"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

21 Haziran 2012 Perşembe

GÜNLÜK-WİTOLD GOMBROWİCZ

Witold Gombrowicz (1904-1969)
GÜNLÜK 1958 V. Bölüm
Çev. Neşe Taluy Yüce*
  
               
Polonyalı yazar. Varşova'da hukuk fakültesini bitirdi. Paris'te ekonomi ve felsefe okudu.

Kısa süre avukatlık yaptıktan sonra tümüyle edebiyatla ilgilenmeye başladı. Pami_tnik z okresu dojzewania (1933- aynı eser, 1957'de genişletilerek Bakakaj adı ile yayımlandı, 1989'da ise Zbrodnia z premedytacj_ başlığı ile basıldı.) adlı öykü kitabı ile yazmaya başladı. Daha sonra, çok ses getiren romanı Ferdydurke (1937) çıktı. Bu arada pek çok eleştiri yazısı ve fıkra yazıyordu. 1938'de Iwona ksi__niczka Burgunda adlı ilk oyununu yazdı. 1939 da Zdis_aw Niewieski takma adı ile Op_tani adlı romanını günlük bir gazetede yayımladı. Daha sonra ise çok uzun yıllar sanatçının eserleri Polonya'da yayımlanmadı, Polonya'ya girenler de yasak yayın olarak damgalandı.

1939'da Arjantin'e gitti ve Buenos Aieres'e yerleşti. Orada eserlerini yazmaya devam etti. _lub (İspanyolca basımı 1948-Lehçe basımı 1953) adlı oyunu, Trans-Atlantyk adlı romanını Buenos Aieres'de Polonya Bankası'nda çalıştığı 1947-19453 yılları arasında yazdı.

1963'de Berlin'de bir burs kazanarak Avrupa'ya geldi. 1964'de Paris yakınlarındaki Venece'e yerleşti .1969'da burada öldü.

Diğer önemli eserleri: :Pornografia (Paris 1960- 1968), Kosmos ( Paris 1965-1986).

Operetka (oyun- 1975'de ilk kez Polonya'da sahnelendi. Entelektüel- artistik problemlerin geniş bir yelpazede yansıtıldığı Dziennik "g1953-1956 (Paris 1957, Polonya 1986).

Dziennik- 1957-1961 (Paris 1962, Polonya 1986), Dziennik "g1967-1969 (1993) başlıklı günlükleri sanatçının görüşlerini yansıtan birer edebiyat harikasıdır.

Gombrowicz'in sanatı, bireyselliğini çevreleyen ve sınırlayan kültüre karşı kendisini savunduğu yerde başlar. Gombrowicz, insanın kendisini başkalarının gözüyle değerlendirmesini yanlış bulduğu içindir ki, toplumsal kurallara ve formlara düşmanca yaklaşır. Tüm eserlerinde hermetik bir dünya yaratır. Bu grotesk dünyada insanın yeri önemlidir. Yapıtlarındaki ana tema, insanın formlara esir olması ve bu bağlamda verdiği savaştır. Bir başka deyişle, eserlerin ana teması insan olunca, tüm birikimler, bir kaleydeskop örneği, çevirdikçe yeni şekiller almak üzere hazır biçimde bekler durumda kalırlar. Grotesk ise, bu geniş repertuvarı yansıtmak için sanatçının hizmetine girmiştir. (N.T.Y)

Salı
O kaba saba çıplak-  zihnen sakallı ya da en azından kıllı- adamların güruhuna Quequen yakınlarında rastladım: balıkçılara ağ çekmekte yardım ediyorlardı. Tiksintiyle geri çekildim. Onların o çerçeveli gözlüklü,  keçi sakallı  bohem hallerine, o bakımsız ama  kentli bedenlerine , "rafinelikle bütünleşen sanatsal basitliklerine" dayanamıyorum... Ama yanlarına yaklaştım, hepsini selamladım ve her zaman bana rastladıklarında söylediğim gibi, "Resim sanatına inanmıyorum! (no credo en la pintura!) dedim.
Kahkahalar atarak yanıtladılar. 

