Witold Gombrowicz (1904-1969)
GÜNLÜK 1958 V. Bölüm
Çev. Neşe Taluy Yüce*
Polonyalı yazar. Varşova'da hukuk fakültesini bitirdi.
Paris'te ekonomi ve felsefe okudu.
Kısa süre avukatlık yaptıktan sonra tümüyle edebiyatla ilgilenmeye başladı. Pami_tnik z okresu dojzewania (1933- aynı eser, 1957'de genişletilerek Bakakaj adı ile yayımlandı, 1989'da ise Zbrodnia z premedytacj_ başlığı ile basıldı.) adlı öykü kitabı ile yazmaya başladı. Daha sonra, çok ses getiren romanı Ferdydurke (1937) çıktı. Bu arada pek çok eleştiri yazısı ve fıkra yazıyordu. 1938'de Iwona ksi__niczka Burgunda adlı ilk oyununu yazdı. 1939 da Zdis_aw Niewieski takma adı ile Op_tani adlı romanını günlük bir gazetede yayımladı. Daha sonra ise çok uzun yıllar sanatçının eserleri Polonya'da yayımlanmadı, Polonya'ya girenler de yasak yayın olarak damgalandı.
Kısa süre avukatlık yaptıktan sonra tümüyle edebiyatla ilgilenmeye başladı. Pami_tnik z okresu dojzewania (1933- aynı eser, 1957'de genişletilerek Bakakaj adı ile yayımlandı, 1989'da ise Zbrodnia z premedytacj_ başlığı ile basıldı.) adlı öykü kitabı ile yazmaya başladı. Daha sonra, çok ses getiren romanı Ferdydurke (1937) çıktı. Bu arada pek çok eleştiri yazısı ve fıkra yazıyordu. 1938'de Iwona ksi__niczka Burgunda adlı ilk oyununu yazdı. 1939 da Zdis_aw Niewieski takma adı ile Op_tani adlı romanını günlük bir gazetede yayımladı. Daha sonra ise çok uzun yıllar sanatçının eserleri Polonya'da yayımlanmadı, Polonya'ya girenler de yasak yayın olarak damgalandı.
1939'da Arjantin'e gitti ve Buenos Aieres'e yerleşti. Orada
eserlerini yazmaya devam etti. _lub (İspanyolca basımı 1948-Lehçe basımı 1953)
adlı oyunu, Trans-Atlantyk adlı romanını Buenos Aieres'de Polonya Bankası'nda
çalıştığı 1947-19453 yılları arasında yazdı.
1963'de Berlin'de bir burs kazanarak Avrupa'ya geldi.
1964'de Paris yakınlarındaki Venece'e yerleşti .1969'da burada öldü.
Diğer önemli eserleri: :Pornografia (Paris 1960- 1968),
Kosmos ( Paris 1965-1986).
Operetka (oyun- 1975'de ilk kez Polonya'da sahnelendi.
Entelektüel- artistik problemlerin geniş bir yelpazede yansıtıldığı Dziennik
"g1953-1956 (Paris 1957, Polonya 1986).
Dziennik- 1957-1961 (Paris 1962, Polonya 1986), Dziennik
"g1967-1969 (1993) başlıklı günlükleri sanatçının görüşlerini yansıtan
birer edebiyat harikasıdır.
Gombrowicz'in sanatı, bireyselliğini çevreleyen ve
sınırlayan kültüre karşı kendisini savunduğu yerde başlar. Gombrowicz, insanın
kendisini başkalarının gözüyle değerlendirmesini yanlış bulduğu içindir ki,
toplumsal kurallara ve formlara düşmanca yaklaşır. Tüm eserlerinde hermetik bir
dünya yaratır. Bu grotesk dünyada insanın yeri önemlidir. Yapıtlarındaki ana
tema, insanın formlara esir olması ve bu bağlamda verdiği savaştır. Bir başka
deyişle, eserlerin ana teması insan olunca, tüm birikimler, bir kaleydeskop
örneği, çevirdikçe yeni şekiller almak üzere hazır biçimde bekler durumda
kalırlar. Grotesk ise, bu geniş repertuvarı yansıtmak için sanatçının hizmetine
girmiştir. (N.T.Y)
Salı
O kaba saba çıplak- zihnen sakallı ya da en azından
kıllı- adamların güruhuna Quequen yakınlarında rastladım: balıkçılara ağ
çekmekte yardım ediyorlardı. Tiksintiyle geri çekildim. Onların o çerçeveli
gözlüklü, keçi sakallı bohem hallerine, o bakımsız ama kentli
bedenlerine , "rafinelikle bütünleşen sanatsal basitliklerine"
dayanamıyorum... Ama yanlarına yaklaştım, hepsini selamladım ve her zaman bana
rastladıklarında söylediğim gibi, "Resim sanatına inanmıyorum! (no credo
en la pintura!) dedim.
