"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

23 Mayıs 2012 Çarşamba

GÜNDEN KALANLAR-KAZUO İŞİGURO

“Yaşamımız pek de dilediğimiz gibi çıkmadıysa durmadan geriye bakıp kendimizi suçlayarak ne kazanabiliriz ki?”


Çatalların mutfak dolabında nasıl duracağına mı karar vermeli, yoksa bitip giden bir yaşamın ileride gözlerimizin önünde nasıl duracağına mı?

*
Darlington Malikânesi'nin emektar başuşağı Stevens yıllarca işini en iyi şekilde yerine getirmiş, işvereni olan Nazi sempatizanı Lord Darlington'a bağlılıkta kusur etmemiştir. İşinin gereklerini, kişisel hayatı ve duygularından daha fazla önemseyen Stevens, evin kâhyası Bayan Kenton'la arasındaki yakınlığın iş ilişkisinden öteye geçmesine izin vermez. Yıllar sonra, Darlington Malikânesi el değiştirip bildiği düzen iyiden iyiye yok olmaya başlayınca Stevens bir tatile çıkar. Çok önceleri evlenip evden ayrılmış Bayan Kenton'ı ziyaret edecek olmanın heyecanıyla geçmişini gözden geçirir.
Günden Kalanlar'ın başrollerini Anthony Hopkins'le Emma Thompson'ın paylaştıkları ve unutulmaz bir oyunculuk sergiledikleri sinema filmi, 1993 yılı Oscar Ödülleri'ne en iyi erkek oyuncu, en iyi kadın oyuncu, en iyi yönetmen dahil sekiz dalda aday olmuştu. Kazuo İşiguro'nun modern bir klasik kabul edilen romanı Günden Kalanlar, 1989'da İngiltere'deki en saygın edebiyat ödülü olan Booker Ödülü'nü kazandı.

*
İŞİGURO, JAPON OLDUĞU İÇİN Mİ O KADAR İYİ ANLADI 'BUTLER' TİPİNİ?
'İngiliz Japonu'

Kazuo İşiguro, epey bir süredir epey bir başkalaşan yeni ortamda, edebiyatsevere unutmaya yüz tuttuğu 'edebi zevk'leri hatırlatan ve yeniden tattıran bir yazar.

Murat Belge / Sahaf

Kazuo İşiguro, Japon asıllı bir Birleşik Krallık yurttaşı. Ben onu bu yakınlarda "Remains of the Day" adlı romanıyla tanıdım ve çok beğendim. Sonra öğrendiğime göre bu roman '90'ların başında Can Yayınları tarafından Türkiye'de "Günden Kalanlar" adıyla yayımlanmış. Can Yayınları gene o sıralarda "Uzak Tepeler" adıyla, yazarın ilk romanını ("A Fale View of Hills") yayımlamış. Şu sıra iki kitap da tükenmiş durumda. Bu bakımdan görece yeni yazılmış olsalar da benim 'sahaf' kalıbıma uyuyor. Bu arada ben "An Artist of the Flooting World"ü ("Yüzer Dünyanın Sanatçısı") bir tanıdıktan ödünç alıp okudum. Viyana'dayken son romanı "Never Lot Me Go"yu ("Beni Hiç Bırakma") aldım ama daha okuyamadım. "The Unconsoled" ve "When we were Orphoans" adında iki romanı daha var.
İşiguro önemli bir romancı. Çok benzeri olmayan bir romancı olduğunu da söyleyebilirim. Okuduğum iki romanı ve şöyle göz atabildiğim üçüncüsüyle, bir "anlatı ustası" olduğunu görüyorum. Yalnız, burada ilginç bir noktaya değinmek gerek. Söylediğim bu kitaplarda İşiguro'nun tekniği genel çizgileriyle hep aynı. Buna karşılık, ele aldığı konularda büyük bir çeşitlilik var. Bunu biraz somutlaştırayım.

Sindirilmiş resmiyet
"Günden Kalanlar"ı okurken bunun bir de filmi olduğunu öğrenince şaşırmıştım: Ivory'nin yönettiği, Anthony Hopkins ile Emma Thomspon'un oynadığı bir film (1993). Film ayrıca çok başarılı bulunmuş. Bu adlara bakınca şaşırtıcı olmayabilir ama bence gene de şaşırtıcı.
Çünkü bu roman boyunca, İngiltere'de, 'butler' denen, frakı ve her türlü resmiyeti yerinde bir malikânenin baş uşağı olan kişi anılarını anlatıyor. Bunu yazar gibi veya somut birileriyle konuşur gibi yapmıyor; daha çok bir iç monolog havasında - ama iç monologda 'bilinçlik akışı' tekniğine kaçmıyor. Butler'in dinleyicisi ortada yok, diyebiliriz; ama o da dinleyen biri veya birileri varmış gibi anlatıyor.
O inanılmaz sindirilmiş resmiyet... Anlatılan her olayı kesin olgularla ve duygu iniş çıkışlarına izin vermeyen bir saygıdeğerlik akışı içinde sunmak... İşiguro işte böyle bir "anlatı ustası". Bu tonu bir an aksatmadan götürüyor ve bu müthiş disiplinli tonla duygusallığı, gerilimi hiç de az olmayan bir mutsuz aşk hikâyesi anlatıyor. Mutsuzluğun nedeni de bu ton zaten. Butler, tonuna sığdıramadığı bir şeyin varlığını da kabullenemediği için, bu aşkı (evde çalışmaya gelen bir genç kadınla) söyleyemiyor, söyletmiyor, dinlemiyor, bastırıyor.
Onun için şaşırdım işte, filmin yapılmasına ve başarılı olmasına. Romanın olağanüstü ustalığı bu 'ton'un denetlenmesiyse, bu 'dil'i sinemanın 'dil'ine nasıl çevirirsiniz? Halen de filmi görmüş olmadığıma göre, merakım devam ediyor. Ama göreceğim bu yakınlarda.

