1
27 yaşındayken, San Fransisco'da bir madencilik borsası
şirketinde memurdum ve borsadaki her şey hakkında uzman olmuştum, dünyada tek
başımaydım, kendi aklım ve lekesiz ismimden başka güvenecek hiçbir şeyim yoktu
fakat bunlar ileride zengin olmam için yeterliydi ve umutlarım bana
yetiyordu.
Cumartesi öğleden sonralarım bana aitti ve küçük bir
tekneyle körfezde gezinmeyi adet edinmiştim, bir gün oldukça açılmayı göze
aldım ve açık denize sürüklendim, gece olunca umudum kesilmişti ki, Londra'ya
giden küçük bir gemi beni kurtardı, uzun ve fırtınalı bir yolculuktu ve
yolculuk boyunca sıradan bir denizci olduğumdan beni ücret vermeden
çalıştırdılar, Londra'ya vardığımızda, elbiselerim yırtık, pırtık, pisti ve
cebimde sadece bir dolarım vardı. Bu para, bir günlüğüne karnımı
doyurdu ve barınmamı sağladı, ertesi 24 saat ne yiyeceğim, ne de
yatacak yerim vardı.
Ertesi gün. sabah saat 10 sularında, aç ve yorgun Portland
Place'e doğru ayaklarımı sürüyordum...bir mürebbiyenin gezdirdiği bir çocuk,
bir ısırık koparttığı, kocaman, parlak bir armudu çöpe attı, tabii ki
durdum ve aç gözlerimi çamurlu hazineye diktim. Ağzım sulandı, midem kazındı,
tüm benliğim çöplükteki armudu istiyordu fakat almak için her harekete
geçişimde, gelip geçenler amacımı farkediyordu ve tabii ki, tekrar doğruluyor,
ilgim yokmuş, armut hiç umurumda değilmiş gibi davranmaya çalışıyordum, bu durum
devam edip durdu ama bir türlü armudu alamadım. Umutsuzca, bu utanca göğüs
germekten vazgeçiyordum ki, arkamda biri pencereyi açtı ve bir beyefendi bana
seslendi:
“Lütfen içeri gelin?”
Yaşlıca, iki beyin oturduğu, lüks bir dairedeki, şaşaalı bir
odaya alındım, uşağı gönderdiler, oturmamı söylediler. Kahvaltılarını az önce
bitirmişlerdi ve kahvaltıdan arta kalanlar beni kahrediyordu. Yiyecekler
yüzünden aklım neredeyse yerinden çıkacaktı ama davet edilmediğimden elimden
geldiğince derdime katlanacaktım.
2
Meğerse epey bir zaman sonra öğreneceğim üzere, benim
bilmediğim bir şeyler oluyormuş. Ama size şimdi anlatacağım. Bu iki kardeş
birkaç günden beri hoş bir konuda tartışıp duruyorlarmış, sonunda İngilizlerine
hep yaptığı gibi bu konu üzerine bahse girmeye karar vermişler.
Hatırlarsanız, Bank of England'ın yabancı bir ülkeyle ilgili
özel bir amaç için 1 milyon poundluk iki banknont bastırmıştı. Şu veya bu
nedenden ötürü sadece biri kullanıldı ve iptal edildi, diğeri hala bankanın
kasasında duruyor. Şimdi, bu iki kardeş, hiç arkadaşı olmayan, parasız, çok
dürüst, zeki ve yabancı birininin cebinde nasıl aldığını izah edemediği, bin
milyonluk banknotla Londra'da neler yapabileceği hakkında tartışmaya
girmişlerdi. Birinci kardeş, adamın açlıktan öleceğini, öteki ise ölmeyeceğini
iddia ediyordu, birinci kardeş adamın banknotu bir bankaya veremeyeceğini çünkü
verdiği anda tutuklanacağını söylüyordu, tartışma, ikinci kardeş, "20.000
dolara bahse girerim ki, adam hapse girmeden, bu şekilde bir ay idare eder"
deyinceye kadar sürdü. Öteki kardeş, iddiayı kabul etti. Diğer kardeş, bankaya
gitti ve bankonutu aldı, sonra yazısı güzel olan bir katibe bir mektup
yazdırdılar ve iki kardeş pencerenin önünde oturup, banknotu verecek doğru
adamı beklemeye karar verdiler.
Pekçok dürüst yüzlü insan görmüşlerdi ama yeterince zeki
değildi, zeki olanlar da dürüst değildi, kimisi hem dürüst, hem zekiydi ama
yeterince yoksul değildi, kimisi de yoksul ama yabancı değildi. Beni görene
kadar herkeste bir kusur bulmuşlardı. Sonunda bende karar kılmışlar ve oy
birliğiyle beni seçmişlerdi. Ben de niçin çağrıldığımı söylemelerini
bekliyordum, hakkımda sorular sordular, onlara hikayemi anlattım ve sonunda
bana amaçlarını anlattılar. Sonunda da benim amaçları için uygun kişi olduğumu
söylediler, çok memnun olduğumu belirttim ve amaçlarının ne olduğunu sordum,
sonra bir tanesi bana bir zarf verdi amacın zarfın içinde yazdığını
söyledi, zarfı açacakken 'hayır' dediler, zarfı oturduğum yere götürüp,
dikkatle incelememi ve aceleye getirmememi istediler, şaşırmıştım, meseleyi
daha ayrıntılı öğrenmek istiyordum ama anlatmadılar, ben de benimle dalga
geçtiklerini, bir tür şaka yaptıklarını düşünerek, kendimi küçük
düşürülmüş, hakarete uğramış hissederek evlerinden ayrıldım. Böyle zengin ve güçlü
insanların hakaretlerine alışkın değildim ama katlanmak zorunda kalmıştım.