Kahkahalar atarak yanıtladılar.
-İçinizden birisinin şu balıkçıyı resmettiğini düşünelim. Ne
dersiniz? Ben eğer renk, biçim duygusundan yoksunsam ve benim zevkim
eğitilmeyecek gibiyse, bu durumda artistik ustalığı değerlendirme
yetisine sahip olabilir miyim? Kısacası, eğer resme keşfedici bir biçimde,
resim gibi bakmayı becermezsem, bunu yapabilir miyim?
Onlar:- Kesinlikle bu durumda resimden hiçbir şey
anlamazsın.
Ben:- Öyle değil mi? Ama eğer tüm bunları beceriyorsam, bana
resim ne gerek?
Onlar: -Nasıl yani?
Ben:- Öyle ya! Eğer kendi kendime görmeyi
beceriyorsam, balıkçının canlı yüzüne bakmayı yeğlerim. O zaman bir tablo
yerine onlarca tablom olur, çünkü değişik açılardan ve değişik ışık altında
görünen bu yüz, her seferinde başka başkadır. Eğer canlı yüzdeki resim değerini
anlayabilirsem, sizin çizdiğiniz devinimsiz yüz neme gerek? Ama eğer bunu
anlayamazsam, tablo da bana ilginç bir şey söylemeyecektir.
Sizin, içinde hiçbir şeyin devinmediği o ölü
krallığınız için, dünya gibi, biçimin, rengin, ışığın göz alıcı döngüsünü
fırlatıp atmalı mıyım! Size nasıl yaklaşmak istediğimi
hissetmiyorsunuz, değil mi? Ne az ne çok, size tam olarak şunu söylemek
istiyorum, fırçanız, plastik dünyanın açısını verme durumunda değil. Çünkü
dünya, hareket içindeki biçim demek. Biçim devinimsiz olsa bile ışık, hava
değişir. Sizse tuvallerinizde biçimin elinden yaşamını:devinimi alarak doğayı
felce uğramış olarak gösteriyorsunuz.
Onlar- Ne ? ne? Resim sanatı devinimi belirtmiyor mu?
Absürd! Tablodaki devinim, asılı ve durağan olsa bile gerçek devinimdir, bunun
için daha fazla devinimdir.
Ben: Ha, ha,ha,!
Yalan! Ah güçsüzlüğün aslında güç olduğunu söylemeye hazır
olan böylesi tipik sanatsal yalanları nasıl da severim!
Evet aramızda kalacak... Kimse duymayacak... Hadi şurada biz
bizeyiz... Kabul edin eğer tuvallerinizde bu canlı tanrısal devinimi
yakalayabilseniz göğün yedi kat üstüne çıkardınız!
Neden, fırçanın işe yaramaz bir araç olduğunu itiraf
etmiyorsunuz?... Bu sanki diş fırçalarınızla, yıldızların ışıklarıyla parlayan
evrene saldırmak gibi.
Hiçbir sanat ifade bakımından bu kadar yoksul değil- heykel
hariç. Resim sanatı, resmedilemeyenden büyük bir vazgeçiş. Bu çığlıktır: daha
fazla söyleyebilmek isterdim ama yapamıyorum! Bu çığlık işkence ediyor.
İflas edişinizle ilgili kısa bir öykü dinlemek ister
miydiniz?
Eskiden ressamlar doğanın yeniden yaratılmasına çok
sadıktılar. Ama var olan bir şeyi yeniden yaratmaya ne gerek var? Ayrıca bu
ebedi partallığa kendini zorunlu kılmak değil mi? Doğa daha iyi çizer Hiçbir
Tiziano bu balıkçının yüzünü aynı mükemmellikle çizemez. Çünkü burada
hiçbir hataya yer yok, her gölge, her leke, fiziğin dikte ettiği gibi.