-İçinizden birisinin şu balıkçıyı resmettiğini düşünelim. Ne dersiniz?  Ben eğer renk, biçim duygusundan yoksunsam ve benim zevkim eğitilmeyecek gibiyse, bu durumda artistik ustalığı  değerlendirme yetisine sahip olabilir miyim? Kısacası, eğer resme keşfedici bir biçimde, resim gibi bakmayı becermezsem, bunu yapabilir miyim?

Onlar:- Kesinlikle bu durumda resimden hiçbir şey anlamazsın.
Ben:- Öyle değil mi? Ama eğer tüm bunları beceriyorsam, bana resim ne gerek?
Onlar: -Nasıl yani?
Ben:-  Öyle ya! Eğer kendi kendime görmeyi beceriyorsam, balıkçının canlı yüzüne bakmayı yeğlerim. O zaman bir tablo yerine onlarca tablom olur, çünkü değişik açılardan ve değişik ışık altında görünen bu yüz, her seferinde başka başkadır. Eğer canlı yüzdeki resim değerini anlayabilirsem, sizin çizdiğiniz devinimsiz yüz  neme gerek? Ama eğer bunu anlayamazsam, tablo da bana ilginç bir şey söylemeyecektir.
Sizin, içinde hiçbir şeyin devinmediği o  ölü krallığınız için, dünya gibi, biçimin, rengin, ışığın göz alıcı döngüsünü fırlatıp atmalı mıyım!  Size nasıl yaklaşmak  istediğimi hissetmiyorsunuz, değil mi? Ne az ne çok, size tam olarak şunu söylemek istiyorum, fırçanız, plastik dünyanın açısını verme durumunda değil. Çünkü dünya, hareket içindeki biçim demek. Biçim devinimsiz olsa bile ışık, hava değişir. Sizse tuvallerinizde biçimin elinden yaşamını:devinimi alarak doğayı felce uğramış  olarak gösteriyorsunuz.
Onlar- Ne ? ne? Resim sanatı devinimi belirtmiyor mu? Absürd! Tablodaki devinim, asılı ve durağan olsa bile gerçek devinimdir, bunun için daha fazla devinimdir.
Ben: Ha, ha,ha,!
Yalan! Ah güçsüzlüğün aslında güç olduğunu söylemeye hazır olan böylesi tipik sanatsal yalanları nasıl da severim!
Evet aramızda kalacak... Kimse duymayacak... Hadi şurada biz bizeyiz... Kabul edin eğer tuvallerinizde bu canlı tanrısal devinimi yakalayabilseniz göğün yedi kat üstüne çıkardınız!
Neden, fırçanın işe yaramaz bir araç olduğunu itiraf etmiyorsunuz?... Bu sanki diş fırçalarınızla, yıldızların ışıklarıyla parlayan evrene saldırmak gibi.
Hiçbir sanat ifade bakımından bu kadar yoksul değil- heykel hariç. Resim sanatı, resmedilemeyenden büyük bir vazgeçiş. Bu çığlıktır: daha fazla söyleyebilmek isterdim ama yapamıyorum! Bu çığlık işkence ediyor.
İflas edişinizle ilgili kısa bir öykü dinlemek ister miydiniz?
Eskiden ressamlar doğanın yeniden yaratılmasına çok sadıktılar. Ama var olan bir şeyi yeniden yaratmaya ne gerek var? Ayrıca bu ebedi partallığa kendini zorunlu kılmak değil mi? Doğa daha iyi çizer Hiçbir Tiziano bu balıkçının yüzünü aynı mükemmellikle  çizemez. Çünkü burada hiçbir hataya yer yok, her gölge, her leke, fiziğin dikte ettiği gibi.

Doğayla baş edilemeyince "ruh"la kurtuluş aranmaya başlanıyor. Gittikçe daha fazla insan ruhu tablolarda gösteriliyor. Burada ruha karşı olan resmin özdeği  su üstüne çıkar. Yalnızca maddeyle uğraşmak dururken bu ruhla ne yapacağız peki?  Onu içeriği yükselten bir şey bir anekdot gibi tabloya pompalamak mı gerek? O zaman bu eklemeli ve tümüyle komik bir ruh olurdu! 

