"Yo siempre me había imaginado el paraíso bajo la especie de una biblioteca."
"Ben cenneti hep bir çeşit kütüphane olarak düşlemişimdir."
Jorge Louis Borges

6 Haziran 2012 Çarşamba

CAN-ANDREY PLATONOV


"Biliyorum o halkı ben, orada doğmuştum," dedi Çagatayev.
       "Bu yüzden gönderiyorlar ya seni oraya," diye açıkladı sekreter. "Ne denirdi o halka, hatırında mı?"
       "Bir şey denmezdi," diye yanıtladı Çagatayev. "Ama kendi kendisine kısa bir ad vermişti."
       "Nasıl bir ad?"
       "Can. Ruh ya da tatlı hayat anlamında. O halkın, ruhundan ve kadınların, anaların ona bağışladığı tatlı hayatından başka hiçbir şeysi yoktu – halkı doğuran analardır çünkü."
       Sekreter kaşlarını çattı ve kederlendi.
       "Demek varı yoğu göğsündeki yüreğiymiş, o da çarptığı sürece..."
       "Sırf yüreği," dedi Çagatayev onaylayarak, "bir tek yüreği; vücudunun dışında kalan hiçbir şeye sahip değildi. Zaten hayat da onun sayılmazdı, yaşadığını sanırdı sadece."

Gerek dili gerekse dünyaya bakış açısıyla sadece çağının değil tüm zamanların edebiyatında apayrı bir yere sahip olan Platonov'un bu kısa romanı, "İnsan ne için yaşar?" sorusu üzerine derin, sarsıcı ve özgün bir tefekkür niteliğinde. Hayata duyulan inancın dönüştürücü gücünün öyküsü Can; açlığın, yokluğun, unutulmuşluğun ve süreğen acının hissizleştirdiği bir halkın uyanışının öyküsü. En tanıdık konuyu bile ilk kez ele alınıyormuşçasına ilginç kılan ve tüm eserleri sadece insana değil, bir bütün olarak doğaya yönelik muazzam bir sevgi ve şefkatle ışıldayan Platonov'un Can'ı, edebiyatseverleri derinden etkileyecek güçlü bir roman. 

*
Köhne Derya Nehri'nin kuru yatağına varan Nazar Çagatayev lığın içine ön ayaklarına dayanarak insan gibi oturmuş bir deve gördü. Deve zayıftı, hörgüçleri çökmüştü, kara gözleriyle akıllı, üzgün bir insan gibi ürkek ürkek bakıyordu. Çagatayev yanına geldiğinde deve ona en ufak bir ilgi bile göstermedi; rüzgârın sürüklediği ölü otların hareketini takip etmekteydi: Yaklaşıyorlar mıydı yanına, yoksa geçip gidiyorlar mıydı önünden? Tozun üzerinde ilerleye ilerleye ağzına kadar yanaşan küçük bir ot sapını dudaklarıyla çiğneyip yuttu. İleride yuvarlak bir perekati-pole sürükleniyor, deve bu büyük canlı otu ümitle aydınlanan gözleriyle takip ediyordu, ne var ki perekati-pole geçip gitti yanından; o zaman deve gözlerini yumdu çünkü nasıl ağlanacağını bilmiyordu.
Çagatayev devenin ötesini berisini inceledi: Açlık belasından zayıf düştüğü çok olmuştu, neredeyse tümden dökülen tüylerinden geriye birkaç tutam kalmıştı ve halini yadırgamaktan, bir de soğuktan titreyip duruyordu. Herhalde buralardan geçen bir kervan, güçsüz düşünce yükünü çözüp bırakmıştı onu yahut da sahibi ölmüş, hayvansa yaşam kaynakları tükenene değin beklemeye koyulmuştu onu. Hareket kabiliyetini yitiren deve kalan gücüyle ön ayaklarına dayanmış ve rüzgârın kendisine doğru savurduğu ot saplarını görüp yemek için doğrulmuştu. Rüzgâr dindiğinde görümünü boş yere harcamamak için gözlerini yumup kestiriyordu; adamakıllı çöküp yatmak istemiyordu, kalkamazdı bir daha çünkü, böylece kâh uyanık, kâh uykulu oturup oturacaktı devamlı, ölüm kendisini aşağı çekene ya da herhangi bir zavallı çöl hayvanı minik pençesinin tek darbesiyle bitirene kadar işini.
Çagatayev bu devenin yanında uzun bir süre, onu izleyip anlayarak oturdu. Sonra öteden birkaç kucak perekati-pole getirip deveye yedirdi. Su içiremezdi ona, zira kendisinin de topu topu iki matara suyu vardı, fakat Köhne Derya yatağının ilerlerinde tatlı su gölleri ve küçük kuyular olduğunu biliyordu. Gelgelelim deveyi sırtlanıp kum üzerinde taşıması zordu.
Akşam indi. Çagatayev civardan ot bulup getirerek, nihayet başını toprağa dayayıncaya, yeni hayatının itaatkâr uykusuna dalıncaya kadar besledi deveyi. Hava gecenin maharetiyle soğumaya başladı. Çagatayev torbasındaki pidelerden yedi, sonra ısınmak için devenin gövdesine sokuldu ve içi geçti. Gülümsüyordu; kısa, alaycı bir oyun için yaratılmışa benzer bu dünyada her şey tuhafına gitmekteydi. Üstelik bu yapmacık oyun uzamış, ebedi bir hal almıştı ve artık kimse gülmek istemiyordu, kalmamıştı gülecek hal. Issız çöl toprağı, deve, hatta acınası avare otlar – tüm bunların ciddi, yüce ve muzaffer olması gerekmez miydi? Sefil varlıkların içinde kutlu, gerekli ve zorunlu bir göreve adanmışlık hissi yaşar, yoksa ne diye böyle güçlüklere katlanıp bir şeyler beklesinler? Çagatayev devenin karnına sokulup kıvrıldı ve sıradışı gerçekliğe şaşırarak uyuyakaldı.