Doğayla baş edilemeyince "ruh"la kurtuluş aranmaya
başlanıyor. Gittikçe daha fazla insan ruhu tablolarda gösteriliyor. Burada ruha
karşı olan resmin özdeği su üstüne çıkar. Yalnızca maddeyle uğraşmak
dururken bu ruhla ne yapacağız peki? Onu içeriği yükselten bir şey bir
anekdot gibi tabloya pompalamak mı gerek? O zaman bu eklemeli ve tümüyle komik
bir ruh olurdu!
İşte böylece ressamın ruhu değil de dış dünyayı, doğayı
görüşünü yani fiziksel düzeylerin sınırlarını aşmadan kendisini olduğu gibi
ifade etmesi, kendisini resim araçlarıyla, biçimle, renkle ifade etmesi
gerektiği açıkça ortaya çıkmaya başladı.... O zaman nesnenin de biçimi
bozulmaya başladı . Peki kendini, devinimden yoksun resimle nasıl ifade etmeli?
Çünkü varoluş zaman içindeki devinimdir. Kendimi, yani varlığımı
devinimsiz biçimleri yöneterek nasıl gösterebilirim? Yaşam devinimdir. Eğer
devinim veremiyorsam yaşam veremem. Dikkat edin, gerçek devinimden söz ediyorum
bir ressamın eskizinde atlayan bir atı çizdiği devinimden değil. Bu bakış
altında renk ve çizgiyi sözle karşılaştırınız. Söz zaman içinde gelişir karınca
alayı gibi, her birisi yeni, beklenmeyen bir şey taşır kendini sözle
ifade eden kişi her an yeniden doğar, bir tümce bitmek üzereyken diğeri onu
tamamlar işte bu sözcüklerin hareketi var oluşumun aralıksız oyununu ifade
eder-kendimi sözle ifade ederken, rüzgarda hışırdayan, titreşen bir ağaç
gibiyimdir. Oysa ressam tek bir görünüme mıhlanmıştır, hepsi bir arada, tuval
üzerinde devinimsiz- külçe gibi. Tablonun tümünü bir bakışta görürüz. Bu
tabloda öğeler arasında bir tür oyun fark etsem ne çıkar,
bu oyun gelişmedikten sonra? Resim, kuşkusuz bize ressamın bakışını, onun dünya
ile olan ruhsal serüvenini gösterir, ama yalnızca bir tek anı, buna göre onun
kişiliğine sinebilmek için bu bakışlardan binlercesini görmem gerek; ancak
hepsi birlikte beni onun içsel devinimine, yaşantısına, zamanına götürmeyi
başarabilir.
Van Gogh'un ya da Cézanne'nın tuvalde bireyselliklerini
gösterdiklerini iddia etmek nasıl bir aldatmacadır. Bir elmayı doğadaki
halinden biraz başka resmetmek- ve bu elmayla şiirin ve müziğin sürekli değişen
halleriyle boy ölçüşmek... Bir elma ile ifade bulan insan! Devinimsiz bir
elmayla! Eğer bana, yani bir yazara, bir şaire kendimi bir elma ile
anlatmam gerektiği söylenseydi oturup aşağılanmış bir halde ağlardım. Ama ne
gam- sanattan ve ustalarından söz ettiğimiz zaman bizi bir hoşgörü... ve
sempati ve hatta hayranlık sarar... tüm bunlar bizim ufak tefek ve daha
küçük kusurlara göz yummamızı sağlıyor; yeter ki geçit töreni
bozulmasın... o .zaman elmanın ya da ayçiçeğinin bizi Cézan'a ya da Van Gogh'a
götüreceğine yemin etmeye hazır oluruz, ancak eğer onlar bizim yakın
tanıdıklarımız oldularsa, bu biyografilerin ayçiçeği ve elma tarafından
bırakılan devasa boşlukları doldurmasından ileri gelir. Eğer söz bize onların
yaşamını anlatmasaydı, oto portreleri de bu konuda pek işe yaramazdı.