İşte böylece ressamın ruhu değil de dış dünyayı, doğayı görüşünü yani fiziksel düzeylerin sınırlarını aşmadan kendisini olduğu gibi ifade etmesi, kendisini resim araçlarıyla, biçimle, renkle  ifade etmesi gerektiği açıkça ortaya çıkmaya başladı.... O zaman nesnenin de biçimi bozulmaya başladı . Peki kendini, devinimden yoksun resimle nasıl ifade etmeli? Çünkü varoluş zaman içindeki  devinimdir. Kendimi, yani varlığımı devinimsiz biçimleri yöneterek nasıl gösterebilirim? Yaşam devinimdir. Eğer devinim veremiyorsam yaşam veremem. Dikkat edin, gerçek devinimden söz ediyorum bir ressamın eskizinde atlayan bir atı çizdiği devinimden değil. Bu bakış altında renk ve çizgiyi sözle karşılaştırınız. Söz zaman içinde gelişir karınca alayı gibi, her birisi yeni, beklenmeyen bir şey taşır  kendini sözle ifade eden kişi her an yeniden doğar, bir tümce bitmek üzereyken diğeri onu tamamlar işte bu sözcüklerin hareketi var oluşumun aralıksız oyununu ifade eder-kendimi sözle ifade ederken, rüzgarda hışırdayan, titreşen bir ağaç gibiyimdir. Oysa ressam tek bir görünüme mıhlanmıştır, hepsi bir arada, tuval üzerinde devinimsiz- külçe gibi.  Tablonun tümünü bir bakışta görürüz. Bu tabloda öğeler arasında  bir tür  oyun fark etsem  ne çıkar,  bu oyun gelişmedikten sonra? Resim, kuşkusuz bize ressamın bakışını, onun dünya ile olan ruhsal serüvenini gösterir, ama yalnızca bir tek anı, buna göre onun kişiliğine sinebilmek için bu bakışlardan binlercesini görmem gerek; ancak hepsi birlikte beni onun içsel devinimine, yaşantısına, zamanına götürmeyi başarabilir.

Van Gogh'un ya da Cézanne'nın tuvalde bireyselliklerini gösterdiklerini iddia etmek nasıl bir aldatmacadır. Bir elmayı doğadaki halinden biraz başka resmetmek- ve bu elmayla şiirin ve müziğin sürekli değişen halleriyle  boy ölçüşmek... Bir elma ile ifade bulan insan! Devinimsiz bir elmayla! Eğer bana, yani bir yazara, bir şaire  kendimi bir elma ile anlatmam gerektiği söylenseydi oturup aşağılanmış bir halde ağlardım. Ama ne gam-  sanattan ve ustalarından söz ettiğimiz zaman bizi bir hoşgörü... ve sempati ve hatta hayranlık  sarar... tüm bunlar bizim ufak tefek ve daha küçük  kusurlara göz yummamızı sağlıyor; yeter ki geçit töreni bozulmasın... o .zaman elmanın ya da ayçiçeğinin bizi Cézan'a ya da Van Gogh'a götüreceğine yemin etmeye hazır oluruz, ancak eğer onlar bizim yakın tanıdıklarımız oldularsa, bu biyografilerin ayçiçeği ve elma tarafından bırakılan devasa boşlukları doldurmasından ileri gelir. Eğer söz bize onların yaşamını anlatmasaydı, oto portreleri de bu konuda pek işe yaramazdı.

Resim sanatı, gerçi artık biçim bozukluğuna da uğrasa hala kronik doyumsuzluktan çekiyor- fırçanın ( bu kaba saba aracın) çilekeş sanatçıları  doğada var olan  biçimleri ileri safhada dönüşüme uğratsalar bile, öykünerek geniş bir ölçekte  kendilerini ifade edemeyeceklerini hissediyorlardı.  Peki ne yapmalı? Nasıl mesneden, o köpek gibi zincirledikleri  Nesneden kurtulmalı? Nesnei yıkmak sonra ondan bir söz dizimi kurmak ve bundan  bir dil- soyut bir dil yaratmak olası olabilir miydi acaba?  İşte soyut resim böyle başladı. Başlasa ne olur, aslında o da devinimsiz ya da donmuş bir devinim. Müzikte arı biçim ulaşılacak bir şey çünkü müzikte  kemanın yavaşlaması  arkasından vurmalı çalgıların vuruşu gelir, biçim her an yenilenir. Ama soyut  tablo tek bir akort gibidir. sanki bir müzisyen bizi konsere davet etmiş yalnızca tek bir akort sunmuş gibi. Soyutluk tablonun elinden  doğanın taklitçisi olması gereken yaşam değişkenliğini aldı ve onu başka bir hayatiyetle yer değiştirmesine izin vermedi.