5

Köhne Derya yolculuğunun altıncı gününde Çagatayev Sarıkamış'ı gördü. Bütün bu süre boyunca artık dirilmiş, kendi gücüyle yürüyebilen deveyi sürüklemişti peşi sıra. Hâlâ sırtında insan taşıyacak durumda değildi deve.
Çagatayev kumların bittiği, toprağın çukura, uzak Üst Yurt'a doğru eğildiği sınırda yere oturdu. İlerisi karanlık ve alçaktı; ne bir duman, ne bir oba görülüyor, yalnız çok ötede küçük bir göl parıldıyordu. Çagatayev kumu avuçladı, değişmemişti: Rüzgâr geçip giden yıllar boyunca kumu bir ileri bir geri kovalamış, o ise ezeli yerinde kalmaktan ötürü yaşlanmıştı.
Bir zamanlar annesinin elinden tutup çıkardığı, onu bir başına yaşamaya gönderdiği, şimdiyse geri döndüğü yerdi burası. Deveyle birlikte memleketinin içlerine doğru ilerledi Çagatayev. Ufak tefek ihtiyarlara benzer yabani çalılıklar vardı burada: Çagatayev'in çocukluğundan beri büyümemişlerdi ve galiba yerli varlıklar içinde onu unutmayan da bir tek onlardı; öylesine alımsızlardı ki uysal denebilirdi onlar için, kayıtsız ve belleksiz olduklarına inanmaksa olanaksızdı. Bu çirkin garibanlar anılarla yahut yabancıların hayatlarına tutunarak yaşıyor olmalıydı, başka bir şey yoktu ellerinde.
Çagatayev birkaç günü çocukluğunun ülkesinde insanları arayarak geçirdi. Deve yalnız kalıp sıkılmaktan çekinerek peşi sıra yürüyordu kendiliğinden; kimi vakit gergin ve dikkatli bakışlarla uzun uzun bakıyordu insana, ağladı ağlayacak yahut gülümsedi gülümseyecek, bir de bunları beceremeyişinden dolayı azap çekerek.
Issız yerlerde gecelerken, son yiyeceklerini de tüketirken Çagatayev kendi refahını düşünmüyordu. Kadim denizin dibinden acele ve telaşla insansız çukurun göbeğine doğru ilerliyordu. Yalnızca bir kez, gündüz yolculuğunun ortasında toprağa kapaklandı. Kalbi hemen sancıyıverdi, sabrını ve yüreğiyle baş edebilmesi için gereken gücü kaybetti; Ksenya'yı düşünerek, utandığı hislerini inkâr ederek ağladı. Aklında ve anılarında yakından görüyordu onu artık; yalnızca ruhuyla sevebilen ama kucaklaşmak istemeyen ve öpücüklerden sakatlanacakmış gibi korkan küçük bir kadının acınası tebessümüyle bakıyordu kendisine. Vera da ötede oturmuş, kocasıyla arasındaki ayrılığı kısaltırcasına çocuk elbisesi dikiyor ve artık neredeyse hiçbir şey hissetmiyordu ona karşı, ne de olsa içinde daha çok sevdiği başka bir çaresiz insan hareket edip kıvranıyordu şimdi. O insanı bekliyor, yüzünü görmek istiyor, ondan ayrı düşmekten korkuyordu Vera. Onu daha uzun yıllar boyunca canı ne zaman isterse, o büyüyene ve kendisine, "Yeter ama yapıştığın anne, bıktım senden!" diyene kadar öpüp koklayacağı düşüncesiyle avunuyordu.
Çagatayev başını kaldırdı. Deve damarlı ince bir bitki çiğnemekteydi, küçük bir kaplumbağa sevecen kara gözlerle uyuşuk uyuşuk bakıyordu yerde yatan insana. Ne vardı acaba o an bilincinde? Belki esrarengiz dev adama karşı sihirli bir merak, belki de yarı ölü zihninin kederi.
"Seni yalnız bırakmayız!" dedi Çagatayev kaplumbağaya.
Her canlının üzerine kutsal bir varlıkmış gibi titriyordu ve yüreği öylesine yoksuldu ki teselli verebilecek bir şeyi fark etmemesi olanaksızdı.
Deveyle, eteğinde unutulmuş bir ihtiyarın yaşadığı Üst Yurt'a doğru ilerlemeye devam ettiler. Bu ihtiyar tepenin meyline kazılmış kuru bir zeminlikte yaşıyor, küçük hayvanlar ve platonun boğazlarında bulduğu bitki kökleriyle besleniyordu. Ezeli yaşlılık ve sefaletten insana benzemez olmuştu. Fani ömrünü çoktan doldurmuş, tüm duyguları doyuma ermiş, aklıysa yörenin doğasını denenip tüketilmiş bir hakikat gibi ezber etmişti. Yıldızları bile, hem de binlercesini ezbere biliyordu, öyle alışmış, öyle bıkmıştı onlardan.
Adı Sufyan'dı; Rus askerlerinin giydiği türden eski mi eski, ta Hive savaşı zamanlarından kalma bir kaput giymiş, başına bir kasket takmış, ayaklarına ise pabuç niyetine bez dolamıştı.
İhtiyar, Çagatayev'i fark edince zeminlikteki evinden çıktı ve tenha bakışlarını boşluğa dikti.
Yanında deveyle bir adam geliyordu kendisine doğru. Sufyan geleni derhal tanıdı ve bilmediği hiçbir şeyin kalmayışına gizliden gizliye üzüldü.
"Tanıyorum seni," dedi Çagatayev'e. "Sen Nazar çocuktun."
"Ben seni tanımıyorum," diye yanıtladı onu Çagatayev.
"Tanımazsın, yemek yer gibi yaşıyorsun çünkü: İçine giren şey aynen çıkıp gidiyor. Bende dersen kalıyor her şey."
İhtiyar selamlaşırken gülümsemek gerektiğini anımsayarak yüzünü buruşturdu, fakat sakinken bile kurumuş ölü bir yılanın boş derisini andırıyordu bu yüz. Çagatayev hayretle eline, alnına dokundu Sufyan'ın. Hayatla ve canlılarla kimsenin ilgilendiği yoktu, oysa zamanı gelmişti artık...