Resim sanatı, gerçi artık biçim bozukluğuna da uğrasa hala
kronik doyumsuzluktan çekiyor- fırçanın ( bu kaba saba aracın) çilekeş
sanatçıları doğada var olan biçimleri ileri safhada dönüşüme
uğratsalar bile, öykünerek geniş bir ölçekte kendilerini ifade
edemeyeceklerini hissediyorlardı. Peki ne yapmalı? Nasıl mesneden, o
köpek gibi zincirledikleri Nesneden kurtulmalı? Nesnei yıkmak sonra ondan
bir söz dizimi kurmak ve bundan bir dil- soyut bir dil yaratmak olası
olabilir miydi acaba? İşte soyut resim böyle başladı. Başlasa ne olur,
aslında o da devinimsiz ya da donmuş bir devinim. Müzikte arı biçim ulaşılacak
bir şey çünkü müzikte kemanın yavaşlaması arkasından vurmalı
çalgıların vuruşu gelir, biçim her an yenilenir. Ama soyut tablo tek bir
akort gibidir. sanki bir müzisyen bizi konsere davet etmiş yalnızca tek bir
akort sunmuş gibi. Soyutluk tablonun elinden doğanın taklitçisi olması
gereken yaşam değişkenliğini aldı ve onu başka bir hayatiyetle yer değiştirmesine
izin vermedi.
Sizin resim sanatınızın cehenneme kadar yolu var. Karnım
tok. Bu manyaklıktan bıktım.
Onlar: Allahın adamı! Hiçbir şey hissetmiyorsun!
Bilmiyorsun! Anlamıyorsun! Hiçbir şeyden çakmıyorsun!
Ben: öu kumların üstüne bıraktığım üç kibrit çöpüne bakın
Varsayın ki, bir grup insan bu kibrit çöplerinin nasıl daha
sanatsal yerleştirilmeleri konusunda sıkı bir rekabete girmiş olsun. Örneğin
onları üçgen halinde koyarsam herhalde yan yana yerleştirmemden daha çok ilginç
olurlardı. Ama daha başka ilginç şeyler de yapılabilir.
Varsayalım ki pek çok görmüş geçirmiş
"kibritçinin" devasa çabaları bazılarının diğerlerinden daha
becerikli görünmelerine, hiyerarşilerin oluşmasına, ekollerin stillerin
kurulmasına, bir uzmanlığın doğmasına adanmış olsun... Niye bunun
saçma gelebileceğini sorarım. Çünkü bu üç kibrit çöpüyle bile insan, kendi
hakkında, dünya hakkında bir şeyler ifade edebilir. Ne de olsa, tüm dikkatimizi
bu üç kibrit çöpünde yoğunlaştırarak bunlarda evrenin sırrını keşfedebiliriz,
çünkü onlar da evrenin bir parçası, açıktır ki bir su damlasında tüm dünya
yansır- çünkü onlar ne az ne çok yalnızca tüm görkemi içinde Nesnedir, çünkü
onların yansıyışlarında doğanın yasaları ifade bulur, bu kibrit çöplerine
gereken yoğunlukta bakarsak törensel bir eyleme ulaşır, Özdeği Bilinçle
yüzleştiririz.
Hepsi bu- yani dikkatli bakmak koşulu ile. Tek bir sorum
var-değer mi, değer mi, değer mi? Çünkü bu işi, kibrit çöpleri yerine, aynı
derecede belki de daha başarılı biçimde, ağaçların, hayvanların ya da herhangi
başka bir şeyin gizine ermek için kullanabilirdik.
Eğer aynı yoğunlukla Cézanne'a bakmaya başlarsak ve Cézanne
muhteşem bir hale gelirse buna karşı çıkmıyorum. Tek bir sorum var-değer mi,
değer mi, değer mi? Neden bu mükemmellik başka yerde aranmasın ki?
Bana göre tabloların kendi başına görsel bir şey
olduğunu ve bu yüzden insanların bakışlarını çektiğini düşünerek acı biçimde
yanılıyorsunuz. Bana sorarsanız tam tersi. Tablolar insanlar onlarda
görsellik aradıkları için görsel oluyorlardı-o zaman sanatın engin yoksulluğu
derinlik ve varsıllıkla ışıldamaya başlıyordu.
Ancak neden insanlık dikkatle tablolara bakmaya
başlıyordu?
Bunun yanıtını insanın ortak yaşam sisteminde ve tarihsel
gelişiminde arayınız. Tablo, her şeye karşın, güzeldir-değil mi? Süse hizmet eder.