Sizin resim sanatınızın cehenneme kadar yolu var. Karnım tok. Bu manyaklıktan bıktım.
Onlar:   Allahın adamı! Hiçbir şey hissetmiyorsun! Bilmiyorsun! Anlamıyorsun! Hiçbir şeyden çakmıyorsun!
Ben: öu kumların üstüne bıraktığım üç kibrit çöpüne bakın
Varsayın ki, bir grup insan bu kibrit çöplerinin nasıl daha sanatsal yerleştirilmeleri konusunda sıkı bir rekabete girmiş olsun. Örneğin onları üçgen halinde koyarsam herhalde yan yana yerleştirmemden daha çok ilginç olurlardı. Ama daha başka ilginç şeyler de yapılabilir.
 Varsayalım ki pek çok görmüş geçirmiş "kibritçinin"  devasa çabaları bazılarının diğerlerinden daha becerikli görünmelerine, hiyerarşilerin oluşmasına, ekollerin stillerin kurulmasına,  bir uzmanlığın doğmasına  adanmış olsun... Niye bunun saçma gelebileceğini sorarım. Çünkü bu üç kibrit çöpüyle bile insan, kendi hakkında, dünya hakkında bir şeyler ifade edebilir. Ne de olsa, tüm dikkatimizi bu üç kibrit çöpünde yoğunlaştırarak bunlarda evrenin sırrını keşfedebiliriz, çünkü onlar da evrenin bir parçası, açıktır ki bir su damlasında tüm dünya yansır- çünkü onlar ne az ne çok yalnızca tüm görkemi içinde Nesnedir, çünkü onların yansıyışlarında doğanın yasaları ifade bulur, bu kibrit çöplerine gereken yoğunlukta bakarsak törensel bir eyleme ulaşır, Özdeği Bilinçle yüzleştiririz.
Hepsi bu- yani dikkatli bakmak koşulu ile. Tek bir sorum var-değer mi, değer mi, değer mi? Çünkü bu işi, kibrit çöpleri yerine, aynı derecede belki de daha başarılı biçimde, ağaçların, hayvanların ya da herhangi başka bir şeyin gizine ermek için kullanabilirdik.
Eğer aynı yoğunlukla Cézanne'a bakmaya başlarsak ve Cézanne muhteşem bir hale gelirse buna karşı çıkmıyorum. Tek bir sorum var-değer mi, değer mi, değer mi? Neden bu mükemmellik başka yerde aranmasın ki?
Bana göre tabloların kendi başına görsel bir şey  olduğunu ve bu yüzden insanların bakışlarını çektiğini düşünerek acı biçimde yanılıyorsunuz. Bana sorarsanız tam tersi. Tablolar  insanlar onlarda görsellik aradıkları için görsel oluyorlardı-o zaman sanatın engin yoksulluğu derinlik ve varsıllıkla ışıldamaya başlıyordu.
Ancak neden insanlık  dikkatle tablolara bakmaya başlıyordu?