*
Lemi Özgen, “Balık düşünmez çünkü her şeyi bilir”, K dergisi, 3 Eylül 2010

Geniş omuzları, artık enikonu bir bıyık şeklini almış dudak üstü tüyleri, güçlü kasları ve yere sımsıkı basan kocaman ayaklarıyla bir delikanlıyı andıran kadın öğretmen, önündeki son kum tepesini de aştı ve biraz aşağılardaki köyü seyre durdu.
Sessiz bir Temmuz öğlesiydi. İnsansız, ağaçsız, hareketsiz ve tümüyle ıssız bir manzara gözlerinin önünde uzanıp gidiyordu. Güneş, tutuşmuş bir gökyüzünün yükseklerinde yanıp kavruluyor, kızgın kum tepeleri bu kadar uzaktan sanki alevler halinde yanan çalılar gibi görünüyordu.
Sonra ansızın fırtına başladı. Öğretmenin doğup büyüdüğü yer de çöle yakın sayılırdı ve orada da ara sıra fırtınalar olurdu ama böylesini o zamana kadar hiç görmemişti. Güneş bir anda yoğun ve sarımsı bir lös tozundan sönükleşti ve rüzgar inleyen kum yığınlarını hışırtılarla kovalamaya başladı. Rüzgar kuvvetlendikçe kum tepelerinin başları daha da koyu tütüyor, hava kumla doluyor ve bulanıklaşıyordu. Vakit gün ortası, gök de bulutsuz olduğu halde güneşin konumunu belirlemek imkansızlaşmıştı. Daha biraz önce yakıcı ışıltılarla dolu ve parlak olan gün, şimdi karanlık ve ölgün aylı bir gece gibi görünüyordu.
Genç kadın öğretmen ilk kez çölün derinliklerinde gerçek bir fırtınayla yüzleşiyordu. Sonra akşam oldu ve fırtına dindi. Çöl eski haline döndü. Öğretmen kumlarda kayarak aşağıya indi. On kadar evden oluşan köyün sakinleri onu karşıladı. Eskiden muhtarken, devrimden sonra bir anda henüz kurulmamış bir ‘kolhoz’un yöneticisi, parti sekreteri ve Kızıl Ordu Komiseri oluveren kır saçlı bir adam onu karşıladı. Biraz konuştular. Öğretmen kağıtlarını çıkardı. Çocuklara matematik, coğrafya, resim, müzik ve elbette ‘sosyalizmin temel kurallarını’ öğreteceğini söyledi.
Kır saçlı adam güldü. “Bunları boş ver” dedi. Sonra da “şu bizi, bizden öncekileri, her gün, her saat yavaşça boğup öldüren kuma karşı ne yapılabilir sen onu öğret asıl” diye konuştu. Ayağa kalktı. Uzaklarda bir yere bakarak, “artık sen bir kum öğretmenisin” dedi.
Öğretmen, uçsuz bucaksız Rusya’da ilk kez bir ‘kum öğretmeni’ olmanın ağır sorumluluğu altında sustu. Kendisine verilen odaya gitti. Yatağa uzandı. Yeniden başlayan fırtınanın savurduğu kum tanelerinin, camlara çarparken çıkardığı sesleri dinledi. Sonra, köy çocuklarının bozuk bir akorla söylemeye başladıkları akşam marşını duydu. “Yoldaş Lenin Öğretmenimizdir Bizim”. Uyudu.
Köyün birkaç kilometre ötesindeki bir başka köyde mühendis, iki gündür kazıklarla çevrelemeye uğraştığı kocaman alandaki çalışmanın sonunda bittiğini gördü ve çukurdan çıktı. Alan bir dağdan ta karşılardaki öteki dağa kadar uzanıyordu ve buraya “devrimin şanlı öncüleri olan işçilerin” hep birlikte yaşayacakları büyük bir site yapılacaktı.
Yanına gelen sendika temsilcisiyle konuştu. “Devrimci Yapı İşçileri Sendikası” temsilcisi, inşaata başlamak için gereken yüz kadar işçinin henüz gönderilmediğinden yakındı. Kalın kağıtlara sarılmış ‘kesmik’ tütünden sigaralarını tüttürdüler.
İlerilerde bir yerde genç bir kadın, kucağındaki ölü bir bebeği sımsıkı tutarak, saçları tarazlanmış yaşlı falcıyla konuşuyordu. “Mantar suyu iyi geldi” diyordu genç kadın. “Bebeğim senin verdiğin o suyu içer içmez uyudu, bak gözleri kapandı” diyordu.
Bembeyaz saçları birbirine karışmış yaşlı kadın da “mantar suyuna bandırdığım ve üstüne de o eğrelti otlarını döşediğim ekmeği yiyen herkes cennete gider” diye konuşuyordu. Bebeğinin “gözlerinin kapanmasına” memnun olan genç kadın, falcıya “borcunun” ne olduğunu soruyordu. Yaşlı kadın da “şu etekceğizinle evindeki ütüceğizini veriversen yeter” diye cevap veriyordu.
Mühendis ile sendika temsilcisi sigara içerek araziye bakmayı sürdürdüler. Gözün alabildiğine uzanan bu boşluğa, belki de on bin işçinin çoluk çocuğuyla birlikte yaşayacakları yepyeni bir kent kurulacaktı.
Mühendis, ‘ihtilalden önce’ işçilerin yaşadıkları o tek katlı ve bahçeli evlerin daha güzel olduğunu söyledi. Daha önce sıradan bir inşaat işçisi olan sendika temsilcisi mühendise baktı. Yapılacak inşaatın, işçi sınıfının burjuvalara karşı kazandığı zaferin bir simgesi olduğunu, bu nedenle bu kadar büyük tutulup, ‘her şeye tepeden bakacağını’ anlattı.
Yeni kurulan “İhtilalci İş ve İşçi Bulma Kurumu”nun göndermeyi taahhüt ettiği yüz kadar işçinin gelmesini beklediler. Mühendis o işçilerin inşaat alanının yanındaki çimenlikte öylece yatıp durduklarını gördü. Niye çalışmadıklarını sordu. Adamlardan biri “en büyük proleter güneştir yoldaş, o her şeyi halleder” diye cevap verdi. Yanındaki de “nasıl olsa devrim oldu, bundan sonra her şey kendiliğinden tıkırdar, çalışmaya gerek yok artık” diye seslendi.
Köydeki en tuhaf insanlardan biri olan Semyo, her zamanki gibi alet yapmayı sürdürüyordu. Nedir, savaş nedeniyle ortalıkta hiç maden, sac, metal kalmadığından, aletleri artık ağaç parçalarından yapıyordu. Şu anda da kalın bir kütükten kestiği parçayı kocaman bir tava haline getirmekle meşguldü.
Çocukluğundan beri onunla birlikte olan arkadaşı Zahar, tavayı yapmasının anlamsız olduğunu çünkü tahta bir tavanın ateşte yanacağını söyledi. Bir yandan da acıyla yüzünü buruşturup, midesini ovuşturuyordu.
Sonra ansızın “tava meselesinin” çok önemli olmadığını çünkü pek yakında öleceğini belirtti. Anlattığına göre, birlikte kaldıkları kulübenin yakınlarında bir kertenkele bulmuş ve onu kızartıp yemişti. Son lokmayı aldıktan sonra da kertenkelenin zehirli olduğunu anlamıştı. “Birazdan ölürüm herhalde” dedi. Biraz sonra da öldü. Semyo tahtadan bir tava yapmaya devam etti.
Hemen hemen aynı anda kadınlar ve çocuklardan oluşan bir kalabalık, köyün kenarından geçen ırmaktaki sazlara takılıp kalmış balıkçının ölüsünü sudan çıkarmaya çalışıyorlardı. Balıkçı Şaşa’nın ölümüne hiç kimse şaşırmamıştı çünkü son günlerde hep “ölümün nasıl bir şey olduğunu merak ettiğini” söylüyordu. Sonunda o sabah kayığına atlamış ve ırmağın en derin olduğu yerde kendisini suya bırakıvermişti. İşi sağlama almak için ayaklarını bağlamayı da unutmamıştı. Yavaşça şişmeye başlamış olan cesedi kıyıya çıkaran kadınlardan biri, çocuklara “olur olmaz her konuyu merak etmenin pek de iyi bir şey olmadığını” söyledi.