3
Artık tüm dünyanın gözü önünde armudu alıp, rahatça
yiyebilirdim ama kaybolmuştu, bu talihsiz görüşme yüzünden armudu da
kaybetmiştim, ve armudu düşünmek bu adamlara karşı duyduğum hisleri
yumuşatmamıştı, adamların evini geride bırakır bırakmaz, zarfı açtım ve içinde
para olduğunu gördüm! Bu kişiler hakkındaki görüşlerim değişti! Hiç vakit
kaybetmeden parayı ve mektubu yeleğimin cebine koydum ve en yakın ve ucuz
lokantanın yolunu tuttum, üff nasıl yedim!..artık yiyemeyecek hale gelince,
katlanmış parayı aldım ve düzleştirdim, bir göz atınca az kalsın bayılacaktım!
Beş milyon dolar! Başım dönüyordu...
Kendime gelinceye kadar, bir dakika kadar şaşkın, dumura
uğramış şekilde banknota bakmış olmalıyım. Sonra ilk farkettiğim şey garsonun
haliydi, gözü paranın üzerindeydi, afallamıştı. Tüm vücudu ve ruhuyla
ayaklarıma kapanacak gibiydi ama elini, ayağını kımıldatamıyor gibi
görünüyordu. Orada yapılacak en mantıklı şeyi yaptım, banknotu garsona uzattım
ve gayet rahat
" Lütfen bozar mısınız? " dedim.
Garson tekrar normal haline geldi ve binlerce özür
dileyerek, banknotu bozamayacağını söyledi. Banknotu eline veremiyordum, sanki
kutsal bir şeymiş gibi dokunmaya bile korkuyor gibiydi.
"Sizin için uygun olmadığı için kusura bakmayın ama
bozmanız için ısrar ediyorum başka param yok" dedim.
Fakat garson bunun sorun olmadığını, meseleyi başka zaman
halledebileceğimizi söyledi, uzun bir süre bir daha o taraflara
uğrayamayabileceğimi söyledim ama önemli olmadığını, bekleyebileceğini, ne
istersem yiyebileceğimi ve ne zaman istersem o zaman gelip, ödeyebileceğimi,
sırf şakacılıktan öyle giyinerek insanlarla gırgır geçtiğim için benim kadar
zengin bir beye güvenmekten korkmayacağını söyledi. Tam o sırada bir başka
müşteri içeri giriyordu, garson hilkat garibesini gözlerden uzak tutmak
istediğini ima etti, kapıya kadar beni selamlaya selamlaya geçirdi. Ben de
polis beni tutuklamadan filan yaptıkları hatayı düzeltmeleri amacyla yeniden o
iki kardeşin evine gitmek üzere çıktım. Gerçi hiç kabahatim olmasına rağmen
bayağı sinirli ve oldukça korkmuştum. Ama insanları bir serseriye bir poundluk
banknot yerine, 1 milyon poundluk banknot verdiklerini farkedince, kendi
gözlerinin bozuk olmasına kızacak yerde, o serseriye kızacaklarını bilecek
kadar iyi tanıyordum. Evlerine yaklaştıkça heyecanım arttı, ortalık sessizdi,
sanırım daha yaptıkları salaklığı farketmemişlerdi, aynı uşak kapıda belirdi,
iki beyi sordum.
4
Uşak, soğuk bir şekilde ' Beyefendiler gittiler" dedi.
“Gittiler mi? Nereye gittiler?”
“ Seyahata çıktılar..”
“ Ama nereye?”
“Amerika'ya sanırım.”
“ Amerika mı?”
“Evet efendim.”
“Neyle? “
“ Söyleyemem efendim..”.
“Ne zaman dönecekler?”
“ Bir ay sonra.”
“Bir ay mı! Off, bu korkunç! Onlarla nasıl konuşabilirim bir
fikir verin, çok çok önemli.”
“ Gerçekten hiçbir fikrim yok efendim, nereye gittiklerini
bilmiyorum..”
“ O zaman aileden bir başkasını görmeliyim”
“ Aile de yurt dışında..aylardır..galiba Mısır veya
Hindistan'dalar..”
“ Bak ahbap, korkunç bir hata oldu, akşam olmadan
dönmeliler, onlara burada olacağımı söyler misin? Hata düzelene kadar gelmeye
devam edeceğim,” korkmalarına gerek de yok..”
“ Geri dönerlerse size söylerim ama hiç sanmıyorum, sizin
bir saat sonra buraya geleceğinizi ve benim her şeyin yolunda olduğunu
söylememi istemişlerdi, fakat şunu söylemeliyim ki, tam vaktinde buraya
gelecekler ve sizi bekleyecekler.”
Böylece oradan ayrıldım, neredeyse aklımı kaçıracaktım, tam
vaktinde burada olacaklar da ne demekti? A! Belki mektupta her şeyi
açıklamışlardı, mektubu unutmuştum, alıp okumaya başladım:
" Yüzünden anlaşıldığı üzere sen akıllı ve dürüst bir
insansın, bir yabancı ve yoksul biri olduğunu biliyoruz, zarfın içinde bir
miktar para bulacaksın, bu parayı sana 30 günlüğüne faizsiz borç olarak verdik,
bu sürenin sonunda buraya gelip rapor vereceksin. Senin üzerine iddiaya girdim,
eğer ben kazanırsam istediğin her şeyi- ne istersen- vereceğim. Kendini
ispatlar ve yeterli olduğunu gösterirsen.”
5
Ne adres, ne imza, ne de tarih vardı...
Evet bu tam bir arapsaçıydı! Sizler bana önceden ne olduğunu
bildiğiniz bir görev yüklediniz ama ben bilmiyordum. Bu benim için zor bir
bilmeceydi. Bana nasıl bir oyun oynadıklarını bilmiyordum, bu iş benim
iyiliğime miydi, kötülüğe miydi? Bir parka gittim, oturdum ve tüm bu olanları
ve yapabileceğim en iyi şeyin ne olacağını düşündüm.