Demek ki, kuyumcu pazarı gibi tablo pazarı da vardır. Ödeme başlar çünkü
-ya da Pascal'ı daha basit sözcüklerle ifade ederek- eğer benim duvarımda
Tizinao asılı olursa, ben sayılması gereken biriyim, çünkü zengin biriyim
demektir. Bu güzel nesne-tablo- ta burjuvaya dek kralların, prenslerin,
piskoposların sahiplik içgüdülerini kızıştırmıştır ve bu talep değerler
ölçeğini oluşturmuştur. Daha başka karmaşık pek çok neden de buna eklenmiştir
aslında olay şu: tek bir insanda olduğu gibi, tüm insanlıkta da eğlenceler ve
manyaklıklar vardır. Örneğin, pırlanta, yakut gibi taşların (bu taşların
sanatsal önemleri yoktur) insanlıkta böylesi bir güçlü arzu doğurabileceğini
kim öngörebilirdi? Ya posta pulları?
Elbette ki tablo, posta pulu değil. İfadesi sınırlı olsa da
bir sanat. Tablonun sanatsal yükünü sanatla pek ortak yanı olmayan diğer
güçlerle bütünleyin algılamamızda neden böyle yükseğe, neredeyse
kutsallığının doruklarına sıçramış olduğunu anlarsınız
Tek bir sorum var-onu bu kadar yüksekte tutmaya değer mi?
Bugün sizin sürdürdüğünüz süreç şöyle: tarihsel olarak
yaratılan, bu sürü mekanizması önce"gsizi tablonun önünde dizleriniz
üzerine çökertiyor ancak daha sonra aranıp bulunmuş uyduruk delillerle,
neden hayranlığa düştüğünüzü ve bu eserin hayranlığı hak ettiğini
kendinize açıklamaya çalışıyorsunuz.
Kendi duygularınızla oynayan böylesi karmaşık bir
oyuncağa teslim olmaya değer mi?
Hayran olmayı bırakın- daha basit.
*
Ele aldığım her şey tümüyle rastlantısal. Yetersiz.
Başka yoldan da saldırılabilir- belki on değişik yoldan-
onların Akhilleus topukları düzinelercedir.
Amacım kendi mi haklı göstermek değil, isyan etmek
derdindeyim. Protesto etmek istiyorum. İnanıyorum ki peşimden başkaları da
gelecek. Tanrım, birkaç yıl daha muhalefette kalmama izin ver- muhalefet kendi
insanlarını bulmalı.
İzin ver de belli izlerle çekilen coşkuyu raydan çıkarayım!
Üstelik benim resimle olan savaşım, uyaklı şiirle olduğu
gibi, her şeyden önce ortamla olan savaştır- ressamlarla, şairlerle-bir
grupla, bir meslekle... Üretim biçimi Ruhu kendi örneğine göre
şekillendirir yasasının sınanacağı en iyi yer, burası. Marksistlerin
dokunmaya cesaret edemedikleri o sanatsal aldatmadan başka hiçbir şey, Marksist
savı bu denli mükemmel resmetmiyor. Ressamlar, şairler, onların tutkunları,
müritleri, tipik uygun hale getirilmiş bilinç- onlar inanmakla kalmıyorlar,
inanmak da istiyorlar. Benim karşı koyduğum şey inancın onlara kolayca, hatta
biraz aceleyle geldiği- kendi sahte tutkuları için nesnenin tarihsel
olarak yaratılmış sahte durumundan yararlanan manyaklar. Hiç birisi de
kendisine gelmek istemiyor. Hepsi de manyaklıklarında batabilmek için elinden
gelen her şeyi yapıyorlar. Benim de burada batmamı istiyorlar. Buna karşı
savunacağım.
Cumartesi
Onlara kibrit çöplerini gösterdim. Yazık ki sigaraları
göstermedim.
Sigara da bize büyük zevk vermiyor mu? Neredeyse yemek gibi?
Ancak kim ekmekle sigarayı karşılaştırmak cesaretini gösterebilir? Ekmek gerçek
gereksinimimiz sigara ise, alışkanlıklar tarafından yaratılan yapay gereksinimler
doğduğunda değer kazanıyor "gkötü alışkanlık.
Günümüz insanlığı resim sergilerinden tüten bu hoş
kokulu dumanı içine tutkuyla çekiyor diye gururlanmayın. İnsanın güzele
doğuştan gereksinim duyduğundan kuşkum yok Ama sorarım size sanatın bir
dalında (şiir gibi, resim gibi) üretici, alıcıyı da üretmez mi.
İnsanı resme zorlayan bu baskı insanı amma da
düşündürüyor!
Dziennik (Günlük), Krakow,1997, s.63-71
*
Benim yazım tekniğime ilgi duyanlara aşağıdaki reçeteyi
sunuyorum:
Düşler krallığına adım atın.
