Sabahın sekizi ile dokuzu arasında.
Koyu, kurşuni bir bulut yığını güneşe doğru gökyüzünde
yükseliyordu, şimşeklerin kırmızı zigzagları orayı, burayı aydınlatıyordu,
uzaklardan gökgürültüsünün sesi geliyordu, ılık bir rüzgar çimenlerin üzerinde
dans ediyor, ağaçlara dolanıp, toz toprağa karışıyordu, bir saniye içinde Mayıs
yağmuru başlayacak ve tam bir fırtına kopacaktı.
Altı yaşındaki küçük dilenci kız Fyorka, eskici Terenty’yi
bulmak için köye doğru koşuyordu. Platin rengi saçlı, soluk yüzlü kızın
ayakları çıplaktı. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı, dudakları titriyordu.
Rastladığı herkese “amca Terenty nerede?” diye sordu. Kimse
cevap vermedi. Hepsi yaklaşan fırtınayla meşguldü ve kulübelerine girmek için
acele ediyorlardı. Sonunda Terenty’nin can dostu, kilise zangoçu Sitanty
Siliç’e rastladı, rüzgarda savrularak yürüyordu.
“Terenty nerede amca?”
Silanty “ mutfak bahçesinde” dedi.
Dilenci kız kulübelerin arkasındaki mutfak bahçelerine
koştu, uzun boylu, zayıf, çiçek bozuğu yüzlü, çıplak ayaklı ve üzerinde eski
püskü bir kadın cekediyle, Terenity sebze tarlasındaydı, mahmur ve sarhoş
gözlerle koyu bulutlara bakıyordu. Değnek gibi uzun bacaklarıyla rüzgarda
sallanıyordu.
Beyaz kafalı dilenci kız “ Terenty amca! aşkım!” diye adama
seslendi.
Terenty Fyolka’yı görünce diz çöktü, suratsız, ayyaş yüzü,
küçük, aptalca, saçma ama sıcacık, sevimli bir şey gördüklerindeki gibi kocaman
bir gülümsemeyle aydınlandı.
Peltek peltek ama şefkatle sordu “Ah, Allah’ın kulu Fyolka,
nereden çıktın?”
Fyolka, eskicinin ceketine asılarak, ağlayarak “ Danilka abi
kaza geçirdi, gel çabuk!” dedi.
“Nasıl bir kaza? Of, gök nasıl da gürlüyor! Tanrı’m,
tanrı’m, ne tür bir kaza?”
“Kont’un korusunda Danilka elini bir ağaç kovuğuna
sıkıştırdı, şimdi çıkartamıyor, gel amca, onun elini kovuktan çıkartma
iyiliğini göster.”
“Ne demeye elini kovuğa soktu? Niye?”
“ Guguk kuşunun yumurtasını bana vermek için”
“ Gün henüz başladı ve şimdiden başını belaya soktun”
Terenty başını salladı ve mahsus tükürdü “ Şeyy, şimdi seninle ne yapsam?
Gitmem gerek….gitmeliyim, hay kurtar yiyesice yaramaz çocuk! Gel bakalım küçük
öksüz!”
Mutfak bahçesinden çıkan Terenty, uzun bacaklarını
kaldırarak köy yoluna saptı, durmadan, etrafına bakmadan, sanki arkasından biri
dürtüyor ya da takip edilmekten korkar gibi hızlı hızlı yürüyordu.
Köyün dışına çıktılar ve uzaklarda koyu mavilikler içindeki
kontun korusuna çıkan toz, toprak yolu döndüler. Yaklaşık bir buçuk mil
kadardı. O sırada güneş buluta girmişti ve az sonra gökyüzünde tek bir mavi
kısım bile kalmadı, karanlık basıyordu.
Fyolka Terenty’nin ardından “tanrım, tanrım” diye
fısıldıyordu. İlk yağmur damlaları, tozlu yola kocaman ve siyah siyah düştüler,
kocaman bir yağmur damlası da Fyolka’nın yanağına düştü ve sanki göz yaşı gibi
oradan da çenesine aktı.