Bir saat sonra düşüncelerim aşağıdaki şekle dönüşmüştü:
Bu adamlar benim belki iyiliğimi, belki de kötülüğümü
istiyorlardı, buna karar veremezdim, boş verdim, ya bir oyun oynuyorlardı, ya
da bir deney yapıyorlardı, bunun ne olduğuna da karar verememiştim, buna da boş
verdim, benim hakkımda bahse girmişlerdi, ne hakkındaydı bu bahis? Buna da boş
verdim, karar veremeyeceğim şeyleri bıraktım, geride somut, sınıflandırılmış,
etiketlendirilmiş, kesin tek şey kalmıştı, eğer Bank of England'a gider ve
bu parayı sahibinin hesabına yatırmalarını istesem yatırırlardı, çünkü ben
tanımasam da onlar adamı tanıyorlardı, fakat bu parayı nasıl elde ettiğimi
soracaklardı, onlara gerçeği söylersem doğruyu söylemek gerekirse beni
tımarhaneye atarlardı veya yalan söylersem hapsi boylardım, bununla borç filan
almaya kalksam da aynı şey başıma gelecekti, istesem de istemesem de, bu büyük
yükü adamlara geri dönene kadar taşımak zorundaydım, benim için bir avuç kül
kadar faydasız bir şeydi, ama yine de bir yandan geçimimi sağlarken, banknotu
da iyi saklamak ve korumak zorundaydım, kimseye veremezdim, ne dürüst bir
vatandaş, ne de karayolu şerifi kabul ederdi, bu iki kardeş ise güvendeydiler,
banknotlarını kaybetsem veya yaksam bile, yine de güven içindeydiler çünkü
ödemeyi durdururlar ve banka onlara yeniden kredi açardı, ama benim bahsi
kazanana dek bir ay masraf yapmadan ve kar etmeden geçinmem gerekiyordu. Şu
bahis herneyse onu kazanana ve bana verdikleri sözü tutana dek bunu
yapmalıydım. Bu tür adamların söz verdikleri şeyler kayda değer şeyler
olmalıydı.
6
Durumumla ilgili epey düşündüm, ümidim arttı, şüphesiz bana
söz verilen ücret büyük olmalıydı, bir ay sonra başlayacaktı ve o zaman rahat
edecektim. Az sonra kendimi bayağı iyi hissetmeye başlamıştım, bu arada
caddelerde avare avare dolaşıyordum. Bir terzi dükkanının önünde durdum,
üzerimdeki pılıpırtıyı atıp, doğru dürüst bir şeyler giymek için can atıyordum.
Ücretini ödeyebilir miydim? Hayır; yanımda bir milyonluk banknottan başka bir
şey yoktu o yüzden yoluma devam ettim ama tekrar geri döndüm, dükkan beni
zalimce kışkırtıyordu, kendimle mücadele ederken aşağı, yukarı belki altı kez
dükkanın önünde gezindim durdum, sonunda pes ettim ve içeri girdim, sormak
zorundaydım, bana uygun, başkasına olmamış bir giysileri olup olmadığını
sordum, konuştuğum adam başını sallayıp başka birini çağırdı ve bana cevap
vermedi, işaret ettiği adamın yanına gittim, o da yine cevap vermeden, tek söz
etmeden başıyla başka birine gönderdi. Adamın yanına gittim ve bana
“ Birazdan sizinle ilgileneceğim” dedi.
İşi neyse bitirene kadar bekledim. Sonra adam beni arkadaki
bir odaya aldı, bir yığın beğenilmemiş takım içinden, en kötüsünü benim için
seçti, üzerime giydim ama üzerime oturmadı, yeniydi ama çok da kötüydü, onu
giymek istiyordum bu yüzden bir kusur bulamadım ama kayıtsız bir şekilde şöyle
dedim:
“ Parası için birkaç gün bekleyebilir misiniz? Üzerimde hiç
ufak para yok da”
Adam son derece alaycı bir yüz ifadesiyle,
“ Ah, öyle mi? Tabii, zaten beklemiyordum da, sizin gibi
beyefendilerin yanlarında büyük miktar para taşırlar. “
Bozulmuştum ve
“Dostum, bir insanı her zaman üzerindeki giyselere bakarak
yargılamamalısın, bu takımın parası pekala da ödeyebilirim sadece seni o
kadar büyük bir parayı bozmak zorunda bırakmak istemedim.” dedim.
7
Bu sefer tavrını biraz değiştirdi ama yine de havalı bir
şekilde,
“ Sizi kırmak istemedim ama taşıdığınız miktarı
bozamayacağımız sonucuna varmanızı düşünmenizi istemedim, tam tersine
bozabiliriz.”
Banknotu ona uzattım ve
“ Madem öyle, kusura bakmayın” dedim.
Adam gülümseyerek parayı aldı, öyle bir gülümseme ki, hani
suya taş atarsınız da, dalga dalga yayılır ya aynen öyle, tüm yüzü
gülümsemekten kırıştı, sonra elindeki banknota bir gözattı ve gülümsemesi
yüzünde dondu, sapsarı kesildi, Vezüv yanardağının lavları gibi kızardı,
bozardı, bir gülümsemenin böyle başlayıp, bitmesini daha önce hiç görmemiştim.
Dükkanın sahibi ne olduğunu anlamamıştı.
“Şey, ne oluyor? Mesele nedir? Ne istiyor?”
“Bir mesele filan yok, sadece paramın üstünü bekliyorum.”
“ Hadi, hadi Tod, şuna parasının üzerini ver.”
“ Üzerini ver demesi kolay efendim ama şuna bakar mısınız?”
Mağazanın sahibi parayı aldı, şöyle bir baktı ve bir ıslık
çaldı, beğenilmemiş elbiseler yığının bir tarafa atıp, heyecanlı heyecanlı ve
kendi kendine konuşuyormuş gibi konuşmaya başladı.
“Çılgın bir mültimilyonere şu rezil giysiyi satmaya kalkmak
ha!Salak Tod, sen doğuştan salaksın! Hep bu tür şeyler yaparsın. Milyonerleri mağazamızdan
uzaklaştıracak, bir milyoneri, bir serseriden ayırtetmeyi bilmiyor!Ah, işte
aradığım şey, beyefendi lütfen şunları şöminede yakın, bana bir iyilik yapıp,
şu gömleği ve takımı giyin, sade, şık ve mütevazi ve de asilane, yabancı bir
Prens için dikilmişti. İsmini mutlaka duymuşsunuzdur, majesteleri Halifax
Hospodor'u. Bunu bırakmak zorunda kaldı ve onun yerine matem giysisi aldı çünkü
annesi ölmek üzereydi ama ölmedi. Herneyse, işte, pantolonlar da oturdu, size
çok yakıştı, şimdi de yelek ve ceket..işte mükemmel. Tanrım! Hepsi harika!
