"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

12 Aralık 2013 Perşembe

TRENDEKİ YABANCILAR-PATRİCİA HİGHSMİTH


Tren, öfkeli bir zangırtı tutturmuş gidiyordu. Sık aralıklarla dizilmiş ufak istasyonlarda durması gerektiğinde, bir an sabırsızca bekliyor, sonra yine çayıra dalıyordu. Ama ne kadar yol aldığı belirsizdi. Çayır, ara sıra gelişigüzel silkelenen güneş çalığı bir battaniye gibi şöyle bir dalgalanıyordu, o kadar. Tren hızlandıkça zangırtı da artıyor, göz korkutuyordu. Guy gözlerini pencereden ayırdı, koltuğuna yaslandı. En iyi olasılıkla Miriam boşanmayı erteleyecekti. Belki boşanmak istemiyordu, tek istediği para koparmaktı. Bir gün ondan boşanma umudu var mıydı gerçekten? Ona duyduğu yoğun nefret, düşüncelerinin akışını sekteye uğratıyordu galiba, New York' ta mantığının gösterdiği çıkış yollarından şimdi çıkmaz yollara sapıyordu. Yolun ucunda Miriam dikiliyordu, az ötede, çilli pembe teninden sağlıksız bir ısı saçarak, pencerenin önündeki şu çayır gibi. Katı ve hain.Eli sigara paketine gitti, pulman vagonda sigara içilemeyeceğini onuncu kere anımsadı, yine de bir tane aldı. Kol saatine vurup yuvarladı sigarayı. 



Polisiye romanın kraliçesi Patricia Highsmith, bu romanında Amerikan toplumunu kıyasıya eleştirirken, Amerika' nın ürettiği en yoz, en kötü örnekleri sergiliyor: İşlenen bir cinayet karşısında kılı bile kıpırdamayan, sorumluluktan kaçan, eline para geçince bir üst sınıfa tırmanmaya çalışan, lüks evler, geniş çimenlikler, semt klüpleri, yerel süpermarketler peşinde koşan bir güruhu. Alfred Hitchcock' un aynı adla sinemaya uyarladığı bu sürükleyici roman, usta yazarın ilk yapıtı olma özelliğini de taşıyor.
(Arka Kapak)



*
Hitchcock’un Ehlileştirdiği Hikaye: Trendeki Yabancılar & MURAT GÜLSOY


Ünlü polisiye yazarı Patricia Highsmith’in ilk romanı olan Trendeki Yabancılar 1950 yılında yayımlanmış ve 1951 yılında Alfred Hitchcock tarafından sinemaya uyarlandığında büyük bir üne kavuşmuştur. Bugün de tazeliğinden hiçbir şey yitirmeyen Trendeki Yabancılar polisiye gerilim türünde sınıflandırılmasına karşın müthiş bir psikolojik romandır. Yazarı Patricia Highsmith’in insan ruhunu ince ayrıntılarıyla betimleyen kalemi, etkisinde kaldığı Dostoyevski ve Kafka gibi ustaları hatırlatacak denli kıvrak, üslubu o denli akıcıdır. Polisiyeye özgü merakı hep ayakta tutan gerilimin yanı sıra romanlarında karakterlerin iç dünyalarını vermekteki ustalığı bizi insan ruhunun karanlık yanlarıyla karşılaştırır. İnsan psikolojisinin farklı katmanlarına doğru derinleşen anlatılar iyi ve kötü ayrımının sınırlarının nasıl bulanıklaştığını gösterirler. Trendeki Yabancılar da bu tarz bir romandır.


Aslında bu bir karşılaşma hikâyesidir. Aşk söz konusu olduğunda insan doğru kişiyle karşılaşacağı zamanı bekler, kimi zaman kalabalıklar içinde onun oralarda bir yerlerde olduğunu hayal eder. Tanımadık insanlarla bolca karşılaşılan yolculuklar hep olasılıklara gebedir. O kişi oralarda bir yerde olabilir. Doğru kişiyle karşılaşma bir anahtarın kilide oturması gibi mükemmel bir uyumu vaat eder. Ancak bu kilidin açtığı kapının ardında her zaman mutluluk olmayabilir. Trendeki Yabancılar söz konusu olduğunda bu mükemmel karşılaşma romantik olmaktan çok ötede, çok daha karanlık bir anlam taşıyacaktır. İki adamın Guy ve Bruno’nun karşılaşması tam olarak bir doppelganger hikayesi olacaktır. Edebiyatın sevdiği temalardan biri olan doppelganger kötü ikiz anlamına gelir. Jung’un deyimiyle insanın karanlık yanı, gölgesidir. Tıpkı Ursula K. LeGuin’in Yerdeniz serisindeki büyücünün bir roman boyunca kaçtığı gölgenin kendi karanlık yanı olması gibi; ya da Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sindeki Hoca ve Venedikli gibi… Örnekleri çoğaltmak mümkün. Çünkü temel bir meseledir insanın kötülüğü. Ötekine atfettiği; dışına atmaya, kurtulmaya, inkar etmeye çalıştığı bir lanet gibi yanında taşıdığı bir gerçektir oysa.