Sıska, çıplak ayağıyla tozları tekmeleyen eskici, “yağmur
başladı” diye mırıldandı. “ Bu iyi Fyolka, bizim ekmekle doyduğumuz gibi, otlar
ve ağaçlar da yağmurla beslenir. Ve gök gürültüsüne gelince, korkma küçük
öksüz, niye senin gibi minik birisini öldürsün?”
Yağmur başlar başlamaz, rüzgar dindi. Duyulan tek ses taze
çavdarların ve yolun üzerine düşen yağmur taneleriydi.
Terenty “iliklerimize kadar ıslanacağız Fyolka” diye
mırıldandı. “ Üzerimizde kuru bir nokta bile kalmayacak, ho, ho yağmur ensemden
aşağı akıyor kızım ama korkma, aptalca…otlaklar yine kuruyacak, yeryüzü yine
kuruyacak ve biz de yine kuruyacağız. Aynı güneş hepimiz için var.
Tam tepelerinde, 45 metre kadar yüksekte, bir şimşek çakıp
ortalığı aydınlattı, gök gürledi, Fyolka’ya gökyüzünde kocaman, yuvarlak bir
şey tam başının üzerinde yuvarlanıp, göğü yarıyormuş gibi geldi,
Terenty, haç çıkartarak “Tanrım, tanrım tanrım,” dedi.
“Korkma küçük öksüz, kötülüğünden gürlemiyor!”
Terenty’nin ve Fyolka’nın ayakları ıslak çamurla
kaplanmıştı, toprak kaygandı ve yürümesi zordu ama Terenty daha daha hızlı
yürüyordu, cılız, küçük dilenci kız nefes nefese kalmıştı ve neredeyse
duracaktı.
Fakat sonunda kontun korusuna girdiler. Bir rüzgarla
sırılsıklam ağaçlardan üzerlerine duş gibi yağmur yağdı, Terenty afalladı ve
hızını kesti.
“Danilka nerelerde? Beni ona götür” diye sordu.
Fyolka onu fundalığa götürdü, ve çeyrek mil kadar gittikten
sonra Danilka’yı gösterdi. Erkek kardeşi sekiz yaşlarında, kızıl saçlı, soluk
benizliydi ve bir ağaca yaslanmıştı, başı bir yana eğilmiş, gökyüzüne
bakıyordu, bir eliyle eski kasketini tutuyordu, diğer eli yaşlı bir ıhlamur ağacının
içine saklanmıştı. Oğlan fırtınalı göğe bakıyor ve kendi derdini unutmuş
görünüyordu. Ayak seslerini işitip, eskiciyi görünce hafifçe gülümsedi ve
“ Korkunç gökgürlüyor Terenty, hayatımda hiç bu kadar çok
gökgürlememişti”
“ Ya elin nerede?”
“ Kovuğun içinde, lütfen kolumu dışarı çıkart Terenty…”
Ağaç kovuğun kenarında kırılmış ve Danilka’nın elini kapan
gibi kıstırmıştı, elini ileri uzatabiliyor ama kovuktan çıkartamıyordu, Terenty
ağacı koparttı ve çocuğun kızarmış, çürümüş elini serbest kaldı.
Oğlan elini ovalarken “ nasıl da gürlüyor çok korkunç” dedi.
“Terenty gök neden gürülder?”
Eskici “ Bir bulut diğerine çarpar” diye yanıtladı. Grup
korudan çıktı ve yol kenarından yürüyerek karanlık yola saptı. Gök gürültüleri
yavaş yavaş azaldı ve köyün ötesinden, uzaktan gelmeye başladı.
Hala elini ovuşturan Danilka “ geçen gün ördekler buraya
geldiler Terenty” dedi. Gniliya Zaimishtcha’ daki bataklıklara yuva yapacaklar
galiba, Fyolka sana bir bülbül yuvası göstermemi ister misin?”
Kasketini sıkarak suyunu çıkartan Terenty “ dokunma, onları
rahatsız edersin” dedi. “ Bülbül günahsız, şakıyan bir kuştur. Sesi tanrı’yı
övmesi ve insanların yüreğine su serpmesi için ona verilmiştir. Onu rahatsız
etmek günahtır”
“ Ya serçeler?”