Hayatımda bu kadar iyisini görmedim.”
8
Ben de beğendiğimi söyledim.
“ Tabii ki efendim, tabii ki..şimdilik idare eder ama sizin
ölçülerinize göre bir şeyler dikene kadar bekleyin. Tod bir kağıt, kalem al,
bacak: 80 cm, paça genişliği...”
Ben tek kelime etmeden tüm ölçümü almıştı ve gündüz
giysileri, akşam giysileri, her tür takım için siparişler veriyordu. Fırsat
bulunca
“Fakat beyefendi, tüm bu siparişleri veremem ki, ancak
parayı bozarsanız.”
“Asla efendim! Asla, para sözkonusu bile değil, ne demek?
Tod çabuk, vakit kaybetmeden bunları beyefendinin adresine gönder, diğer
müşteriler bekleyebilir, beyefendinin adresini al..”
“ Taşınıyorum o yüzden uğrayıp, yeni adresimi size
bırakırım.”
“ Tabii ki efendim, tabii ki..bir saniye, sizi geçireyim
efendim, iyi günler beyefendi, iyi günler..”
Eveeet...neler olacağını tahmin ettiniz değil mi? İstediğim
her şeyi almaya kalktığımda, banknotu bozdurmak istiyordum, bir hafta içinde
istediğim tüm ihtiyaçlarıma ve lüksüme sahip olmuştum, Hannover
Meydanı'ndaki pahalı bir otelde kalıyordum, akşam yemeklerimi orada
yiyordum ama kahvaltımı milyonluk pound'umla ilk gittiğim Harris'in mütevazi
lokantada yapıyordum. Yeleğinin cebinde bir milyon pound ile dolaşan kafayı
yemiş yabancı olarak ünüm her yere yayılmıştı, neredeyse bir tür azizdim.
Harris'in yeri ünlenmiş ve müşterilerle dolup taşıyordu. Harris o kadar
müteşekkirdi ki, bana borç vermekte ısrar etti, harcayacak param vardı ve
zenginler, ünlüler gibi yaşıyordum. Zaman gelince batacağımı düşünüyordum ama
şu anda iyi gidiyordu, ya yüzecek ya boğulacaktım. Gördüğünüz gibi felaketin
eli kulağındaydı bu da işin ciddi bir yanı, akla yatkın bir yanı, trajik bir
yanıydı yoksa her şey çok gülünç sayılabilirdi. Geceleyin, karanlıkta trajik
yanı ağırbasıyordu ve beni hep tehdit ediyor, uyarıyordu, ben de inliyor,
sarsılıyor ve uykularım kaçıyordu. Ama gündüzlerin neşeli ışığında trajik yanı
kayboluyor ve yokoluyordu, mutluluktan havalarda uçuyor derdiniz.
9
Ve doğallıkla, şehrin şöhretli kişilerinden birisi olmuştum,
bu başımı döndürmüştü birazcık değil oldukça fazla. İngiliz, İskoç ve İrlanda
gazetelerinde 'yelek cebinde milyonluk banknotla gezen adamın son yaptıkları,
ettikleri'ne rastlamamak imkansızdı. Başta bu gazetelerde dedikodu sütunlarının
dibindeydim, sonra şövalyelerin, baronların, tırmanabileceğim en üst sınıftaki
insanların yerlerine geçtim...fakat bu ün sayılmazdı, kötü şöhret gibi bir
şeydi, sonunda en üst seviyeye çıktım – şövalyelik- ve bir anda kötü şöhretten
parlak üne geçiş yaptım. Punch mizah dergisinde karikatürüm de yayınlandı!
Evet, artık yaratılmış bir adamdım! Yerim sağlamlaşmıştı, hala hakkımda şaka
yapılabiliyordu ama yine de kabaca değil, gülünç değildi, saygınca yapılıyordu,
bana gülümsüyorlardı ama kahkaha atmıyorlardı. Punch dergisinin beni
pılıpırtılar içinde, Londra Kulesi 'ni gezmekiçin kule muhafızyla sıkı sıkıya
pazarlık yaparken çizdiği günler geride kalmıştı. Gözünüzün önüne getirebiliyor
musunuz, kimsenin umurunda olmayan genç bir adamken, şimdi birdenbire
söylediğim her şey tekrar ediliyor, dışarı çıkınca “işte bu giden o !”
deniliyor, kahvaltımı bile kalabalık bir grup eşliğinde yapıyor, operaya
gittiğimde binlerce dürbün gözlerini bana dikiyordu. Şöhret içinde yüzüyordum.
Biliyor musunuz, o eski yırtıkpırtık giysilerimi saklıyor ve
arada sırada onları giyiyor ve hakaret görüp, hor görülüp sonra da milyonluk
banknotla onları şaşırtmanın keyfini çıkartıyordum. Fakat bunu uzun süre devam
ettiremedim çünkü gazetelerdeki resimler kıyafetimi o kadar iyi çizmişlerdi ki,
sokağa çıkar çıkmaz tanınıyordum ve peşime bir kalabalık düşüyordu. Ve bir şey
satın almaya kalkarsam daha ben banknotu çıkartmadan, dükkancı “dükkan sizin”
diyordu.
10
Şöhretimin onuncu gününde, forsumun görevini yerine getirmek
maksadıyla Amerikalı bakana saygılarımı sunmaya gittim. Beni çoşkuyla
karşıladı, geciktiğim için payladı ve ancak o akşam vereceği davete katılırsam
affedeceğini söyledi, bir konuğu katılamayacak, onun yerini alacakmışım.
