bir yana çevirip şöyle bir alıcı gözüyle bakar. Evler yerli yerindedir; ancak biraz daha harap, biraz daha çökmüş, bir yıkıcıyı gözler gibidir hepsi.
Çıkmaz sokakta –gerçekten çıkmaz mı?– birkaç adım daha atıldıktan sonra baş, âdeta kendiliğinden geriye çevrilir. Arkalardan uzanan yabancı yüzler, bu sokakta ne aradığını soran bakışlar... Yine de sokağın bitiminde bir an durulur, iki katlı ahşap evin üzerinde bir süre dinlenir gözler. Temel duvarına bitişik bir köşe taşı. Ama evin sofasından sokağa bakan büyük pencere tuğlalarla örülmüştür. Sonra bodrumun iki küçük penceresinin önüne tel kafesler çekilmiştir. Bu ev miydi? Bu evde miydi? Eskimiş ahşap kapının kasasıyla horasan duvar arasındaki aralıklardan içerlere kayar göz. Bir sofa, sofaya çıkan on bir basamaklı bir merdiven. Kaç kez saymıştı? Yıllar yılı aranıp sorulmayan, yabancı ellere bırakılmış, yabancı ellerde horlanan odalar: İki oda. Derken sokaktan dışarı süklüm püklüm atılan suçlu, yolunu şaşırmış adımlar. Yitirilmiş bir para? Nerdeydi? Her adımda biraz daha gerilere kayar, kaygan kayar ellerden. Çıkmaz sokak. Çıkan oldu mu şimdiye kadar? Sokak geride kalır. Kapılar, pencereler, intikam tanrıçaları, Kerberos: Tek yön.
*
Aynada kravatını bağlıyordu, beğenmedi. Bir maske gibi, diye
düşündü. Bir maske gibi. Kravatın bir ucunu aşağı doğru çekip düğüm yerini
boynuna kaydırdı. Düğüm yeri oturdu boynuna, boynunu sıktı. Bir maske gibi. Ve
yıllar yılı, azar azar... Düğüm yerini küçük bularak çözdü, yeniden bağladı.
İrice bir düğüm, daha irice, daha bir irice, çöreklendi boynuna. Yüzüne kan
geldi. Kırmızı kan. Damarlarda kan. Atardamarlar, toplardamarlar ve bir
şahdamar. Yıllar yılı, azar azar... Eller, kollar, parmaklar sonra. İğne
batırılınca pıhtılaşan kan. Şahmerdan. Ve bir şahdamar sonra ve bilekler. Ve
gözler. Gözlerde kan izleri. Günden güne koyulaşan kan. Geceleri üzerine
yürüyen kan.
Gece Lambalarının Işığında, Çağdaş Alman edebiyatından ve Franz Kafka’dan yaptığı önemli çevirilerle de tanınan Kâmuran Şipal’in öykülerini bir araya getiriyor: Beyhan (1962), Elbiseciler Çarşısı (1964), Büyük Yolculuk (1969), Buhûrumeryem (1971) ve Köpek İstasyonu (1988).
Gece Lambalarının Işığında, Çağdaş Alman edebiyatından ve Franz Kafka’dan yaptığı önemli çevirilerle de tanınan Kâmuran Şipal’in öykülerini bir araya getiriyor: Beyhan (1962), Elbiseciler Çarşısı (1964), Büyük Yolculuk (1969), Buhûrumeryem (1971) ve Köpek İstasyonu (1988).