“ Serçenin önemi yok, kötü, hain bir kuştur. Yankesiciye
benzer, insanların mutlu olmasından hoşlanmaz, İsa çarmıha gerildiğinde
Yahudilere çivileri bir serçe getirmiş ve “ Canlı! Canlı!” diye bağırmıştı.
Gökyüzünde mavi berrak bir yer açıldı.
Terenty “Bakın!” dedi. “ Yağmur bir karınca yuvasını ortaya
çıkarmış! Yuvalarını sel basmış! Yaramazlar!”
Karınca yuvasına bakmak için eğildiler, sağanak yuvayı yok
etmişti, böcekler öfkeyle boğulmuş arkadaşlarını sürükleyerek oradan oraya
koşuşuyorlardı,
Terenty sırıtarak “ bu kadar telaşa gerek yok, ölmezsiniz!
Güneş ortalığı ısıtır ısıtmaz yine kendinize gelirsiniz…bu size ders olsun,
aptallar, bir daha yuvanızı yumuşak toprağa yapmayın”
Yürümeye devam ettiler.
Fyorka, genç bir meşe ağacını göstererek “ah, burada da
arılar!” dedi.
Islanmış ve üşümüş arılar hep birlikte ağacın kütüğüne
kondular. O kadar çoktular ki, ne yapraklar ne de ağacın kabukları gözüküyordu.
Çoğu birbirinin üzerine konmuştu.
Terenty çocukları bilgilendirerek “bu bir arı sürüsü” dedi.
“Bir kovan bulmak için uçuyorlar, üzerlerine yağmur yağınca konmuşlar, eğer bir
arı uçuyorsa onun konmasını sağlamak için üzerlerine su püskürtmek yeter, şimdi
diyelim ki, arıları kovandan çıkartmak istiyorsunuz, ağacın dalını eğip ve
çuval tutup, sallarsınız hepsi içine girerler.
Birdenbire küçük Fyolka, kaşlarını çatıp, ensesini kuvvetle
ovdu, kardeşi ona baktı kızın ensesinde kocaman bir kabarıklık vardı.
Eskici “ha, ha” diye güldü. Bu neden oldu biliyor musun
Fyolka, ormandaki bazı ağaçların üzerinde kuduz sinekleri vardır. Yağmur onları
şaşırtmış ve bir damla senin ensene düşmüş, işte kabartıyı o yaptı.
Güneş bulutların arasından çıktı ve ormanı, ağaçları ve üç
ahbabı sıcak ışığıyla ısıttı. Koyu, kötü bulut uzaklara gitmiş ve fırtınayı da
beraberinde götürmüştü. Hava sıcak ve hoş kokuyordu. Havada böğürtlen, leylak
ve tatlı kır çiçekleri kokusu vardı.
Pamuğa benzer bir çiçeği gösteren Terenty “ burnunuz
kanayınca bu bitki verilir” dedi.” İyileştirir”
Bir ıslık ve gümbürtü duydular ama bu fırtınanın gürültüsü
değildi. Terenty, Danilka ve Fyorka’nın önünden bir yük treni geçiyordu.
Lokomotiften siyah dumanlar çıkıyordu ve arkasında yirmi vagonu sürüklüyordu,
gücü muazzamdı, çocuklar atların yardımı olmadan cansız bir makinenin nasıl
böyle bu kadar ağırlığı götürdüğünü merak ettiler, Terenty bunu açıklama işini
üstlendi.
“Çocuklar hepsini buhar yapıyor…hepsini buhar çalıştırıyor,
tekerleklerin yanındaki şu şeyi hareket ettiriyor..görüyorsunuz…işe yarıyor”
Rayların üzerinden geçtiler, yoldan aşağıya inip, nehre
doğru yürüdüler. Yürürken yanlarında bir şey yoktu ama hep konuşuyorlardı.