Katılacağımı söyledim. Konuşurken onun babasıyla, benim babamın çocukken çok
samimi okul arkadaşı oldukları da ortaya çıktı, Yale'de de birliktelermiş ve
babam ölene hep çok iyi dost olmuşlar. Sonra beni evine davet etti. Ben de
hevesle kabul ettim. Doğrusu hevesli olmaktan öte çok memnundum. Sonum
yaklaşınca, beni tam bir yıkımdan kurtarabilirdi. Nasıl bilmiyordum ama bir
yolunu bulabilirdi. Ona içimi bu geç saatte dökemezdim. Londra'daki korkunç
kariyerimin başındayken acele etmeliydim. Hayır, buna şu anda cesaret
edemezdim. Yeni tanıştığım birine tüm sırları anlatmak riskliydi. Yine de
içinde bulunduğum durumdan daha riskli değil. Çünkü anlıyor musunuz, aldığım
tüm bu borçlara karşın, alacağım ücretin- maaşımın- sınırlarında kalmalıydım,
elbette ne ücret alacağımı da bilmiyordum ama ortalama bir değer biçme
hususunda yeterli bazım vardı şöyle ki, eğer bahsi kazanırsam bu zengin
beyefendinin sunacakları konusunda seçme şansım olacaktı. Tabii yeterli
görülürsem ki, yeterlilik gösterdiğime emindim, hiç kuşkum yoktu. Bahse gelince
endişelenmiyordum, her zaman talihli olmuştum. Şimdi ben maaşımı yılda altıyüz
ile bin arasında tahmin ediyordum. İlk yıl için altı yüz desek, yıl be yıl ödülü
hakederek en yüksek rakama gelecektim. Başta, sadece ilk yılın maaşı kadar
borçlu olacaktım. Herkes bana borç vermeye can atıyordu ama ben çoğunu şu veya
bu bahaneyle başımdan savıyordum. Bu yüzden bu borçluluk sadece 300 dolarlık
borcu temsil ediyordu, kalan 300 dolar benim satın aldığım şeylerdi. Dikkatli
ve tutumlu olursam ki, böyle olmaya niyetliydim, bir sonraki ayın maaşının beni
ay sonuna kadar idare edeceğine inanıyordum. Bir aylık süre dolduğunda ve iki
kardeş seyahatlerinden döndüklerinde her şeyin yoluna gireceğinden emindim
çünkü hemen iki yıllık maaşımı alacaklılara paylaştıracak ve işimin başına
dönecektim.
11
Bakanın yemeği ondört kişilik hoş bir yemekti. Shoreditch
dükü ve düşesi, onların kızı Lady Anne, Newgate örl'ü ve kontesi, birkaç ünvanı
olmayan hanım ve bey, bakan, karısı ve kızı, ve kızının arkadaşı olan, 22
yaşındaki, Portia adlı bir kız ki, iki dakika içinde Portia ve ben birbirimize
aşık olmuştuk! Gözlüklerim olmadan bile bunu görebiliyordum. Bir de Amerikalı
misafir vardı, neyse konuyu dağıttım, misafirler yemek odasındayken ve geç
gelenleri onaylamaz bakışlarla süzerlerken uşak yeni gelen misafiri anons etti:
“ Bay Llyod Hastings.”
Geleneksel hoşbeşlerden sonra, Hastings beni farketti ve
samimi bir şekilde elini uzattı ama tam elimi sıkacakken, utangaç bir tavırla
durdu.
“ Özür dilerim beyefendi, sizi tanıdığım biri sandım.”
“ Beni tanıyorsun ya eski dostum.”
“ Siz, siz....”
“ Banknot canavarı, evet! Beni bu lakapla çağırmaktan
çekinme, alıştım.”
“ Vay, vay, vay bu ne sürpriz, Bir, iki kez sizin isminizi
lakabınızla birlikte görmüştüm ama fakat sözü edilen Henry Adams'ın siz
olduğunu hiç düşünmemiştim. Altı ay önce, Frisco'da maaşlı bir memurdunuz,
fazla mesai ücreti için akşamlara kalırdınız, istatistikleri düzenlememe yardım
ederdiniz, sizin Londra'da bir milyoner ve büyük bir şöhret olduğunuzu
düşünmek! Sanki film gibi. Bunları kafam almıyor dostum, bana biraz vakit ver
aklım başına gelsin.”
“Gerçek şu ki, Llyod, ben de senden farklı değilim, ben de
bu olanları anlayamıyorum.”
12
“Azizim, bu çok çarpıcı değil mi? Şu Miner's lokantasına
gideli daha üç ay olmadı mı?”
“Yok, What Cheer lokantasıydı..”
“ Doğru, What Cheer idi...gecenin ikisinde gitmiştik, altı
saat şu Extension belgeleri hakkında kafa patlattıktan sonra, pirzola yeyip,
kahve içmiştik, seni Londra'ya gelmen için ikna etmeye çalışmıştım, tüm
masraflarını karşılayacaktım, satışı başarırsam sana misliyle maaş verecektim,
ama sen beni dinlememiştin ve şimdi buradasın, tüm bunlar ne kadar tuhaf! Nasıl
bu noktaya geldin? Bu inanılmaz çıkışı nasıl yaptın?”
“ Ah, tamamen tesadüf! Uzun bir hikaye, sana hepsini
anlatacağım ama şimdi değil..”
“Ne zaman?”
“ Bu ayın sonunda.”
“Yapma ya, daha onbeş gün var, meraktan çatlarım, şunu bir
hafta yap.”
“Yapamam, senin ticari işlerin nasıl gidiyor?”
Neşesi bir anda kayboldu ve içini çekerek şöyle dedi:
“Sen gerçek bir kahinsin, gerçek bir kahin. Keşke
gelmeseydim, bu konuda konuşmak istemiyorum.”
“Ama anlatmalısın, buradan sonra bana gidelim ve her şeyi
anlat”
“Ah! Ciddi misin? Gözleri yaşarmıştı.”
“Evet tüm hikayeyi duymak istiyorum, kelimesi kelimesine.”
13
“Sana çok müteşekkirim, sonunda tekrar ilgilenen bir insan,
kulak veren biri, bakan bir göz bulmak, tüm olanlardan sonra.Tanrım! Önünde diz
çökmek istiyorum..”