Sigaralarını bitiren mühendis ile sendika temsilcisi, henüz hiçbir işçinin çalışmadığı dev inşaat alanına doğru yürüdüler. Mühendis tekrar bu kadar büyük bir site kurmanın saçma olduğunu söyledi. Sendika temsilcisi de onu “proletarya düşmanı olarak” partiye şikâyet edeceğini söyledi. Yumruklaştılar.
Çukur, Çevengur, Dönüş ve Can gibi eserleriyle tanınan Rus romancı Andrey Platonov, kitaplarında gerçek ile gerçeküstünü birlikte kullandı. Eserlerini bazen mizah bazen de en uç noktada ‘saçma’ bir dille kaleme aldı. Sovyet yönetimi ve Stalin ile ters düştüğü için eserleri 1987’den sonra gün ışığına çıkabildi ve ancak o zaman ne kadar büyük bir romancı olduğu anlaşılabildi.
Andrey Platonoviç Platonov, 1889 yılında bir işçi ailesinin çocuğu olarak Voronej’de dünyaya geldi. Babası demiryollarında tornacıydı. Baba mesleğini seçen Platonov, 1913 yılına kadar dökümcülük ve tornacılık yaptı. İç savaşta Kızıl Ordu saflarında çarpıştı. Savaştan sonra Voronej Politeknik Üniversitesi’ni bitirdi. Rusya’nın kırsal bölgelerinde elektrik mühendisi ve arazi ıslah uzmanı olarak çalıştı. Devrimden pek haberi olmayan köylülere komünizmi anlattı. Kooperatiflerin kurulmasına öncülük yaptı. Bir parti komiseri gibi çalışarak, örgütlenme faaliyetlerinde bulundu.
1918 yılından itibaren çeşitli gazete ve dergilerde makale, şiir ve denemeleri, 1926 yılından itibaren de kısa öyküleri yayımlanmaya başladı. Yeteneği Maksim Gorki tarafından keşfedildi ve Gorki’nin de çabalarıyla edebiyat dünyasına parlak bir giriş yaptı.
Nedir, Platonov’un eserlerinde kullandığı ‘absürd’ dil, Sovyet yöneticileri ile partinin pek hoşuna gitmedi. Özellikle Stalin, Platonov’un eserlerindeki gülünç ve saçma olayların, devrimi küçük düşürmeye çalışan girişimler olduğunu öne sürdü. Platonov’un kitaplarındaki kişileri kasten bozduğu bir dille konuşturması da Stalin’i kızdırdı. Kendisi bir Gürcü olan Stalin, Rusçayı belirli bir aksanla konuşuyordu ve muhaliflerinin alay ettiği bu aksanlı konuşmasının, Platonov tarafından bilinçli olarak kitaplara konulduğunu düşünüyordu.
Birkaç kez “özeleştiri” yapması istenen Platonov, eserlerinde gerçekçi davrandığını, devrimin ilk yıllarında gezdiği köylerin, komünizmden pek haberli olmadıklarını, haberi olanların da “artık her şey kendiliğinden düzelecek” düşüncesiyle çalışmadıklarını bizzat gördüğünü söyledi.
Stalin’in buna cevabı ise çok sert oldu. Platonov’un savunduğu gerçekçiliğin “burjuva gerçekçiliği” olduğunu söyledi. Bununla da yetinmedi ve Platonov için “aptal”, “hain” ve “salak” dedikten sonra, “Platonov bir süprüntüdür, süpürülmeli,” diye kestirip attı.
Sovyetler Birliği’nin tek adamı olan Stalin’in bu yargısından sonra Platonov gerçekten de “süpürüldü”. Kitapları toplatıldı. Yeni baskıları yasaklandı. Kendisi de “Komitet Gosudarstvennoy Bezopasnosti” yani kısa adı KGB olan Devlet Güvenlik Komitesi tarafından izlemeye alındı. Sudan bahanelerle sık sık tutuklandı. İsmi tüm resmi kayıtlardan çıkarıldı ve Platonov’a ‘hiç yaşamamış’ gibi davranıldı.
Platonov’un ailesi de bu yok etme hareketinden payını aldı. Büyük oğlu bilinmeyen bir nedenle gözaltına alındı ve Orta Asya çöllerine yakın yerdeki bir toplama kampına gönderildi. Platonov, Kum Öğretmeni adlı öyküsünde oğlunun kendisine anlattığı betimlemelerden yararlandı.
Platonov, “komünizmin felsefi roman”ı olarak değerlendirilen Çevengur’da sosyalizmin ütopyasına inanan ve bu uğurda kendini körü körüne feda eden idealistlerin yaşadıkları acılar ile karşılaştıkları hayal kırıklıklarını anlattı.
Çukur’da ise komünist hayallerin gerçekleşememesini anlatırken, büyük ölçüde arazi ıslah uzmanı olarak çalıştığı yıllarda tanık olduğu olayları dile getirdi. Çok büyük işçi evleri yapmak için bir araya gelen işçilerin, bir süre sonra “kendi kolektif mezarlarını kazdıklarının farkına varmalarını” anlatması, Sovyet şeflerini kızdıran ilk adım oldu.
Gogol’ün Ölü Canlar’ına gönderme yaparak kaleme aldığı Can romanında ise “açlıktan kırılan yoksul köy halkının hayatta kalma savaşıyla, Sovyet ekonomi politikalarının ne kadar çelişkili olduğunu” anlattı ve bu Platonov’un ipinin çekilmesi için son işaret oldu.
Yasaklandı. Hiç doğmamış ve yaşamamış gibi davranıldı. Hesaptan silindi. Adı unutturuldu. Platonov’un sadece kendisinin ve yakın çevresinin bildiği acılı yaşamı 5 Ocak 1951’de sona erdi. Gönderildiği toplama kampından verem hastalığına tutulmuş olarak dönen oğlundan aynı hastalığı kaptı. Baba ile hasta oğlunun birlikte barındıkları tek odalı bir dairede Platonov’un verem hastalığı hızla ilerledi. Gıdasızlık ve ilaçsızlık da bu hızı artırdı.
Platonov’un eserleri ancak Sovyet sisteminin tasfiye edildiği 1987 yılından sonra gün ışığına çıkabildi. KGB’nin el koyup gizlediği binlerce ‘sakıncalı’ kitabın yer aldığı ünlü “KGB Edebiyat Arşivi’nde bulunan kitapları, onun ne kadar büyük bir edebiyatçı olduğunu ortaya koydu.
Hayattayken dünyası bir karabasana döndürülen Platonov’un, “Rus edebiyatına yaptığı katkının, Kafka’nın batı edebiyatına yaptığı katkıdan daha fazla olduğu” söylendi. Adı bir gök cismine verildi. Birçok edebiyat ödülü ve mezarına konulan devlet madalyaları ile ‘onurlandırıldı’.
Platonov’un ölümünden çok sonra ortaya çıkan eserleri, batıda da büyük yankı uyandırdı. Romanları çok sayıda dile çevrildi. Bu arada Emir Kusturica'nın 1993 yılında çektiği ünlü Arizona Rüyası adlı filmde, Platonov’un Çevengur romanından etkilendiği anlaşıldı. Platonov’un bu romanda kullandığı “balık yaşam ile ölüm arasında durur, onun için yüzü ifadesizdir, düşünmez çünkü her şeyi bilir” şeklindeki konuşma, Kusturica’nın filminde “balık düşünmez çünkü o her şeyi bilir’ diye verildi.
Platonov da hep yaşam ile ölüm arasında durmuştu ve yüzü genellikle ifadesizdi. Belki de her şeyi biliyordu.
Kim bilir?