Yaşlanmış uşak
Butler, o baştan sona denetimli, kalıplı, perukalı sesiyle (ya da 'ton'uyla) kendisi için önemli ve başka herkes için son derece sıkıcı ayrıntılar üstünde dura dura (ama bunların okuru sıkmaması da bir başka mucize!) ve herkesi ilgilendiren olayları bastıra bastıra, merkezinde bu olamayan aşk hikâyesinin yer aldığı birçok olayı anlatırken, bir süre sonra, asıl anlatılanın, anlatılmayan olduğunu anlıyoruz. Efendim savaş zamanında Nazilerle ilişkileri, başka siyasi olaylar ve tabii aşkı ya da babası gibi özel hayatına ilişkin olaylar, hep bu tuhaf ton içinde biçimleniyor, anaforlanıyor, sonra soluyor ve gözden kayboluyor. Geriye, mesleğinin kendisine empoze ettiği o yapay tumturaklılık içinde ölen babasını bırakıp içki servisine koşan ve tutkusunu sevdiği kadına değil kendine de söyleyemeyen yaşlanmış uşak kalıyor, 'günden kalanlar'la baş başa.
Kitabı bitirdikten sonra, Japon kökenli bir yazarın bu yüzde yüz Britanyalı (ve artık soyu tükenen) 'butler' tipine 'vukuf'una şaşıp kaldım. Ama 'Japon' dedik, değil mi? Yoksa kendisi Japon olduğu için mi o kadar iyi anladı bu 'butler' tipini?
İyi bir Japon da duygularını disiplinli bir denetim altında tutan, onun için olmadığını bildiği şeye el uzatmayan, birtakım soyut şeref kodlarına karşı gevşemez yükümlülük bağları olan bir insan değil midir? Kişiliği, hiçbir zaman hayatın ve kaderin ona uygun gördüğü üniformanın içinden çıkmayan biri değil midir? Belki Japon olduğu için bu İngilizi bu kadar iyi anladı.

Bilge romancı
Önce yazdığı ama benim sonra okuduğum "Sanatçı"nın hikâyesi Japonya'da geçiyor. 1946, Japonya teslim olmuş, Amerikan işgali altında, yepyeni bir hayat tarzına geçmeye çalışıyor. Eski dönemin ünlü ve önemli bir adamı, bir ressam var bu sefer karşımızda. 'Butler'ı dinlediğimiz gibi şimdi de onu dinliyoruz. Bize değil ama sonuçta birine veya birilerine anlattığı bu 'anlatı'yı.
Gene, asıl konuşan, asıl 'anlatan', sessizlikler. Neyin ne olduğunu, en iyi, anlatıcının (adı Ono) açıklaması bittiği zaman anlayabiliyoruz. Onun dediğine inanmamak, en azından başka açılardan bakmak gerektiğini iyice öğrenmişiz artık. Onun kuşağı var: Japonya'yı savaşa sokanlar; ve genç kuşak var; savaşta yenilginin sonuçlarını yaşayanlar. Ama duraklayan, yer yer çağrışım sıçrayışlarıyla ilerleyen, ileri geri giden anlatıda, 'flash-back'ler oluyor ve ressamın babasının ya da ustasının temsil ettiği daha eski Japonya'yı da görüyoruz; bir de, 'torun' kuşağında, hazırlanmakta olan Japonya'yı seziyoruz.
İşiguro, epey bir süredir epey bir başkalaşan yeni ortamda, edebiyatsevere unutmaya yüz tuttuğu 'edebi zevk'leri hatırlatan ve yeniden tattıran bir yazar. Anladığım kadarıyla Türkiye'de tek baskıdan (ve yalnız iki kitabı) ileriye geçmemiş. Neden acaba? Bu 'edebi zevk'ler mi geçmiyor burada yoksa Türk okuru Japon duyarlığına nüfuz etmekte mi zorlanıyor? Yoksa sorun sadece tanıtımın yetersiz kalması mı? Çok muhtemel görünmese de umarım sonuncusudur çünkü İşiguro yabana atılır bir yazar değil. Genç yaşında bilge bir romancı. Anlatacağı yaşantı çok zengin ve anlatı yönteminin bilinçli ve denetimli kuruluğuyla bu zenginlik arasında çok yaratıcı bir gerilim yaratıyor.

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9