Ardından aklınıza gelen ilk öyküyü yazmaya başlayın ve
yaklaşık yirmi sayfa yazın. Sonra yazdığınızı okuyun.
Bu yazdığınız yirmi sayfa içinde sizi heyecanlandıracak bir
sahne, birkaç cümle, metafor olabilir. Ardından, hepsini en baştan tekrar yazın
ama bu sefer bu heyecanlandırıcı öğeleri iskelet olarak kullanın ve gerçekliği
dikkate almadan, sadece düşleminizi tatmin etmek için yazın.
Bu ikinci denemede sırasında imgeleminiz daha belirli bir
yolda ilerleyecek ve hareket alanınızı net bir şekilde belirleyecek yeni
çağrışımlara ulaşacak. Sonra aynı çizgi üzerinde ve devamlı heyecanlandırıcı,
yaratıcı, gizemli, bilinmedik şeyler gösteren ikinci bir yirmi sayfa daha
yazın. Bundan sonra her şeyi en baştan tekrar yazın. Bunu yapmakla bütün
anahtar sahnelerin, metaforların, sembollerin (tıpkı
benim Trans-Atlantik’deki “yürüyüş”, “boş tabanca” ya da “boğa”
veya Ferdydurke’deki “bedenin parçaları” gibi)kendilerini yaratma anına
şahit olacak ve uygun koda ulaşacaksınız. Her şey parmaklarınızın altında kendi
mantığının gücüyle biçimlenmeye başlayacaktır: sahneler, karakterler,
kavramlar, imgeler gerçekleşmek isteyecek ve kendi yarattığınız işin geri
kalanını size kendi dikte ettirecektir.
Aslında bütün numara kendinizi pasif bir şekilde çalışmanıza
teslim edip yazının kendini yaratmasına ve bir an için olsa bile kontrol etmek
için durmamakta yatıyor. Bu durumdaki kuralınız şudur: Çalışmam beni nereye
götürüyor bilmiyorum. Ama nereye götürürse götürsün kendimi ifade ve tatmin
etmeliyim.Trans-Atlantik’e başladığımda öykünün beni Polonya’ya götüreceğine
dair hiçbir şey yoktu aklımda, ama öyle olunca da yalan söylememeye ya da
mümkün olduğunca az söylemeye, buradaki madeni çıkarmak için durumdan
yararlanmaya ve bunun zevkini tadmaya çalıştım.Doğmakta olan ve kendini
oluşturan bir yapıtın getireceği tüm sorunlar –etik, biçim, içerik vb-
bilincinizi en açık halde tutarak ve en yüksek düzeyde bir gerçekçilik için
çözmelisiniz.(Sonuçta bu bir dengeleme oyunudur: ne kadar çılgın, fantastik,
yenilikçi, öngörülemez, sorumsuz olursanız bir o kadar da ayık, kontrollü ve
sorumlu olmalısınız.)
Sonunda siz ve yapıtınız arasında bir savaş çıkar; aynen
sürücü ve arabayı çeken atlar arasında olduğu gibi. Atları kontrol edemem ama,
arabanın devrilmemesi için yol boyunca sert dönüşlerde dikkatli olmalıyım.
Nerede duracağım bilmiyorum ama oraya tek parça halinde ulaşmam gerek.
Dahası,fırsat bulunca, yolculuğun o zevk veren dehşetini hatırlamalıyım.
Sonuç olarak: Yapıtın kendi iç mantığı ile benim kişiliğim
arasındaki mücadeleden, ( şurası hala net değildir: yapıt benim kendimi ifade
etmem için düpedüz bir bahane midir, yoksa ben mi yapıt için bir
bahaneyim?) bu güreşten bir üçüncü doğmuştur, dolaylı bir şeydir,
benim tarafımdan yazılmış gibi görünmese de benim olan, ne arı bir biçim ne de
benim dolaysız bir ifadem olan, ara bir bölgede doğmuş sakat, deforme bir
şeydir; benimle dünyanın arasında bir şey. Bu yaratığı, bu piçi bir zarfa koyar
ve yayımcıya gönderirim.
Ve sonrasında gazetelerde, dergilerde okursunuz:
Gombrowicz, Trans-Atlantik’i yazmakla bize…., Bu dramanın
tezi, Evlilik;…., Ferdydurke’de Gombrowicz’in demek istediği….