Elimi sıkıca kavradı, neşesi yerine geldi ve yemekten sonra
ki, yemek olmadı- iyi olmuş, canlanmıştı. Hayır, şu İngiliz'lerin abartılı
adetleri yüzünden, öncelik sırası konusunda bir türlü mütabakata varılmadığı
için beklenen akşam yemeği olmadı. İngilizler bu riski bildikleri için akşam
yemeğine gitmeden önce daima yemeklerini yerler, ama yabancıları kimse bu
konuda uyarmaz ve onlar da tuzağa düşerler. Ama bu sefer kimse kırılmadı, çünkü
hepimiz adetleri biliyorduk, Hasting'ler hariç acemi kimse yoktu. Hasting'leri
de bakan İngiliz adetlerine rağmen davet etmişti ki, bunu daha önce yapmamıştı.
Herkes yanına bir hanımefendi alıp salona geçti, fakat orada tekrar anlaşmazlık
çıktı, Shoreditch Dük'ü birinci sırayı almak istiyordu ve masanın başına
oturdu, ona göre bakan monarşiye tabii olmadığından daha ikinci sırada
geliyordu. Fakat ben hakkımı savundum ve kabul etmedim. Dedikodu sütunlarında
ben tüm düklerden önceydim ve böyle söyledim, öncelik iddia ettim. Tabii ki, bu
işin çözüleceği yoktu. Sonunda o da (basiretsizce) doğumlardan ve eski
çağlardan dem vurmaya başladı, baktım o Fatih'lere, Ademlere kadar gidiyor, ben
adımdan da anlaşılacağı üzere doğrudan Adem'den geldiğimden, o da Norman
kökenli olduğundan hepimiz tekrar salona geçtik ve elimizde sardunya ve çilek tabaklarıyla,
gruplar halinde, ayakta yemek yedik. Burada dini öncelik o kadar önemli
değildi. Yüksek sınıftan iki kişi bir Şilin atıyor,kazanan çilek tabağını
alıyor ve kaybeden şilini alıyor,sonra sıradaki iki kişi para atıyor, öyle
devam ediyor. İçeceklerden sonra masalar getirildi ve hepimiz iskambil oynadık.
İngilizler hiçbir oyunu zevk için oynamıyorlar eğer bir şey kazanmaz veya
kaybetmezlerse – ki hangisi olması umurlarında değil- oynamazlar.
14
Bayan Langham ve ben çok iyi vakit geçirdik, kız beni öyle
büyülemişti ki, parmaklarım çift sıradan fazla olsaydı sayamazdım. Ve evime
gittiğimde evimi bulamadım ve sokakta dolaştım ve oynayacağım her oyunu
kaybedebilirdim ancak kız da benimle aynı durumdaydı, sonuç olarak gördüğünüz
üzere İkimiz de bu halden çıkamadık, niye olduğunu da umursamadık, tek
bildiğimiz çok mutlu olduğumuzdu. Başka bir şey de bilmek istemiyorduk. Ona onu
sevdiğimi söyledim,- gerçekten söyledim- saçlarına kadar kıpkırmızı kesildi,
fakat bu hoşuna gitti ve o da beni sevdiğini söyledi. Hayatımın en güzel
akşamıydı!
Ona dürüst davrandım, hakkında çok şey duyduğu milyonluk
banknotumun dışında, tek kuruşumun olmadığını o paranın da bana ait olmadığını
söyledim. Meraklandı ve ona tüm hikayeyi ta başından anlattım, az kalsın
gülmekten ölecekti. Bu hikayede gülecek ne bulduğunu anlamamıştım ama vardı,
her yarım dakikada bir ayrıntıya takılıyor ve gülmeye başlıyor, yeniden durana
kadar bir yarım dakika bekliyordum. Niye? İnanılması güç -kendi kendine
gülüyordu gerçekten, yani ben bu kadar acıklı bir hikaye duymamıştım – bir
insanın dertlerinin, endişelerinin ve korkularının hikayesi- bunun böyle bir
etki yaptığını daha önce görmemiştim. Gülünecek bir şey olmasa da güldüğünü
görerek onu daha çok seviyordum çünkü yakında böyle bir eşe ihtiyacım olacaktı.
Ona şu maaşım düze çıkana kadar çeyrek yıl kadar beklemesi gerektiğini de
anlattım, fakat aldırmadı, masraflar konusunda benim mümkün olduğum kadar
dikkatli davranmamı ve üçüncü yılımıza da sarkması riskine girmemem gerektiğini
söyledi. Sonra biraz endişelendi, bir hata yapıp yapmadığımızı ve ilk yıl için
tahmin ettiğimden daha az bir maaşla başlayabileceğimi merak etti. Bu eskiden
olduğuma nazaran kendimi biraz daha kötü hissetmeme yol açtı ama bu bana iyi
bir ticari fikir verdi ve bunu açıkça söyledim.
15
“Portia, hayatım, bu yaşlı beylerle tekrar yüzleştiğimde
yanımda olmak ister miydin?”
“Hayır, yanında olmam seni cesaretlendirecekse olur ama
uygun olur mu sence?”
“ Hayır, uygun olacağını sanmıyorum, aslında, uygun
olmamasından korkuyorum.”
“ O halde uygun olsun, olmasın, geleceğim...yardım edeceğim
için çok mutluyum.”
“ Yardım etmek mi? Ettin bile, sen öyle güzel, öyle tatlı ve
şanslısın ki, o adamlar gelince maaşımı katlayacağım, bir şey demeye yürekleri
yetmeyecek.”
Kızın gözlerinin nasıl mutlu mutlu parladığını
görmeliydiniz.
“Seni hınzır, söylediklerinin hepsi yalan!Ama yine de
seninle geleceğim, belki böylece başkalarının olayları senin gözüyle
görmelerini beklememeyi öğrenirsin.
Kuşkularım dağılmış mıydı? Kendime güvenim geri mi gelmişti?
Şuna bakar siz karar verin: Gizlice, oracıkta maaşımı ilk yıl yüzonikiye
yükselttim ama ona söylemedim, sürpriz yapacaktım.