Bunun yanıtını insanın ortak yaşam sisteminde ve tarihsel gelişiminde arayınız. Tablo, her şeye karşın, güzeldir-değil mi? Süse hizmet eder. Demek ki, kuyumcu pazarı gibi tablo pazarı da vardır. Ödeme başlar  çünkü -ya da Pascal'ı  daha basit sözcüklerle ifade ederek- eğer benim duvarımda Tizinao asılı olursa, ben sayılması gereken biriyim, çünkü zengin biriyim demektir. Bu güzel nesne-tablo- ta burjuvaya dek kralların, prenslerin, piskoposların sahiplik içgüdülerini kızıştırmıştır ve bu talep değerler ölçeğini oluşturmuştur. Daha başka karmaşık pek çok neden de buna eklenmiştir aslında olay şu: tek bir insanda olduğu gibi, tüm insanlıkta da eğlenceler ve manyaklıklar vardır. Örneğin, pırlanta, yakut gibi taşların (bu taşların sanatsal önemleri yoktur) insanlıkta böylesi bir güçlü arzu doğurabileceğini kim öngörebilirdi? Ya posta pulları?
Elbette ki tablo, posta pulu değil. İfadesi sınırlı olsa da bir sanat. Tablonun sanatsal yükünü  sanatla pek ortak yanı olmayan diğer güçlerle bütünleyin  algılamamızda neden böyle yükseğe, neredeyse kutsallığının doruklarına sıçramış olduğunu anlarsınız
Tek bir sorum var-onu bu kadar yüksekte tutmaya değer mi?
Bugün sizin sürdürdüğünüz süreç şöyle: tarihsel olarak yaratılan, bu sürü mekanizması önce"gsizi tablonun önünde dizleriniz üzerine çökertiyor ancak daha sonra aranıp bulunmuş  uyduruk delillerle, neden hayranlığa düştüğünüzü ve  bu eserin hayranlığı hak ettiğini kendinize açıklamaya çalışıyorsunuz.
Kendi duygularınızla oynayan  böylesi karmaşık bir oyuncağa teslim olmaya değer mi?
Hayran olmayı bırakın- daha basit.
*
Ele aldığım her şey tümüyle rastlantısal. Yetersiz.  Başka yoldan da saldırılabilir- belki on değişik yoldan-  onların   Akhilleus topukları düzinelercedir.
Amacım kendi mi haklı göstermek değil, isyan etmek derdindeyim. Protesto etmek istiyorum. İnanıyorum ki peşimden başkaları da gelecek. Tanrım, birkaç yıl daha muhalefette kalmama izin ver- muhalefet kendi insanlarını bulmalı.
İzin ver de belli izlerle çekilen coşkuyu raydan çıkarayım!
Üstelik benim resimle olan savaşım, uyaklı şiirle olduğu gibi, her şeyden önce ortamla olan savaştır- ressamlarla, şairlerle-bir grupla,  bir meslekle... Üretim biçimi Ruhu kendi örneğine göre şekillendirir yasasının sınanacağı en iyi yer, burası.  Marksistlerin dokunmaya cesaret edemedikleri o sanatsal aldatmadan başka hiçbir şey, Marksist savı  bu denli mükemmel resmetmiyor. Ressamlar, şairler, onların tutkunları, müritleri, tipik uygun hale getirilmiş bilinç- onlar inanmakla kalmıyorlar, inanmak da istiyorlar. Benim karşı koyduğum şey inancın onlara kolayca, hatta biraz aceleyle geldiği- kendi sahte tutkuları için  nesnenin tarihsel olarak yaratılmış sahte  durumundan yararlanan manyaklar. Hiç birisi de kendisine gelmek istemiyor. Hepsi de manyaklıklarında batabilmek için elinden gelen her şeyi yapıyorlar. Benim de burada batmamı istiyorlar. Buna karşı savunacağım.