*
Ayşe Başak, “Hayata tutunanların romanı”, Kitap Zamanı, Sayı 57, 4 Ekim 2010

Okuyanlar hatırlayacaktır, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inin en genci Aleksey Fyodoroviç Karamazov, kısaca Alyoşa, romanın sonunda genç arkadaşlarına hayatı kucaklamalarını öğütler. Karamazov Kardeşler’in iyilik sembolü, meleksi karakteri Alyoşa gibi Andrey Platonov’un etkileyici romanı Can’ın başkahramanı, bir azizi hatırlatan Nazar Çagatayev de Orta Asya bozkırlarında karşılaştığı unutulmuş insanları hayatın yaşamaya değer olduğu konusunda ikna etmeye çalışıyor. Bu her zaman çok kolay olmasa da...
İdealist genç adam Nazar Çagatayev, yazarı Andrey Platonov ile karşılaşsa onu bu konuda ikna edebilir miydi? Platonov, tüm yaşadıklarından, sistemin ve düzenin ona yaptıklarından sonra yine hayata tutunur muydu? Bu sorunun cevabı yazarın kısa hayat öyküsünde saklı. Platonov, Can romanının kahramanı Çagatayev’i kendi deneyimleriyle yaratmış, onu kendi hamurundan yoğurmuş. Kahramanı aracılığıyla umut vermeyi, yaşama duyulan inancın dönüştürücü gücünü hafife almamayı öğretiyor. Açlığın, bitmeyen acıların, yokluğun, bir kenara itilmişliğin kader olmadığını bir halkın uyanışıyla anlatan Platonov insana, doğaya, hayata olan sevgisini ve merhametini okuyucularına da aşılıyor.

Yasaklı yıllar

Andrey Platonov, kalemiyle, dönemi ve konuları ele alış biçimiyle dikkat çeken devrim sonrası Rus yazarlarından biri olmasına rağmen yakın zamana kadar neredeyse unutulmuştu. Devrime yürekten inanan ama devrim düzenini kıyasıya eleştirmekten de geri kalmayan Platonov, 24 Ekim sonrasının tanıdık yüzlerinden, çağdaşları Gorki ve Şolohov gibi adını yaşarken geniş kitlelere duyuramadı. Stalin rejiminin baskıcı politikaları nedeniyle dünya edebiyat sahnesine çıkışı da çok geç oldu.
1899 yılında dünyaya gelen Platanov’un yazı macerası 18 yaşında başladı. Eğitimini bir mühendis olarak tamamladı, Kızıl Ordu’da savaştı. Gorki’den destek gördü ama onun yürüdüğü yolu tercih etmedi. Devrimin resmî yazarı olmak yerine eksiklerini düzeltmeye çalışan bir yazar olmak istedi. Yola çıktığında devrimin tutkulu bir savunucusuydu, ama çok geçmeden yıkım, açlık ve zulümle karşılaştı ve inandığı değerlerin büyük bir hayal kırıklığına dönüşmesini izledi. Komünizm ve sanayi tarafından inşa edilecek altın geleceğe olan inancını kaybederken, bu durum onun edebiyatına nüfuz ederek daha derin bir anlayışla yazmasına neden oldu. Kaderi Stalin’in, yazdığı bir hikayenin üzerine düştüğü notla değişti: “Süprüntü!”. Rejim düşmanı damgasını yemişti bir kere.
Platonov, yaptıklarının ideolojik bir hata olarak kabul edilmesi için özür diledi ancak bu, işe yaramayacaktı. Cezası, onun yerine henüz 15 yaşındaki oğlu Gulag’ın rejim muhalifliği suçuyla toplama kamplarına gönderilmesi oldu. Hastalanan Gulag’a refakat eden Platonov da oğlu gibi tüberküloza yakalandı, iyileşemedi ve 1951 yılında öldü. Kruşçev döneminden itibaren ülkesinin büyük yazarlarından biri olarak kabul edilse de dünya onu ancak 1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin yıkıntıları içinde keşfetti.

Yoksulun aklı, hayal gücüdür

Platonov, yine de görece olarak Batı’da pek bilinmiyor. Bunda onun nitelikli, kendine has nesrini hakkıyla çevirmenin zor oluşunun payı büyük. Platonov, çevrilmesi zor bir yazar ve içinde yaşadığı sosyalist ütopyayı eleştirmek için kullandığı yoğun sembolizm nedeniyle bu 150 sayfalık kısa romanı çevirmek meşakkatli olmuş gibi görünüyor. Çevirmen Günay Çetao Kızılırmak, iyi bir iş çıkarmış. Yazarın şaşırtıcılığını, dilinin tazeliğini, kendine has tarzını aktarmış. Sovyet Dönemi’nin bu önemli eserini ilk kez Türkçeye kazandıran Metis Yayınları’nın rolünü de unutmamak lazım. Eserin İngilizceye ilk olarak 2003 yılında çevrildiğini de bir not olarak aktaralım.
1930’larda, Puşkin ve Tolstoy’un ayak izlerini takip eden Platonov, Orta Asya’ya gitmişti. Karşılaştığı dramatik manzara, eski uygarlıkların kalıntıları, hayatın buradaki tuhaf akışı ona ilham verdi. Bu deneyim ona “can”ı öğretti. Ruhu ve hayati bir güç olarak yaşamı anlatan bu kelime ve uçsuz bucaksız stepler ona Can’ı yazmanın yolunu açtı.
İdealist, etkileyici, insanları peşinden sürükleyen, fedakâr, merhametli Nazar, daha iyi bir gelecek için oğlu Nazar’ı uzaklara gönderen yaşlı annesi, açlık yüzünden gözlerini kaybeden ve 11 yaşındaki kızını bir eşeğe karşılık satmak isteyen molla, babasız bir çocuğu dünyaya getirmeye hazırlanan Vera. Bu epik anlatıda unutulmaz karakterler yaratan Platonov “yoksulun aklı hayal gücüne”, yolculuklara, tercihlere, yeni bir hayat arzusuna, aşka, yaşama tutunmaya, halkın ortak mutluluğu bir elden kurmasına yer veriyor.
Can, özetle modern insanın güçlüklerle dolu mutluluğu arama yolculuğunun hayatı ve aşkı anlayıp kabul etmesinde yattığını anlatıyor gözükse de mistik derinliği olan, Hıristiyanlığa özgün sembolleri varoluşçulukla harmanlayan, Feridüddin Attar’ın Mantık-al Tayr adlı eserine, Dante’nin İnferno’suna atıfta bulunan, 150 sayfada çok şey anlatan bir roman.