Romanın hikâyesi de ilginçtir: Genç, yetenekli, gelecek vaat eden bir mimar olan Guy yanlış bir evliliğin pençesinden kurtulmaya çalışmaktadır; uzun süredir ayrı yaşadığı karısı başkasının çocuğuna hamiledir ve ayrılmak istememektedir. Oysa Guy’ın geleceği bu boşanmaya başlıdır. Bruno ise psikopat özellikleri gösteren bir serseridir. Tren yolculuğu sırasında başlayan arkadaşlıkları Bruno’nun cinayet planları yapmasıyla sonuçlanır. Guy’ın kurtulması gereken bir karısı Bruno’nun nefret ettiği bir babası vardır. Plan çok basittir: birbirlerinin yerine bu cinayetleri işleyeceklerdir. Katille maktulün birbirine tamamen yabancı olduğu durumda aslında cinayetin bir nedeni de olmayacak, polis de bu muammayı asla çözemeyecektir. Mükemmel cinayet planı diye buna denir! Guy bu sapık teklifi kabul etmez, hatta Bruno’dan da uzak durmaya karar verir. Ancak Bruno, Guy’ın Meksiko’da olduğu bir sırada planın kendi üzerine düşen kısmını gerçekleştirir, yani Guy’ın karısını öldürür. Guy olayı öğrendikten sonra polise gitmez, çekinir, korkar, başının derde girmesini istemez. Bruno işlediği cinayetten sonra Guy’a yaklaşmaya çabalar. Garip bir şekilde onunla dost olmaya çalışmaktadır. İşte romanın sıradan bir gerilim romanı olmamasının nedenlerinden biri de Bruno’nun psikolojisindeki karmaşıklığın çok yönlü bir şekilde ortaya konmasıdır. Bruno’nun Guy’a yöneliminde homoerotik bir yan vardır. Guy’ın Bruno’nun cinayeti karşısında aldığı pasif tutum bir tür onaylama anlamı taşır. Bu onay sapkın bir katile verilen bir paye değildir; hayır, tam tersine Guy’ın içinden geçen duyguların önlenemez biçimde ortaya çıkışıdır söz konusu olan. Bruno bir başkası, tehlikeli bir yabancı değil, kendi karanlık yönüdür çünkü. Çok derinden istediği şeyi gerçekleştirmiştir, öldürmüştür. Bu nedenle kötü ikizidir.

Bazı romanların sinemaya uyarlanması o romanlardan çok şey götürür. Çoğu zaman iyi edebiyat okurları filmin romanı katlettiğini söylerler. Okumaktan haz etmeyen geniş kitleler içinse filmini izlemek, hikayenin ana olay örgüsünü bilmek yeterli olur. Trendeki Yabancılar için durum hiç de o kadar basit değil. Çünkü romanı sinemaya aktaran bir sinema dehası olan Alfred Hitchcock’tur ve ortaya müthiş bir başyapıt çıkmıştır.

Sadece 7500 dolar ödeyerek, üstelik de kimliğini gizleyerek yayın hakkını aldığı romanı sinemaya uyarlamak için birçok önemli yazarla görüşür Hitchcock. Denen o ki, Highsmith hakları satın alanın dünyaca ünlü Hitchcock olduğunu duyunca feci bozulmuştur. Ama öte yandan bu bir ilk romandır ve yazarına şöhreti kazandıracak olan da bu film olacaktır. John Steinbeck, Thornton Wilder, Dashiell Hammett Hitchcock’un senaryo için görüştüğü isimlerden bazılarıdır. Raymond Chandler ile belli bir noktaya gelirler ama onunla da anlaşamazlar. Gerçi filmin başında firmanın zorlamasıyla Chandler’ın adı yazmaktadır. Ortaya çıkan filme gelince… Hitchcock kendine özgü üslubuyla müthiş bir gerilim filmi çıkarmıştır ortaya; unutulmaz kareler, farklı kamera hareketleri, değişik planlar, tekinsiz bir atmosfer. Ama ne yazık ki romandaki Guy ve Bruno arasında doğan homoerotik gerilim filmde kesinlikle yoktur: Bruno sıradan bir caniye, basit bir psikopata indirgenmiştir. Üstelik Guy hiç de kötü ikiz hikâyesinin bir parçası olmaz. Filmde Bruno’nun babasını öldürmez! Tamamen masum bir “iyi adam” olarak tamamlar hikâyeyi. Trendeki Yabancılar filminin romanın içerdiği anlamından tamamen saptırmış olması yine de onun sinema okullarında okutulması gereken bir klasik başyapıt olmasına engel olmaz. Farklı ama güzel. Belki de bir sanat yapıtının kendinden farklı bir başka sanat yapıtını doğurmasına güzel bir örnek diyebiliriz.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9