Yol boyunca başım bulutların üstündeydi, Hastings
konuşuyordu ama tek kelimesini duymuyordum. O ve ben dairemden içeri girince,
evimin konforu ve lüksü hakkındaki sözleriyle kendime getirdi.
“Şurda durup evini biraz seyredeyim, azizim, burası bir
saray yavrusu! Bir insanın isteyeceği her şey içinde, sıcacık bir şömine, akşam
yemeği hazır durumda, Henry sadece senin ne kadar zengin olduğunun farkına
varmakla kalmadım, ne kadar yoksul olduğumu da farkettim. Senin yanında ne
kadar sefil ve fakir kalıyorum!”
16
Allah kahretsin! Onun bu sözleri beni kendime getirti, bir
kraterin yanında duruyordum, hayal gördüğümün farkında değildim, daha önce
bunları göremiyordum ama şimdi! Aman Tanrı'm tek kuruşum olmadığı halde borca
batmıştım, güzel bir kızın mutluluğu ya da bir felaket avucumun içindeydi ve
belki hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir maaşın hayalini kuruyordum! Ah! Ah! Ah!
Umutlarım yok olmuştu! Hiçbir şey beni kurtaramazdı!
“Henry, senin sadece günlük gelirinin minik damlaları...”
“Ah! Benim günlük gelirim! İşte buna içilir! Şu Skoç viskiyi
kafaya dik, ah, hayır, sen açsın, sen otur ve....”
“Ben bir lokma bile yiyemem, bu aralar yiyemem ama seninle
içebilirim, hadi..
Fıçı fıçı içmeye hazırım! Haydi Lloyd,ben içerken sen
hikayeni anlat.”
“Neyi? Yeniden mi anlatayım?”
“Yeniden mi? Ne demek istiyorysun?”
“Niye? Tekrar tekrar dinlemek mi istiyorsun diyorum.”
“Tekrar mı dinlemek istiyorum? Bekle, içki koyma bir daha,
ona ihtiyacın yok.”
“Bana baksana Henry! Beni korkutuyorsun! Yol boyunca sana
tüm hikayeyi anlatmadım mı?”
“Sen mi?”
“Evet ben!”
“Tek kelimesini duyduysam Allah beni kahretsin!
“Henry! Çok ciddiyim! Bakanın evinde sen ne aldın?”
17
O zaman bende bir şimşek çaktı ve bir erkek gibi itiraf
ettim.
“Bu dünyadaki en güzel kızı aldım.”
O zaman koşup yanıma geldi ve ellerimiz acıyana kadar elimi
sıktı, sıktı ve üç mil boyunca yürürken bana anlattığı hikayenin tek kelimesini
duymamış olmama rağmen beni suçlamadı. Tekrar oturdu, sabırlı, eski bir dost
olarak hikayeyi yeni baştan anlattı. Özetlersem hikayesi şuydu:
İngiltere'ye büyük bir fırsat yakaladığını düşünerek
gelmişti, 'Gould ve Curry' maden şirketini 'mesaha mühendislerine'
satabilme opsiyonu vardı ve bir milyon dolar kazanmayı umuyordu. Çok
çalışmıştı, dürüst her yolu denemişti, bu iş için neredeyse tüm parasını
harcamıştı, ama kendisine inanacak bir sermayedar bulamamıştı, ayın sonunda
opsiyonu sona erecekti. Yani bitmiş, tükenmişti. Sonra birden zıpladı ve
bağırdı.
“ Henry! Beni bu durumdan ancak sen kurtarabilirsin! Bu
dünyada beni kurtarabilecek tek kişi sensin.”
“Nasıl?”
“Bana bir milyonu ver, ne olur reddetme!”
Bir tür ızdırap içindeydim. Tam “Llyod ben kendim beş
parasız, borç içinde bir yoksulum diyecektim ki, aklıma yepyeni bir fikir
geldi, dişlerimi kenetledim ve bir sermayedar kadar serinkanlı olana dek
kendimi sakinleştirdim. Sonra kendine güvenen bir sesle
“Seni kurtaracağım Lloyd!” dedim.
“O halde kurtuldum sayılır. Allah senden razı olsun! Eğer
ben .......”
18
“Bırak da lafımı bitireyim Llyod, seni kurtaracağım ama bu
şekilde değil, bu sana haksızlık olur, o kadar çok çalışıp, risk aldıktan
sonra, madeni almaya ihtiyacım yok, Londra gibi ticari bir merkezde sermayemi
onsuz da çalıştırabilirim, yapacağım şey şu: Elbette o maden hakkındaki
her şeyi biliyorum, onun muazzam değerini de biliyorum, soran olursa rahatlıkla
yemin edebilirim. Madeni benim ismimi kullanarak iki hafta içinde 3 milyon
dolar nakite satacaksın ve parayı yarı yarıya bölüşeceğiz.”
Biliyor musunuz, Henry'yi tutup bağlamasam sevinçten deliye
dönüp mobilyaları paralayana dek dans edecek ve her şeyi kıracaktı.
Sonra uzandı, mutlu bir şekilde
“Senin ismini kullanabilirim! Düşünsene! Zengin Londra'lılar
senin adını duyunca akın akın gelecekler! Birbirlerini çiğneyecekler! Meşhur
oldum! Seni hayatım boyunca unutmayacağım!”
Yirmidört saat dolmadan haber Londra'da duyulmuştu, hiçbir
şey yapmama gerek yoktu, sadece evde oturup gelenlere
" Evet, beni referans olarak göstermesini ben istedim,
onu da, madeni de tanıyorum, karakteri mükemmel ötesidir, madene
gelince istediği fiyattan bile daha değerlidir" diyordum.
Bu arada tüm vaktimi bakanın evinde, Portia ile geçirdim,
ona maden hakkında hiçbir şey söylemedim, sürpriz yapacaktım, maaşımdan
konuştuk, maaşımdan ve aşktan konuştuk. Bazen maaşım, bazen aşktan konuştuk.
Bakanın karısı ve kızı bizim küçük hikayemizle ilgilendiler ve bize yardımcı
olmak, bakanı kuşkuda bırakmamak için bir sürü yaratıcı fikir geliştirdiler.
Çok şeker insanlardı!