Danilka sorular soruyor, Terenty cevaplıyordu. Terenty onun tüm sorularını
yanıtlıyordu ve tabiatta onu şaşırtan hiçbir sır yoktu. Her şeyi biliyordu,
mesela bütün yaban çiçeklerinin, hayvanların ve taşların isimlerini biliyordu,
hangi bitkilerin hastalıkları iyileştirdiğini biliyordu, bir atın veya ineğin
yaşını söylemekte zorluk çekmiyordu, güneşin batışına, Ay’a veya kuşlara bakıp,
ertesi gün havanın nasıl olacağını söyleyebiliyordu. Ve gerçekten de böyle
bilgili olan sadece Terenty değildi, Silanty Silitch, hancı, bahçevan, çoban ve
genel olarak söylersek tüm köylüler onun kadar biliyorlardı. Bu insanlar
kitaplardan değil, ormandan, tarlalardan, nehir kıyısından öğrenmişlerdi,
öğretmenleri onlara şarkı söyleyen kuşların kendisiydi ve giderken arkasında
bir kızıllık bırakan güneş, ağaçlar ve yabani bitkilerdi.
Danilka Terenty’ye bakıyor ve tutkuyla söylediği her şeyi
adeta yutuyordu. Baharda, insan sıcaktan ve yeşil tarlaların monotonluğundan
sıkılmadan önce, her şey taze ve mis kokuluyken, kim altın sarısı mayıs
böceklerinden, turna kuşlarından, gürüldeyen nehirlerden ve insanın kulağına
kadar uzanan mısırları duymak istemez?
İkisi, eskici ve öksüz, tarlalar boyunca durmadan konuşarak
yürüdüler ve hiç yorulmadılar. Dünyayı sonsuz derecede merak ediyorlardı,
yürüdüler ve yeryüzünün güzelliklerini konuşurken, arkalarından gelen küçük,
zayıf dilenci kızın sendelediğini fark etmediler. Nefes nefese kalmıştı ve geri
kalıyordu, gözlerinde yaşlar vardı, bu yorulmak bilmez gezinleri susturabilse
çok memnun olacaktı ama nereye ve kime gidecekti? Evi yoktu, kimsesi yoktu,
sevse de sevmese de yürümeli ve onların konuşmalarını dinlemek zorundaydı.
Öğleye doğru üçü de nehir kenarında oturdular, Danilka
heybesinden ıslanmış, püre olmuş bir parça ekmek çıkarttı, ekmeği yediler.
Terenty ekmeği yerken dua etti, sonra kumlu toprağa uzanıp, uykuya daldı. O
uyurken oğlan merakla nehre bakıyordu. Düşünecek pek çok şeyi vardı. Fırtınayı,
arıları, karıncaları ve treni az önce görmüştü, şimdi de gözlerinin önünde
balıklar sıçrıyordu. Bazıları beş santim veya daha da büyüktü, diğerleri bir
çividen insanın tırnağından büyük değildi. Bir yılan başı suyun üzerinde nehrin
karşısına geçiyordu.
Gezginlerimiz ancak akşama doğru köye döndüler. Çocuklar geceyi
geçirmek için vaktiyle mısır depolanan terkedilmiş bir ambara girerlerken,
Terenty onlardan ayrılıp meyhaneye gitti. Çocuklar birbirlerine sokulup,
samanların üzerinde uyuklamaya başladılar.
Oğlan uyumuyordu, karanlığa bakıyor ve sanki gündüz gördüğü
her şeyi orada görüyordu, fırtına bulutları, parlak güneş, kuşlar, balık, uzun
boylu Terenty, yorgunluk ve açlıkla birlikte bu gördükleri izlenimlerin sayısı
onun için fazlaydı, ateş gibi yanıyordu ve oradan oraya dönüyordu, karanlıkta
gördüğü ve ruhunu altüst eden tüm bu şeyleri birisine anlatmak istiyordu ama
anlatacak kimse yoktu. Fyolka çok küçüktü, anlayamazdı.
Oğlan “yarın Terenty’e anlatırım” diye düşündü.
Çocuklar evsiz dilenciyi düşünerek uyudular ve gece
olduğunda Terenty çocukların yanına geldi, onların üzerinde haç çıkardı,
başlarının altına ekmek koydu. Kimse onun sevgisini görmedi. Bunu sadece gök
yüzünde dolaşırken, terkedilmiş samanlığın duvarındaki deliklerden içerleri
gözetleyen Ay gördü.