Kelimenin edebi anlamıyla bir "kaza" söz
konusudur: Bir taksi yoldan çıkar; biri erkek diğeri kadın olmak üzere iki kişi
ölür. Görünüşe bakılırsa, ortada birbirine aşık bir çift vardır. Hayatta kalan
şoför ise, kazanın nasıl gerçekleştiğini bir türlü açıklayamamaktadır.
Olayın düğüm noktasının, şoförün dikiz aynasında gördüğü veya gördüğünü
sandığı her ne ise, onunla ilgili olduğu düşünülmektedir. Ama, adam da tam
olarak ne gördüğünü ayrıntılarıyla ifade edememekte; üstüne üstlük iki yolcunun
kimliklerini, nereye gittiklerini, niçin onlara dair her şeyin bu denli
çözülemez göründüğünü açıklayamamaktadır.
Bir aşk hikayesi, bazen yeryüzünün en bayağı şeyi olabilirken; bazen de, içinden
çıkılamaz bir hal alabilir. Bu kitlesel deneyimi edinmek için milyonlarca,
hatta milyarlarca insanın çabaları ise, nafiledir... Keza, bu deneyim giderek
açıklık kazanacağı yerde, günbegün adeta bir bilmeceye dönüşmektedir.
Aşkın gücünün de aslında bundan kaynaklandığına inanılmıştır nihayetinde...
"Aşk gerçekten var mı, yoksa bir yanılsamadan mı ibaret?" şeklindeki
o belleklere kazınan soruya, başka bir sorgulama tümcesi eşlik etmektedir:
"Aşk gerçekten var ise, biri onu anlatabilir mi?"
Sanatının zirvesine eriştiği bu üstün eserde, İsmail Kadare, anlatılamaz
denen her şeyi –bir aşk veya cinayet öyküsü, hatta her ikisinin de üzerini
tıpkı bir maske gibi örtüveren bambaşka bir öyküyü?- anlatmaya çalışmış.
Anlatının sonuna dek, okuyucunun zihnini sürekli aynı soru meşgul edecektir.