*
Behçet Çelik, “Canlı olmaktan utanmak”, Notos Edebiyat Dergisi, Aralık 2010-Ocak 2011

“Kimi zaman canlı olduğu için neden utandığını, kendisini kadın gibi, insan gibi hissettiği, mutluluk ve keyif istediği için ne diye üzüldüğünü açıklayamıyordu.”
Can’ın arka planda kalan kişilerinden Ksenya’nın duyguları böyle tanımlanır romanın sonlarında. Bir gün önce de Ksenya’nın yüzünün kızarması, “alınan zevkten ötürü yaşamın ayıp bir iş gibi göründüğü gençli[ğiyle]” ilişkilendirilmiştir. Ksenya, romanın başkahramanı Çagatayev’le yıllar sonra karşılaşınca “baş edemediği [bir] heyecan[a]” kapılmıştır. Ksenya’nın duyduğu heyecanın “utanç” içermesi ilgi çekicidir. Mutluluk istiyor olduğu için, ya da “aldığı zevk”ten utanmaktadır, ama yaşının gereği olan utanç duygusunu aşan bir yan daha vurgulanır ?“canlı olduğu” için de utanmaktadır.
Bu noktanın altını çizmemin nedeni roman boyunca böylesi hisleri bizim de duyuyor olmamız. Kendilerine “Can halkı” diyen bir grup insanın Orta Asya çöllerinde verdiği yaşam savaşı ve bizim bildiğimiz anlamlarıyla “yokluk” ve “yoksunluk” kavramlarının yanında “bolluk” olarak algılanabileceği ölümcül yoksullukları karşısında utanç duymadan bu uzun öyküyü okumak pek olanaklı değil doğrusu. Platonov’un anlattığı yoksulları John Berger bir yazısında şöyle tanımlar: “Varları yokları ellerinden alınıp içlerinde uçsuz bucaksız bir boşluk oluşan ve bu boşlukta ruhlarından, yani sadece hissetme ve acı çekme yeteneklerinden başka bir şeyleri kalmayanlar.” Evet, onların “sadece hissetme ve acı çekme yetenekleri”yle nasıl varlık savaşı verdikleri utanarak okuyoruz Can’da.
Platonov SSCB’nin kuruluş dönemlerinden bir hikâye anlatıyor. Orta Asya çöllerinde yaşayan Can halkını komünizme kazandırmakla görevlendirilen Çagatayev’in ve Can halkının yaşadıkları... Romanı, Sovyet rejimi bağlamında da okumak olanaklı; Platonov’un rejim yanlısı ya da karşıtı olup olmadığı sorunsalı çerçevesinde değerlendirenler de olabilir. (Stalin döneminde böyle değerlendirildiği kesin. Can’ın ve öbür yapıtlarının yayınlanması bu nedenle on yıllarca yasaklanmış.) Bununla birlikte, Platonov’un anlatısı bu bağlamın dışına çıkılarak değerlendirilmeyi hak ediyor. Komünizmin gerekliliği ve olanaklı olup olmadığı gibi soru(n)lar hakkında insanı yeniden düşünmeye yönlendiren bir metin Can.
Örneğin Çagatayev, yaşamın anlamını bulmuş gibidir: “Hakiki ortak yaşam mutluluğunu kuracağı günü hazırlıyordu: O mutluluk yoksa uğraşacak şey de yoktu ve utanca mahkûmdu yürek.” Yazının başında söz ettiğim “utanç”la burada da karşılaşıyoruz. Ya ortak yaşam mutluluğu ya utanç, demektedir Çagatayev. Bu önerme, “Ya sosyalizm ya barbarlık” önermesinin ahlaki planda yeniden ifadesi olarak okunamaz mı? Bencil mutluluğu utanmazlık olarak gören bir yaklaşımdan söz edilemez mi burada? Komünist rejimin başkentinde yaşayan Ksenya’nın duyduğu utanç biraz da bu ortak yaşam mutluluğunun yaşama geçememiş olmasındandır. Peki ya, bu olası ortak yaşamın yerleşikleri? Onlar ne durumdadır? Öyle bir sefalet içerisindedirler ki, Berger’in deyişiyle ruhları da öylesine yoksun ve öylesine boşluktadır ki, onlara bir ortak yaşam ütopyasından söz etmek bile utanmazlık olarak görülebilir. Çagatayev de bunun farkındadır: “Çagatayev’in içi, halkının komünizme ihtiyacı olmadığı fikrinin kederiyle sızladı; halkın tek istediği, rüzgâr bedenini boşlukta yavaş yavaş dondurup savurana kadar kendinden geçmekti.” Bir başka yerde, Can halkının karınları doyduğunda “kendilerini anımsamak için hafızalarını zorlamaksızın var olduklarını hisse[debildiklerinden]” söz edilir.
Satır aralarında çok ilginç noktalara ilgi çeker Platonov. Çagatayev’in Can halkının bir üyesi olan annesi oğlundan sürekli eşya ister yıllar sonra karşılaştıklarında. Bunu mülk edinmekle ilişkilendirmez Platonov: “Sırf daha fazla eşyası olsun, bu sayede de ev içindeki meşguliyetleri çoğalsın diye rica etmişti bunu,” der ve ekler: “açgözlülük etmeye yetecek insani güce sahip değildi.” Mülkiyet sorununu da önceleyen bir şeylerin varlığını duyurur böylelikle ?var olmak, var kalmak sorunudur bu. Üstelik bu durum yalnızca insanın doğa karşısında düştüğü bir hal de değildir; “kölelik” de bu anlamda bir var olma, var kalma sorunudur. “Sömürünün her türlüsü insanın ruhunu sakatlamakla, onu ölüme alıştırmakla başlar,” diye düşünür Çagatayev. Onun yaşam amacı şöyle ifade edilir zaten: “Mutsuz insanın içinde doğumundan itibaren saklı duran mutluluğun dışarı taşmasına, kaderin eylemi ve gücü olmasına yardım etmek istiyordu.”
Platonov’un Can’da üzerinde durduğu bir konu da “başkaları”dır. Metnin olumsuz kahramanı Nurmuhammed, “canlıların sayısı azaldıkça, çölde olsun, yeryüzünde olsun payına daha fazla mal düşece[ğini]” düşünür, oysa Can halkından İhtiyar Vanka, yabancılar için, “Yaşasınlar,” der, “fazla insandan fakir olunmaz...” Bürokrasinin temsilcisi olarak öyküde karşımıza çıkan Nurmuhammed’in indinde başkaları onun payını azaltmaya adaydır, oysa yoksulluğun en dibine düşenler başkalarını tehdit olarak algılamaz. “Ölü gibi yaşamasını becerdik[ten] sonra, “adam gibi yaşamak zor gelmeyecek[tir]” onlara. Başkalarını tehdit olarak algılayıp algılamamak ahlaki bir tutum ya da bir bilinç sorunu (“bolluk bilinci” ya da “yokluk bilinci”) olarak değerlendirilebilir, ama bu tutumun maddi temelleri olduğunu sezdirir Platonov bize. Sosyalist gerçekçi edebiyatta olduğu gibi en yoksullar sınıf bilincine sahip oluvermez onun eserlerinde; yaşadıkları şeylerin benliklerinde, ruhlarında bıraktığı iz dayanışma duygusuna bile evrilmez, yaşamanın ne zor olduğunun farkındadırlar ve her insan için böyle olduğunu, olabileceğini sezerler.