Cumartesi
Onlara kibrit çöplerini gösterdim. Yazık ki sigaraları göstermedim.
Sigara da bize büyük zevk vermiyor mu? Neredeyse yemek gibi? Ancak kim ekmekle sigarayı karşılaştırmak cesaretini gösterebilir? Ekmek gerçek gereksinimimiz sigara ise, alışkanlıklar tarafından yaratılan yapay gereksinimler doğduğunda değer kazanıyor "gkötü alışkanlık.
Günümüz insanlığı resim sergilerinden tüten bu  hoş kokulu dumanı içine tutkuyla çekiyor diye gururlanmayın. İnsanın güzele doğuştan gereksinim duyduğundan kuşkum yok  Ama sorarım size sanatın bir dalında (şiir gibi, resim gibi) üretici, alıcıyı da üretmez mi.
İnsanı resme zorlayan bu baskı  insanı amma da düşündürüyor!
Dziennik (Günlük), Krakow,1997, s.63-71



*
Benim yazım tekniğime ilgi duyanlara aşağıdaki reçeteyi sunuyorum:

Düşler krallığına adım atın.

Ardından aklınıza gelen ilk öyküyü yazmaya başlayın ve yaklaşık yirmi sayfa yazın. Sonra yazdığınızı okuyun.

Bu yazdığınız yirmi sayfa içinde sizi heyecanlandıracak bir sahne, birkaç cümle, metafor olabilir. Ardından, hepsini en baştan tekrar yazın ama bu sefer bu heyecanlandırıcı öğeleri iskelet olarak kullanın ve gerçekliği dikkate almadan, sadece düşleminizi tatmin etmek için yazın.

Bu ikinci denemede sırasında imgeleminiz daha belirli bir yolda ilerleyecek ve hareket alanınızı net bir şekilde belirleyecek yeni çağrışımlara ulaşacak. Sonra aynı çizgi üzerinde ve devamlı heyecanlandırıcı, yaratıcı, gizemli, bilinmedik şeyler gösteren ikinci bir yirmi sayfa daha yazın. Bundan sonra her şeyi en baştan tekrar yazın. Bunu yapmakla bütün anahtar sahnelerin, metaforların, sembollerin (tıpkı benim Trans-Atlantik’deki “yürüyüş”, “boş tabanca” ya da “boğa” veya Ferdydurke’deki “bedenin parçaları” gibi)kendilerini yaratma anına şahit olacak ve uygun koda ulaşacaksınız. Her şey parmaklarınızın altında kendi mantığının gücüyle biçimlenmeye başlayacaktır: sahneler, karakterler, kavramlar, imgeler gerçekleşmek isteyecek ve kendi yarattığınız işin geri kalanını size kendi dikte ettirecektir.

Aslında bütün numara kendinizi pasif bir şekilde çalışmanıza teslim edip yazının kendini yaratmasına ve bir an için olsa bile kontrol etmek için durmamakta yatıyor. Bu durumdaki kuralınız şudur: Çalışmam beni nereye götürüyor bilmiyorum. Ama nereye götürürse götürsün kendimi ifade ve tatmin etmeliyim.Trans-Atlantik’e başladığımda öykünün beni Polonya’ya götüreceğine dair hiçbir şey yoktu aklımda, ama öyle olunca da yalan söylememeye ya da mümkün olduğunca az söylemeye, buradaki madeni çıkarmak için durumdan yararlanmaya ve bunun zevkini tadmaya çalıştım.Doğmakta olan ve kendini oluşturan bir yapıtın getireceği tüm sorunlar –etik, biçim, içerik vb- bilincinizi en açık halde tutarak ve en yüksek düzeyde bir gerçekçilik için çözmelisiniz.(Sonuçta bu bir dengeleme oyunudur: ne kadar çılgın, fantastik, yenilikçi, öngörülemez, sorumsuz olursanız bir o kadar da ayık, kontrollü ve sorumlu olmalısınız.)

Sonunda siz ve yapıtınız arasında bir savaş çıkar; aynen sürücü ve arabayı çeken atlar arasında olduğu gibi. Atları kontrol edemem ama, arabanın devrilmemesi için yol boyunca sert dönüşlerde dikkatli olmalıyım. Nerede duracağım bilmiyorum ama oraya tek parça halinde ulaşmam gerek. Dahası,fırsat bulunca, yolculuğun o zevk veren dehşetini hatırlamalıyım.

Sonuç olarak: Yapıtın kendi iç mantığı ile benim kişiliğim arasındaki mücadeleden, ( şurası hala net değildir: yapıt benim kendimi ifade etmem için düpedüz bir bahane midir, yoksa ben mi yapıt için bir bahaneyim?)  bu güreşten bir üçüncü doğmuştur, dolaylı bir şeydir, benim tarafımdan yazılmış gibi görünmese de benim olan, ne arı bir biçim ne de benim dolaysız bir ifadem olan, ara bir bölgede doğmuş sakat, deforme bir şeydir; benimle dünyanın arasında bir şey. Bu yaratığı, bu piçi bir zarfa koyar ve yayımcıya gönderirim.

Ve sonrasında gazetelerde, dergilerde okursunuz: Gombrowicz,  Trans-Atlantik’i yazmakla bize…., Bu dramanın tezi, Evlilik;…., Ferdydurke’de Gombrowicz’in demek istediği….

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9