19
Nihayet bir aylık süre sona erdiğinde, Londra ve County
bankasında bir milyon dolarlık kredim vardı. Hastings'de aynı durumdaydı.
Güzelce giyindim, Portiya'yı da alarak, Portland Place'deki eve gittik, iki
kardeşin eve geldiğini, oradan doğruca bakanın evine gidip, kıymetlimi
alacağımı ve tekrar maaşımı konuşuyorduk. Kız o kadar heyecanlı ve endişeliydi
ki bu onu dayanılmaz güzelleştiriyordu.
“Hayatım, öyle bakıyorsun ki, yılda üç binden tek kuruş az
maaş istemek suç olacak.”
“Henry bizi batıracaksın!”
“Korkma! Böyle bakmaya devam et ve bana güven,her şey yoluna
girecek.”
Yol boyunca ona güven vermeye devam ettim. O da bana öğüt
vermeye devam etti.
“Aman lütfen unutma, fazla para istersek sonunda hiç para
alamayabiliriz, o zaman halimiz ne olur? Nasıl geçiniriz?”
Kapıyı yine aynı uşak açtı, iki adam oradaydı, yanımdaki
harika yaratığı görünce tabii şaşırdılar. Onlara
“Sorun yok beyler, bu benim müstakbel eşim ve yardımcım”
dedim.
Onlara Portia'yı tanıştırdım, isimlerini söyledim, bu onları
şaşırtmadı, rehbere bakacak kadar aklım olduğunu biliyorlardı, bizi oturttular
ve çok kibar davrandılar,
Portia'nın mahcubiyetini gidermek ve kızı rahatlatmak için
ellerinden geleni yaptılar. Sonra ben,
“Rapor vermeye hazırım beyler” dedim.
“Buna memnun olduk, şimdi kardeşim Abel ile girdiğimiz bahsi
kazanıp kazanmadığıma karar vereceğim, eğer benim adıma bahsi kazanmışsanız,
istediğiniz ödülü alacaksınız. Milyonluk banknot yanınızda mı?”
20
“İşte burada, buyrun”
diyerek banknotu ona uzattım.
Adam, “Ben kazandım! diye bağırdı.
Ve kardeşi Abel'in sırtına vurarak,
“E, buna ne diyorsun kardeşim?” diye sordu.
“ Başaracak demiştim. Yirmi bin pound kaybettim, buna asla
inanamazdım”
“ Anlatacak çok şeyim var, oldukça uzun bir hikaye, bu bir
ayın ayrıntılı hikayesini anlatmak istiyorum, dinlemeye değer bir hikaye...bu
arada şuna bir bakın”
“Ne? 200.000 poundluk bir çek sizin mi?”
“ Benim, bana verdiğiniz ödünç para sayesinde otuz günün
sonunda kazandım.”
“İnanılmaz bir şey bu. Çok şaşırtıcı,olamaz!”
“ Önemli değil Size ispatlayabilirim, desteksiz attığımı
sanmayın.”
Bu sefer şaşırma sırası Portia'daydı, gözleri faltaşı gibi
açıldı.
“Henry, bu para gerçekten senin mi? Dalga geçmiyorsun ya?”
“ Benim hayatım ama beni affedeceğini biliyorum.”
“ Bundan o kadar emin olma. Beni kandırdın!”
“ Unutursun tatlım, unutursun, sadece işin şakası, hadi gel
gidiyoruz”
“Ama bekleyin, ödül. Size ödülünüzü vermek istiyorum.”
“Şey, çok teşekkür ederim ama gerçekten bir şey istemiyorum”
21
“Fakat hediyelerimden istediğin seçebilirsin”
“ Tekrar teşekkürler ama istemiyorum.”
“ Henry, beni utandırıyorysun, beylere böyle yarım yamalak
teşekkür etmemelisin, senin yerine ben yapabilir miyim?”
“ Gerçekten hayatım, nasıl istiyorsan.”
Portia adamın yanına gitti, kucağına oturdu, kolunu boynuna
dolayıp, dudağından öptü! O zaman iki yaşlı adam gülmekten katıldılar ama ben
afallamış, dumura uğramıştım.Portia devam etti:
“Babacım, Henry sizden ödül almak istemediğini söylüyor ama
ben en az senin kadar kırıldım.”
“Hayatım, o senin baban mı?”
“Evet, benim üvey babam ve dünyanın en iyi üvey babası!
Şimdi sen bakanın evinde benim kim olduğumu bilmeden hikayeni anlattığın zaman
neden o kadar güldüğümü anladın mı?”
“Ah! Sevgili bayım o halde söylediklerimi geri alıyorum,
sizden istediğim bir şey var.”
“Nedir söyle?”
“Damadınız olmak!”
“ Şeyy, peki ama bunu yapabilecek kapasitede misin
bakalım?Böyle bir sözleşmenin şartlarını tatmin edebilecek misin? ”
“Beni deneyin, ah,ne olur, yalvarıyorum, sadece 30, 40 yıl
verin yeter, eğer....”
“Ah, Tamam pekala verdim gitti.
22
İkimiz mutlu muyuz? Bunu tasvir edecek kelime bulamıyorum,
bir, iki gün sonra tüm hikayeyi, banknotla ilgili bir ayın serüvenlerini ve
hikayenin nasıl bittiğini tüm Londra duydu, bunu konuştular ve iyi vakit
geçirdiler mi? Evet.
Portia'mın babası, bu dostane ve misafirperver banknotu Bank
of England'a geri götürüp bozdurdu. Sonra banka onu iptal etti ve düğünümüzde
bize hediye etti. O günden beri evimizin en kutsal yerinde çerçevelenmiş olarak
asılı duruyor. Çünkü o banknot bana Portia'mı verdi. O olmadan Londra'da
yapamazdım, bakanın evine gitmezdim ve asla Portia ile karşılaşmazdım. Ve hep
şöyle diyorum: “ evet bu gördüğünüz gibi bir milyonluk bir banknot ama onunla
tek bir şey satın aldım ama tüm servetime değer, aldığım şeyin yanında
milyonluk pound solda sıfır kalır.”
- SON -