*
Pakize Barışta, “Andrey Platonov’un gizemli, poetik ve realistik romanı: Can”, Taraf, 26 Eylül 2010

İnsan ne için yaşar, edebiyatın ana sorusudur bence.
Hayat, umudunu göndererek bu soruyu cevaplaması için yardımcı olur edebiyata.
Bir bilge kişi olan yazar, bu asal soruyla yaşarken, insanlığı kelimenin en yalın haliyle altüst ederek, kesintisiz bir biçimde yeniden manalandırır.
Edebiyat, aslında bu çabasıyla yaşamaya değer olanın, derin, gizli ve gizemli hallerini ortaya çıkarır.
Misyonu budur zaten.
Rus yazar Andrey Platonov, Can adlı romanında insanın ne için yaşadığını ve –hayatı sıfırdan yeniden kurarcasına ele alarak– umudun ölümsüzlüğünü hatırlatıyor okura.
Platonov’un umudu çok yönlü.
Yazar, “yoksulun aklı denilen hayal gücüyle”, kendi hayal gücünü mükemmel bir biçimde buluşturmuş Can’da.
Bu öyle bir yoksulluk ki, romanın başkahramanı Nazar Çagatayev’i hayatta kalabilmesi için daha çocukken, yaşadığı yerden –hatta ölümden kurtarmak için– adeta kovan annesi Gülçatay’ın ifadesiyle, “Annesinin karnındayken ölenlere ne mutlu” dedirtiyor.
Can, yeryüzündeki fukaraların en fukarası olan bir halkın adı. Bu küçük halk, kaçaklardan, yetimlerden, kovulmuş yaşlı kölelerden, kocalarını aldatan korkuya düşmüş kadınlardan, sevgilileri nişanlıları ölen ve artık evlenmeyi düşünmeyen kızlardan, tanrı tanımaz insanlardan, Sovyet kamplarından kaçan mahkûmlardan, körlerden, Orta Asya’nın ve civarının her millet insanından oluşuyor. Adına gelince: “Can. Ruh ya da tatlı hayat anlamında. O halkın, ruhundan ve kadınların, anaların ona bağışladığı tatlı hayatından başka hiçbir şeysi yoktu –halkı doğuran analardır çünkü.”
Yok olanla yaşamanın, açlıktan midesini unutmuşlukla yaşamanın, dünya âleminde kesin bir unutulmuşlukla yaşamanın ve köleliğin yol açtığı acının kesintisizliği sonucu hissizleşen Can halkı, üyeleri bir bir ölürken, umudun devreye girmesiyle yok olmaktan kurtulur. Çok zor elde edilen, hatta beklenmeyen bir uyanıştır bu. Zira kölelik: “Sınıf mücadelesi kölenin içindeki ‘kutsal ruh’un alt edilmesiyle başlar; efendinin inandığı şeyin, onun ruhu ve tanrısının yerilmesi affedilecek şey değildir, kölenin ruhuysa yalanla, yıkıcı emekle törpülenir durur.”
Can halkı, Sovyetler Birliği sınırları içinde bulunan Özbekistan’la Türkmenistan arasındaki unutulmuş, –coğrafyası çok sert– bir bölgede yaşayan göçebe halktır. Nazar Çagatayev de, Moskova’daki öğrenimini tamamladıktan sonra, bu halkı sosyalizmle buluşturmak için devlet tarafından görevlendirilmiştir. O halkın bir çocuğu olan Çagatayev, insanın okurken bile zor tahammül edebileceği olağanüstü bir mücadelede bulunur. Bu noktada umudun aslında çok güçlü bir arzu ve direnme sonucu ortaya çıktığını, ütopyaya da ancak böylesi bir azimle ulaşılabileceğini gösterir bize.
Andrey Platonov, Stalin rejimi tarafından haksızlığa uğratılmış bir yazardır. Ne var ki o, edebiyatıyla Stalin’in polis devletini eleştirirken, devrime karşı bir pozisyon almamış, bu romandan da çok iyi anlaşılacağı gibi Sovyet devriminin sınırlarını ve imkânlarını sorgulamıştır; sosyalizmle buluşturulmak istenen Can halkının sosyalizmin s’sinden bile haberi yoktur çünkü.
Can’da sergilenen, insanın havsalasının sınırlarını zorlayan hayat mücadelesinin güçlü felsefi yapısında, tasavvufla zerduşluk hissediliyor. Bu haliyle romanın gizemli büyük bir poetik yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz; sembolleri çözüp yorumlamak için –bunlara yabancı olan okur açısından– özel bir çaba da gerekiyor zaman zaman.
Yazarın anlatımındaki masalsılık, derinliği olan anılar ve –aynı zamanda– realizm duygusu, romanı neredeyse destansı bir mertebeye yükseltmiş.
Ayrıca Platonov’un dünyasında insan da, hayvan da, doğanın diğer herhangi bir ögesi de aynı değerdeler. Yazarın şefkati, hepsine eşit olarak dağılıyor: “Deve eti almışlardı yanlarına ama Çagatayev pek iştahsız yiyor, kederli bir hayvanla beslenmek zoruna gidiyordu; deve de insanlığın bir ferdiymiş gibi geliyordu ona.”
Andrey Platonov, Rus edebiyatının ön sıralarında yer alabilecek güçte bir yazar bana göre.

*
Özer Erdoğan, “Kurtarıcısını bekleyen bir halk”, Remzi Kitap Gazetesi, Ocak 2011

Rus yazar Andrey Platonov’un Can’ı, kahramanı Cagatayev’le birlikte yollara düşürüyor okurunu. Orta Asya bozkırlarında içinde doğup büyüdüğü Can adı verilen halkını bulmak, bulduktan sonra da kalkındırmak için dolanıyor Cagatayev. Stalin tarafından Can halkını bulma ve rejimi bu halka götürme görevi verilmiş olan Cagatayev, halkını nerede nasıl bulacak, bulunca yoksulluktan nasıl kurtaracak, kendisi de bilmiyor. Bilse de aklındaki düşünceleri okura ulaştırma ihtiyacı hissetmiyor. Okurun daha çok, Cagatayev’in etrafında olup bitenle, bozkırlardaki ot çeşitleriyle, yolda karşılaşılan deveyle, köpekle, kaplumbağalarla, Can halkının insanlarıyla ilgilenmesine izin veriliyor. Dekorların arasında yürüyen bir baş kahramandan çok, durağan bir baş kahramanın sağından solundan akan dekorlar kurgulanmış gibi.
Hive hanlığı tarafından zulmedilen, insanları teker teker alıkonulup idam edilen Can halkı, şarkılar söyleyerek hanlığa yürümüş, Hive hanı “neşeli insanları nasıl öldüreceğini bilemediğinden” onlara hiçbir şey yapamamış. Can halkı o günden sonra özgürlüğünü kazanmış ama yoksulluğu yenememiş, kölelik ruhundan kurtulamamış.
Can’da yoksulluk, açlık en çıplak haliyle sayfalarca çizilmiş. Ne dostluğun, ne aile bağlarının, ne de aşkın bahsi geçiyor. Orta Asya’nın develeri, köpekleri kaplumbağaları, koyunları ve hatta çalıları bir ruh sahibiyken, Can halkının ruhu yok. Ölmek bile istemeyen, amacını kaybetmiş, açlığını uykuyla yenmeye çalışan bir halk. Bir yanda Moskova’da “zenginler ölmüş”, sosyalizm kurulmuş. Stalin, umudu tüm dünyaya yayacakken, yakın bir coğrafyada, Asya’da; sosyalizmden çok gerilerde, kölelik düzeninde yaşayan bir halk var.
Platonov etrafındaki hayvanları da Can halkının ruh haline benzer anlatıyor. “Deve zayıftı, hörgüçleri çökmüştü, kara gözleriyle akıllı üzgün bir insan gibi ürkek ürkek bakıyordu… Adamakıllı çöküp yatmak istemiyordu, kalkamazdı bir daha çünkü, böylece kâh uyanık, kâh uykulu oturup oturacaktı devamlı, ölüm kendisini aşağı çekene ya da herhangi bir zavallı çöl hayvanı minik pençesinin tek darbesiyle bitirene kadar işini”. Bazen de bir mezar kazıcısı o ruhu yansıtma görevini üstleniyor: “Sonları gelene kadar gömeceğim, sonra da gideceğim buralardan, görevimi yerine getirdim diyeceğim.” Daha da ileri giderek çalıları bile köleden daha insancıl anlatıyor Cagatayev “İlk önce ruh öldü. Evet yürek hissetmez oldu. Perekati-pole çalısı bile topraksız bir emekçiden daha özgür ve canlıdır.”
Halkını ararken, bulduktan sonra, yoksulluktan kurtarmak için.. Hep yollarda Cagatayev. Can halkı da başından beri yollarda. Hive hanedanını yıkmak için ölüm yolculuğuna çıkıyor, hanedanı yıktıktan sonra amaçsız kalıp yoluna devam ediyor ve en sonunda, gittiği yerlerde açlıktan sefaletten kurtulamayıp Cagatayev’in ve bir koyun sürüsünün öncülüğünde eski coğrafyasına dönmek üzere yola koyuluyor.
Okuru karamsarlığa boğan havasına karşın Cagatayev umutsuzluğu yenmeyi başarıyor, görevini tamamlıyor. Can halkının “cansızlığının” resmedildiği bölümler okuyucunun zihnine öylesine işliyor ki, Cagatayev’in görevini tamamlamayı başarması, destansı geliyor. Romanın gerçekçiliğinin bozulduğunu hissettiriyor. Yine de bir halkın kölelik ruhundan kurtuluşunu yansıtmasıyla ve toplumcu kahramanı Cagatayev’le umudun yolunu gösteriyor Platonov.

*
“…çünkü onlar için, ne yaşamak mutluluk verici ve güzeldi, ne de ölmek zor ve acı…”


Platonov’un yaşamının son yıllarını bir edebiyat fakültesinde yerleri süpüren, yandaki küçük odada yatıp kalkan, sabahları okula gelen -onun romanlarından ve öykülerinden habersiz- edebiyat öğrencilerini seyreden bir hademe olarak geçirdiğini öğrendiğimde ağzım açık kalmıştı. XX.yüzyılda yaşamış büyük yazarlardan biri olan Platonov’un bu acayip, hüzünlü, sıradışı yaşamı bilmecelerle doludur. Sovyetler yıkılana dek kitapları hep yasaklı olmasına rağmen ne cezaevine girmiş ne de sürgünde öldürülmüştür. Bunu nasıl başardığını kimse açıklayamıyor. Dünyada tüm insanlar uyurken sanki bir ayışığı gibi gelip yüzlerini hafifçe okşamış ve gitmiştir.
Can adlı romanı bir mücadelenin, yeni bir yaşam kurma hayalinin romanı. Ama aynı zamanda Sovyetler’in, hatta tek bir kişinin, bir aydının mesela, insanlar için neyin iyi olduğunu bildiğine emin olup bunu onlara, zorla da olsa, vermek için mücadele etmenin neye benzediğini gösteren bir roman.
Bu romanın sonunda olan şey, o ‘Canlar’ın zavallığını değil bence bilgeliğini gösterir. Ve zaten haklı çıkan da öyle bir sonu yazabilen Platonov olmuştur. Ölümünden 40 yıl sonra ve sonsuza dek….
Not.1 Sel Yayınları çok güzel bir iş yapmış ve kitaba Tatyana Tolstoya’nın harika önsözünü eklemiş. Ama sonsöz olarak okunsa daha iyi. Hatta John Berger’ın yazısı da eklenseymiş daha da güzel olacakmış. Umarız yeni baskıya eklenir. Ayrıca Andrei değil, Andrey olarak yazılmalı yazarın adı.


  

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

©2012 Kitap Önerisi


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 
9